Bulunmaz Tiyatro emekçileri, Ayşe Emel Mesci'nin bir yazısını değerlendiriyorlar! from BTV on Vimeo.
14 Aralık 2009 Pazartesi
13 Aralık 2009 Pazar
Honduras’tan El Salvador’a
Çeviren: Canan Ateş
13 Aralık 2009
(Venezüella’da yayınlanan Ultimas Noticias adlı günlük gazetenin yayın yönetmeni Eleazar Díaz Rangel tarafından 13/12/2009 tarihinde yazılmıştır.)
El Salvador devlet başkanı Mauricio Funes’in sağcılaşması; kendisini iktidara taşıyan FMLN ile mesafeyi açması, ABD’ye yakınlaşma ve ALBA hükümetlerinden uzaklaşma çizgisi, Mercosur üyesi ülkelerin deklarasyonlarında yer alan büyük oranda çekimser tavırlarla karşılanan seçimler aracılığıyla ‘yasallaşan’ Honduras darbesinin bölgedeki ilk sonucudur.
Estoril’de yapılan son Iberoamericana zirvesinde Honduras meselesinde ABD ve Kanada korosuna Meksika, Kosta Rika, Panama, Kolombiya, Peru ve en son olarak El Salvador’un nasıl açık bir şekilde katıldığını görmüşsünüzdür.
Funes ile başkan yardımcısı Salvador Sanchez Ceren ve FMLN genel koordinatörü Medardo Gonzalez arasındaki, Honduras, ALBA, Washington, Venezüella ve eğitim politikası ile ilgili anlaşmazlıklar kamuoyuna yansımıştı. Başkan yardımcısı Sanchez Kolombiya’daki üsleri kınadığı sırada da olmak üzere iki kez yalanlandı. Bir radyonun yorumu bu durumu şöyle özetliyordu: ‘güçlü sol devrimci politik bir partiye dönüşen eski gerillaların saflarında hükümetin başındakileri suçlayan sesler her defasında daha gür çıkar’.
Buna rağmen FMLN’nin yönetimi son derece ölçülüler ve şimdilik sadece uluslararası politikada anlaşmazlık olduğunu ifade ediyorlar ve ‘dostça ilişkilerinin’ varlığına güveniyorlar. İyimser görünüyorlar.
Funes partinin bir militanı değildi, yönetici sorumlulukları deneyimine sahip olmayan bir üyeydi ve her geçen gün farklılıkları keskinleşiyor. La Prensa Grafica’ya Ekim ayında verdiği demeçte ‘FMLN’den ayrılıyorum, ideolojik olarak uzaklaştığım için değil, farklı rolleri üstlendiğimiz için. Parti çıkarlarını savunmam gerekmiyor.’ diyor ve kendi yetkililerinden ‘particil politikadan vazgeçmelerini’ bekliyordu.
Honduras krizinin ‘çözülmesini’, komşu ülkede bu yaşananları ifade etmeden değerlendiremeyiz. Geçtiğimiz 28 Haziran’da, tipik bir askeri darbe şiddet ve gayrımeşruluk özelliklerini taşıyan Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya’nın devrilmesi, kaçırılması ve yurtdışı edilmesi, ordu ve ABD üslerinin yardımıyla Kongre ve Yüksek Mahkeme tarafından ardarda savunuldu. BM, OAS, AB, ALBA, Unasur, Mercosur, Caricom gibi kurumlar ve halk direnişi tarafından kabul edilmemiş olmasına rağmen, darbeciler kendilerini sağlamlaştırdılar ve 29 Kasım’da hile dolu bir seçimi gerçekleştirdiler ve Ocak’ta da iktidarı seçilen başkana devredecekler.
28 Haziran’dan beri ‘diğer sol’, sağcı ve Pentagon medya kuruluşları, kısa süre önceki bir Mercosur toplantısında Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernandez’in darbeyi ‘medyatik-sivil bir darbe’ olarak nitelendirmesini ve ‘buna alışmamız lazım’ sözlerini desteklemişlerdi. Öncelikle darbenin niteliği ile ilgili bu yaklaşımla uyuşmamamız gerekiyor.
Medya tarafından desteklendiği kesin ve o yüzden evet medyatiktir, siviller tarafından hükümet kurulduğuna göre sivildir de, ancak askeri yanı tartışılmayacak kadar açıktır. En kaygı verici olan ise buna alışmalıyız söylemidir, bu kabul etmek ve boyun eğmektir…Her ne kadar yeni tip bir darbe olduğu kastedilmeye çalışılsa da, başarı kazandığı için ABD bunu önemli bir sıklıkta uygulamaya çalışacaktır.
Bir kez bunu başarıyla gerçekleştirdiklerine göre; Washington ve diğer bir ülkenin sağcıları bu modeli kendi ülkeleri için uygun ve mümkün görürlerse yeniden denemeyecekler mi? Tabii ki evet. Büyük bir ihtimalle bu perspektifler bugünlerde Havana’da yapılan ALBA’nın politik komite toplantısında değerlendirilecektir. Bunu yapmamak, askeri üsler ve IV. Filo politikasında ifadesini bulan tehlikeliği gerçekliğe destek sunmak olur…
Çeviren: Canan Ateş
13 Aralık 2009
(Venezüella’da yayınlanan Ultimas Noticias adlı günlük gazetenin yayın yönetmeni Eleazar Díaz Rangel tarafından 13/12/2009 tarihinde yazılmıştır.)
El Salvador devlet başkanı Mauricio Funes’in sağcılaşması; kendisini iktidara taşıyan FMLN ile mesafeyi açması, ABD’ye yakınlaşma ve ALBA hükümetlerinden uzaklaşma çizgisi, Mercosur üyesi ülkelerin deklarasyonlarında yer alan büyük oranda çekimser tavırlarla karşılanan seçimler aracılığıyla ‘yasallaşan’ Honduras darbesinin bölgedeki ilk sonucudur.
Estoril’de yapılan son Iberoamericana zirvesinde Honduras meselesinde ABD ve Kanada korosuna Meksika, Kosta Rika, Panama, Kolombiya, Peru ve en son olarak El Salvador’un nasıl açık bir şekilde katıldığını görmüşsünüzdür.
Funes ile başkan yardımcısı Salvador Sanchez Ceren ve FMLN genel koordinatörü Medardo Gonzalez arasındaki, Honduras, ALBA, Washington, Venezüella ve eğitim politikası ile ilgili anlaşmazlıklar kamuoyuna yansımıştı. Başkan yardımcısı Sanchez Kolombiya’daki üsleri kınadığı sırada da olmak üzere iki kez yalanlandı. Bir radyonun yorumu bu durumu şöyle özetliyordu: ‘güçlü sol devrimci politik bir partiye dönüşen eski gerillaların saflarında hükümetin başındakileri suçlayan sesler her defasında daha gür çıkar’.
Buna rağmen FMLN’nin yönetimi son derece ölçülüler ve şimdilik sadece uluslararası politikada anlaşmazlık olduğunu ifade ediyorlar ve ‘dostça ilişkilerinin’ varlığına güveniyorlar. İyimser görünüyorlar.
Funes partinin bir militanı değildi, yönetici sorumlulukları deneyimine sahip olmayan bir üyeydi ve her geçen gün farklılıkları keskinleşiyor. La Prensa Grafica’ya Ekim ayında verdiği demeçte ‘FMLN’den ayrılıyorum, ideolojik olarak uzaklaştığım için değil, farklı rolleri üstlendiğimiz için. Parti çıkarlarını savunmam gerekmiyor.’ diyor ve kendi yetkililerinden ‘particil politikadan vazgeçmelerini’ bekliyordu.
Honduras krizinin ‘çözülmesini’, komşu ülkede bu yaşananları ifade etmeden değerlendiremeyiz. Geçtiğimiz 28 Haziran’da, tipik bir askeri darbe şiddet ve gayrımeşruluk özelliklerini taşıyan Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya’nın devrilmesi, kaçırılması ve yurtdışı edilmesi, ordu ve ABD üslerinin yardımıyla Kongre ve Yüksek Mahkeme tarafından ardarda savunuldu. BM, OAS, AB, ALBA, Unasur, Mercosur, Caricom gibi kurumlar ve halk direnişi tarafından kabul edilmemiş olmasına rağmen, darbeciler kendilerini sağlamlaştırdılar ve 29 Kasım’da hile dolu bir seçimi gerçekleştirdiler ve Ocak’ta da iktidarı seçilen başkana devredecekler.
28 Haziran’dan beri ‘diğer sol’, sağcı ve Pentagon medya kuruluşları, kısa süre önceki bir Mercosur toplantısında Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernandez’in darbeyi ‘medyatik-sivil bir darbe’ olarak nitelendirmesini ve ‘buna alışmamız lazım’ sözlerini desteklemişlerdi. Öncelikle darbenin niteliği ile ilgili bu yaklaşımla uyuşmamamız gerekiyor.
Medya tarafından desteklendiği kesin ve o yüzden evet medyatiktir, siviller tarafından hükümet kurulduğuna göre sivildir de, ancak askeri yanı tartışılmayacak kadar açıktır. En kaygı verici olan ise buna alışmalıyız söylemidir, bu kabul etmek ve boyun eğmektir…Her ne kadar yeni tip bir darbe olduğu kastedilmeye çalışılsa da, başarı kazandığı için ABD bunu önemli bir sıklıkta uygulamaya çalışacaktır.
Bir kez bunu başarıyla gerçekleştirdiklerine göre; Washington ve diğer bir ülkenin sağcıları bu modeli kendi ülkeleri için uygun ve mümkün görürlerse yeniden denemeyecekler mi? Tabii ki evet. Büyük bir ihtimalle bu perspektifler bugünlerde Havana’da yapılan ALBA’nın politik komite toplantısında değerlendirilecektir. Bunu yapmamak, askeri üsler ve IV. Filo politikasında ifadesini bulan tehlikeliği gerçekliğe destek sunmak olur…
Kolombiya’da 2 bin kişinin gömülü olduğu tahmin edilen yeni bir toplu mezar bulundu.
Canan Ateş
13 Aralık 2009
İnsan Hakları Komitesi tarafından dün yapılan bir açıklamaya göre, Kolombiya’nın çatışmalardan en çok etkilenen bölgelerinden Meta eyaletine bağlı La Macarena (Bogota’nın 200 km güneyinde) kasabasındaki halk mezarlığının arkasında toplu bir mezar bulundu. Komite yöneticisi Jairo Ramirez ‘İngiltere’den politikacı, sendikacı ve gazetecilerden oluşan bir delegasyonla birlikte Aralık ayının başından itibaren bölgede incelemelerde bulunuyoruz. Burada toplu bir mezar olduğunu biliyorduk ancak bu boyutta olduğunu tahmin etmiyorduk, çevre halkından da aldığımız bilgiler doğrultusunda gömülü ceset sayısının ikibin civarında olduğunu düşünüyoruz. Tahminimize göre de bu cesetler FARC’a karşı savaşmak için parayla ülkenin diğer bölgelerinden getirilen (FUDRA: Hareketli Güçler) ve çatışmada ölen gruplara ait’ dedi ve önümüzdeki günlerde daha kesin sonuçlara ulaşacaklarını belirtti.
Canan Ateş
13 Aralık 2009
İnsan Hakları Komitesi tarafından dün yapılan bir açıklamaya göre, Kolombiya’nın çatışmalardan en çok etkilenen bölgelerinden Meta eyaletine bağlı La Macarena (Bogota’nın 200 km güneyinde) kasabasındaki halk mezarlığının arkasında toplu bir mezar bulundu. Komite yöneticisi Jairo Ramirez ‘İngiltere’den politikacı, sendikacı ve gazetecilerden oluşan bir delegasyonla birlikte Aralık ayının başından itibaren bölgede incelemelerde bulunuyoruz. Burada toplu bir mezar olduğunu biliyorduk ancak bu boyutta olduğunu tahmin etmiyorduk, çevre halkından da aldığımız bilgiler doğrultusunda gömülü ceset sayısının ikibin civarında olduğunu düşünüyoruz. Tahminimize göre de bu cesetler FARC’a karşı savaşmak için parayla ülkenin diğer bölgelerinden getirilen (FUDRA: Hareketli Güçler) ve çatışmada ölen gruplara ait’ dedi ve önümüzdeki günlerde daha kesin sonuçlara ulaşacaklarını belirtti.
28 Kasım 2009 Cumartesi
27 Kasım 2009 Cuma
Ozan Akgül ile Toprak Karaoğlu'nun Hilmi Bulunmaz'ı karalama girişimine karşı, H. Bulunmaz'ın yazdığı ve aşağıda linki bulunan yazıyı Büktel de gördü!
“Tiyatro Oyun dergisinin 12 Eylül özel sayısına DARBE!” yaptığı iddialarına karşı Hilmi Bulunmaz'ın yanıtı:
DESTEKSİZ YALANLARA KANITLI YANITLAR
Hilmi Bulunmaz
18 Eylül 2009
Lütfen ...
TIKLAYINIZ!
(Kaynak: www.coskunbuktel.com)
DESTEKSİZ YALANLARA KANITLI YANITLAR
Hilmi Bulunmaz
18 Eylül 2009
Lütfen ...
TIKLAYINIZ!
(Kaynak: www.coskunbuktel.com)
"Özdemir Nutku skandalı", "Talât Halman skandalı" tartışmalarının üstünü küllemek için laboratuar ortamında imal edilen TİYAB, linç kültürünü besliyor
"YAVUZ HIRSIZ EV SAHİBİNİ BASTIRIR: Pişkin, laf cambazı, arsız, utanmasız insanların hiçbir şeyden sorumluluk hissetmeyebilecekleri müdavilinde, suçsuz insanı bile suçlu yapabileceklerinin paralel anlamlarına vesile olabilebien sözegelim." (Kaynak: Ekşi Sözlük)
Türkiye tiyatrosunun çürümüşlüğüne bir son vermek için mücadele eden Theope yazarı Coşkun Büktel ile sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için, "yalan makinesi", "küfürbaz" Mustafa Şükrü Demirkanlı tarafından başlatılan LİNÇ KAMPANYASI sonucu birçok yalan söylenip, iftira atılarak, pislik yuvası inşa edildi. Bu yalan, iftira ve pislik yuvalarından biri de, kendilerinin bir türlü inandırıcı olamayan ifadeleriyle "Tiyatro Yayıncıları Birliği" (TİYAB), Feridun Çetinkaya'nın müthiş zekâsıyla kondurduğu ve hemen inandırıcılık kazanan adıyla "Tiyatro Yalancıları Birliği" (TİYAB).
"Tiyatro Yalancıları Birliği"nin (TİYAB) kuruluşunda bulunmasına karşın, bu yuvanın içerdiği yalan, iftira, pislik ögelerine karşı duyarlı davranıp, ayrıldığını sandığımız Ahmet Ertuğrul Timur, "Tiyatro Yalancıları Birliği" tarafından örselenmek isteniyor. Bu örseleme isteği karşısında Timur nasıl bir tavır geliştirir tahmin etmek olanaksız. Çünkü hiçbir somut ilkeye sahip olmadığını gözlemlediğimiz Timur'un, bugün söylediğini ertesi gün yadsıma alışkanlığını saptamış bulunuyoruz. Ancak biz, bu yalancılar karşısında net bir tavır sergileyip, Timur'u bile savunuyoruz. Hem de Büktel ile Bulunmaz'ı sessizleştirmek isteyen LİNÇ KAMPANYASI için Timur'un verdiği imza olduğu yerde, bir at nalı gibi, bir maşallah gibi durmasına karşın!
Evet, Büktel ile Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek isteyen bu güruhun içerisinde, "bizce değerli" imzasını kirletmeyi sürdürmesine karşın, Timur'u neden savunuyoruz?
Çünkü, her şeyden önce Timur, hem Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf'ın (TAKSAV) 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Talât Sait Halman'a "Emek Ödülü" vermesine karşı çıktı ve hem de yalan, iftira odağı "Tiyatro Yalancıları Birliği"nden ayrılabilme cesaretini gösterdi. Bu davranışlara sahip olması bile, Timur'un anti-faşist nöronlar taşıdığının somut birer kanıtıdır!
Tiyatral faşizmi oluşturmak için çaba harcayan "Tiyatro Yalancıları Birliği"nin, Timur'u âdeta sorguya çekme dangalaklığı gösterdiği aşağıdaki yazıyı okuduğunuzda, siz de "pes artık" diyeceksiniz. (HB)
***
Tiyatro Kamuoyuna
TİYAB’ın 17 Kasım 2009’da yaptığı toplantıda gündem maddelerinden birisi de TİYAB üyesi TİYATROM'un sahibi ve editörü Ertuğrul Timur'un TİYAB'dan ayrıldığını bildiren ve toplantıya katılmayacağını belirten mesajı oldu. Aynı zamanda bu bildirimin TİYATROM ve Facebook üzerinden kamuoyuna duyurulduğu da görüldü. Bütün bunlar ayrılmanın bir adabı, hukuku olmalıdır uyarılarına rağmen yaşandı.
Bu noktaya nasıl gelindiği ele alındığında, 17 Kasım 2009 tarihli TİYAB toplantısında tartışılan konular ve ulaşılan sonuçlar özetle şunlardır:
1) Ertuğrul Timur'un 14. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali ile ilgili haber hazırlarken, daha önce TEMİZ TİYATRO kampanyası ile protesto edilen ve hakarete dayalı yayıncılık yaptığı tespit edilen Hilmi Bulunmaz'dan yardım istemesinin ilkesel olarak yanlış olup olmadığı tartışıldı. TİYAB'ın ulaştığı sonuç, Hilmi Bulunmaz'ın hakarete dayalı yayıncılık çizgisini halihazırda terk etmediği, kişisel de olsa bu türden bir yayıncılık çizgisini koruyan birisinden haber yapmak üzere yardım istenmesinin ilkesel olarak yanlış olduğudur.
2) TİYATROM'un mahremiyeti içinde ele alınması gereken sorunların doğrudan TİYAB'ın iç yazışma ortamına taşınması konusu tartışıldı. TİYAB'ın ulaştığı sonuç, Ertuğrul Timur'un üslup sorunlarını da içerecek şekilde TİYATROM'daki anlaşmazlıkları doğrudan TİYAB'a mal etmesinin kurumsal ayrım çizgilerinin gözetemediğini gösterdiği ve ilkesel olarak yanlış olduğudur.
3) TİYATROM adına TİYAB'ın kuruluşuna katılan, fakat sonrasında hukuksuz bir şekilde TİYAB'ı terk eden Ertuğrul Timur'un, örgütlü bir tiyatro ortamını hedefleyen Türkiye Tiyatro Kurultayı Koordinasyon Komitesi'nde yayıncılık alanını temsil etmesinin doğru olmadığına karar verildi.
Bütün bu gelişmelerin ışığında ve aldığımız kararlar gereği, Tiyatrom’un sahibi ve editörü Ertuğrul Timur’un TİYAB’dan özür dilemesini bekliyoruz.
TİYATRO YAYINCILARI BİRLİĞİ
(Kaynak: iatp-g)
***
Ayrıca bakınız:
TAKSAV'ın, 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Halman'a "Emek Ödülü" vermesine karşı çıktığımızda bize teşekkür etme inceliğini gösteren E. Timur'un haberi!
"Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf'ın (TAKSAV) 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Talât Sait Halman’a verdiği 'Emek Ödülü' haber linkleri"
Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
Linç imzacıları listesi
Türkiye tiyatrosunun çürümüşlüğüne bir son vermek için mücadele eden Theope yazarı Coşkun Büktel ile sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için, "yalan makinesi", "küfürbaz" Mustafa Şükrü Demirkanlı tarafından başlatılan LİNÇ KAMPANYASI sonucu birçok yalan söylenip, iftira atılarak, pislik yuvası inşa edildi. Bu yalan, iftira ve pislik yuvalarından biri de, kendilerinin bir türlü inandırıcı olamayan ifadeleriyle "Tiyatro Yayıncıları Birliği" (TİYAB), Feridun Çetinkaya'nın müthiş zekâsıyla kondurduğu ve hemen inandırıcılık kazanan adıyla "Tiyatro Yalancıları Birliği" (TİYAB).
"Tiyatro Yalancıları Birliği"nin (TİYAB) kuruluşunda bulunmasına karşın, bu yuvanın içerdiği yalan, iftira, pislik ögelerine karşı duyarlı davranıp, ayrıldığını sandığımız Ahmet Ertuğrul Timur, "Tiyatro Yalancıları Birliği" tarafından örselenmek isteniyor. Bu örseleme isteği karşısında Timur nasıl bir tavır geliştirir tahmin etmek olanaksız. Çünkü hiçbir somut ilkeye sahip olmadığını gözlemlediğimiz Timur'un, bugün söylediğini ertesi gün yadsıma alışkanlığını saptamış bulunuyoruz. Ancak biz, bu yalancılar karşısında net bir tavır sergileyip, Timur'u bile savunuyoruz. Hem de Büktel ile Bulunmaz'ı sessizleştirmek isteyen LİNÇ KAMPANYASI için Timur'un verdiği imza olduğu yerde, bir at nalı gibi, bir maşallah gibi durmasına karşın!
Evet, Büktel ile Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek isteyen bu güruhun içerisinde, "bizce değerli" imzasını kirletmeyi sürdürmesine karşın, Timur'u neden savunuyoruz?
Çünkü, her şeyden önce Timur, hem Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf'ın (TAKSAV) 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Talât Sait Halman'a "Emek Ödülü" vermesine karşı çıktı ve hem de yalan, iftira odağı "Tiyatro Yalancıları Birliği"nden ayrılabilme cesaretini gösterdi. Bu davranışlara sahip olması bile, Timur'un anti-faşist nöronlar taşıdığının somut birer kanıtıdır!
Tiyatral faşizmi oluşturmak için çaba harcayan "Tiyatro Yalancıları Birliği"nin, Timur'u âdeta sorguya çekme dangalaklığı gösterdiği aşağıdaki yazıyı okuduğunuzda, siz de "pes artık" diyeceksiniz. (HB)
***
Tiyatro Kamuoyuna
TİYAB’ın 17 Kasım 2009’da yaptığı toplantıda gündem maddelerinden birisi de TİYAB üyesi TİYATROM'un sahibi ve editörü Ertuğrul Timur'un TİYAB'dan ayrıldığını bildiren ve toplantıya katılmayacağını belirten mesajı oldu. Aynı zamanda bu bildirimin TİYATROM ve Facebook üzerinden kamuoyuna duyurulduğu da görüldü. Bütün bunlar ayrılmanın bir adabı, hukuku olmalıdır uyarılarına rağmen yaşandı.
Bu noktaya nasıl gelindiği ele alındığında, 17 Kasım 2009 tarihli TİYAB toplantısında tartışılan konular ve ulaşılan sonuçlar özetle şunlardır:
1) Ertuğrul Timur'un 14. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali ile ilgili haber hazırlarken, daha önce TEMİZ TİYATRO kampanyası ile protesto edilen ve hakarete dayalı yayıncılık yaptığı tespit edilen Hilmi Bulunmaz'dan yardım istemesinin ilkesel olarak yanlış olup olmadığı tartışıldı. TİYAB'ın ulaştığı sonuç, Hilmi Bulunmaz'ın hakarete dayalı yayıncılık çizgisini halihazırda terk etmediği, kişisel de olsa bu türden bir yayıncılık çizgisini koruyan birisinden haber yapmak üzere yardım istenmesinin ilkesel olarak yanlış olduğudur.
2) TİYATROM'un mahremiyeti içinde ele alınması gereken sorunların doğrudan TİYAB'ın iç yazışma ortamına taşınması konusu tartışıldı. TİYAB'ın ulaştığı sonuç, Ertuğrul Timur'un üslup sorunlarını da içerecek şekilde TİYATROM'daki anlaşmazlıkları doğrudan TİYAB'a mal etmesinin kurumsal ayrım çizgilerinin gözetemediğini gösterdiği ve ilkesel olarak yanlış olduğudur.
3) TİYATROM adına TİYAB'ın kuruluşuna katılan, fakat sonrasında hukuksuz bir şekilde TİYAB'ı terk eden Ertuğrul Timur'un, örgütlü bir tiyatro ortamını hedefleyen Türkiye Tiyatro Kurultayı Koordinasyon Komitesi'nde yayıncılık alanını temsil etmesinin doğru olmadığına karar verildi.
Bütün bu gelişmelerin ışığında ve aldığımız kararlar gereği, Tiyatrom’un sahibi ve editörü Ertuğrul Timur’un TİYAB’dan özür dilemesini bekliyoruz.
TİYATRO YAYINCILARI BİRLİĞİ
(Kaynak: iatp-g)
***
Ayrıca bakınız:
TAKSAV'ın, 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Halman'a "Emek Ödülü" vermesine karşı çıktığımızda bize teşekkür etme inceliğini gösteren E. Timur'un haberi!
"Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf'ın (TAKSAV) 12 Mart Faşizmi Kültür Bakanı Talât Sait Halman’a verdiği 'Emek Ödülü' haber linkleri"
Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
Linç imzacıları listesi
23 Kasım 2009 Pazartesi
Chavez’den ´5. Sosyalist Enternasyonal` Kurma Önerisi
Dünyanın çeşitli ülkelerinden 55 solcu parti ve örgütten delegelerin katılımıyla Caracas’ta 3 gün süren ve ‘Caracas Sözleşmesi’ adı altında ortaya çıkan sonuç bildirgesinde Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in yaptığı ‘V. Sosyalist Enternasyonal’i Kurma’ önerisi de yer aldı. Bununla birlikte dünyadaki tüm sosyalist parti, akım ve sosyal hareketlere emperyalizme karşı mücadelede, kapitalizmin sosyalizm tarafından aşılması ve ekonomik dayanışmanın yaratılması noktasında ortak bir strateji etrafında toplanma çağrısı yapıldı. Kısa süre içinde bir çalışma grubunun kurulması ve V. Sosyalist Enternasyonal’in dünya sosyalist hareketinin en üst otoritesi olarak örgütlenmesi, hedeflerin ve mekanizmaların tanımlanmasına öncelik verilmesi kararlaştırıldı.
Konuşması sırasında Chavez V. Sosyalist Enternasyonal’i kurma çağrısının komunist Karl Marks, Fredrich Engels ve Lenin’inkileriyle, Latin Amerikalı anti-emperyalistler Simon Bolivar, Francisco Morazán ve César Augusto Sandino’nunkilerin ortak düşünce ve ruhunu taşıması gerektiğini söyledi. Bu zamana kadarki enternasyonallerin her birinin kendi konjüktürü olduğunu ve dördünün de büyük kitle ve işçi mücadelelerinin ve aynı zamanda büyük burjuva egemenliğinin olduğu Avrupa’dan doğduğunu, şimdi ise dünyanın birçok kıtasında ve ülkesinde ‘farklı ve dayanışma içinde bir toplum’ için sosyalistlerin umut bayrağını yukarı kaldırdığını vurguladı.
Toplantı sonuç bildirgesindeki ortak hareket noktaları şu şekilde maddeleştirildi:
1. Kolombiya’daki ABD askeri üslerine karşı dünya çapında eylemler düzenlenmesi.
2. Sosyalist parti ve hareketler arasındaki ilişkiyi istikrarlı hale getirme ve ortak eylem hattını harekete geçirme.
3. Dünya çapında barış hareketini yaratacak militan bir örgüt kurma.
4. ‘Devrimci Bilinç’ yaratma amaçlı uluslararası iletişim birlikleri kurma.
5. Bütün halk hareketlerini Honduras halkını desteklemeleri ve anayasal başkan Manuel Zelaya’nın tekrar görevine dönmesini sağlamak için harekete geçirme.
6. Özgürlükleri için mücadele eden dünya halklarıyla sıkı bir dayanışma içinde olma.
Haber: Canan Ateş, Caracas 22/11/2009
Dünyanın çeşitli ülkelerinden 55 solcu parti ve örgütten delegelerin katılımıyla Caracas’ta 3 gün süren ve ‘Caracas Sözleşmesi’ adı altında ortaya çıkan sonuç bildirgesinde Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in yaptığı ‘V. Sosyalist Enternasyonal’i Kurma’ önerisi de yer aldı. Bununla birlikte dünyadaki tüm sosyalist parti, akım ve sosyal hareketlere emperyalizme karşı mücadelede, kapitalizmin sosyalizm tarafından aşılması ve ekonomik dayanışmanın yaratılması noktasında ortak bir strateji etrafında toplanma çağrısı yapıldı. Kısa süre içinde bir çalışma grubunun kurulması ve V. Sosyalist Enternasyonal’in dünya sosyalist hareketinin en üst otoritesi olarak örgütlenmesi, hedeflerin ve mekanizmaların tanımlanmasına öncelik verilmesi kararlaştırıldı.
Konuşması sırasında Chavez V. Sosyalist Enternasyonal’i kurma çağrısının komunist Karl Marks, Fredrich Engels ve Lenin’inkileriyle, Latin Amerikalı anti-emperyalistler Simon Bolivar, Francisco Morazán ve César Augusto Sandino’nunkilerin ortak düşünce ve ruhunu taşıması gerektiğini söyledi. Bu zamana kadarki enternasyonallerin her birinin kendi konjüktürü olduğunu ve dördünün de büyük kitle ve işçi mücadelelerinin ve aynı zamanda büyük burjuva egemenliğinin olduğu Avrupa’dan doğduğunu, şimdi ise dünyanın birçok kıtasında ve ülkesinde ‘farklı ve dayanışma içinde bir toplum’ için sosyalistlerin umut bayrağını yukarı kaldırdığını vurguladı.
Toplantı sonuç bildirgesindeki ortak hareket noktaları şu şekilde maddeleştirildi:
1. Kolombiya’daki ABD askeri üslerine karşı dünya çapında eylemler düzenlenmesi.
2. Sosyalist parti ve hareketler arasındaki ilişkiyi istikrarlı hale getirme ve ortak eylem hattını harekete geçirme.
3. Dünya çapında barış hareketini yaratacak militan bir örgüt kurma.
4. ‘Devrimci Bilinç’ yaratma amaçlı uluslararası iletişim birlikleri kurma.
5. Bütün halk hareketlerini Honduras halkını desteklemeleri ve anayasal başkan Manuel Zelaya’nın tekrar görevine dönmesini sağlamak için harekete geçirme.
6. Özgürlükleri için mücadele eden dünya halklarıyla sıkı bir dayanışma içinde olma.
Haber: Canan Ateş, Caracas 22/11/2009
20 Kasım 2009 Cuma
Peru ve Şili Arasındaki Casusluk Krizi Devam Ediyor.
Peru devlet başkanı Alan Garcia, Çarşamba günü yaptığı açıklamada Şili ile diplomatik bir gerginliğe neden olan casusluk iddiaları ile ilgili olarak Perulular’a ulusal birlik çağrısında bulundu. Perulu sağcı devlet başkanı Garcia, muhalefet liderleri ile Şili ile yaşanan sorunu görüşmek üzere biraraya geldikten sonra yaptığı açıklamada ‘bütün Perulular olarak ulusal biriliği sağlamalıyız. Bölünürsek topraklarımızı işgal ederler. Bizi hiçbir zaman bölünmüş olarak görmelerine müsaade etmemeliyiz’ sözlerine yer verdi.
Şili’ye karşı oybirliği ile alınan kınama tavrına rağmen polis güçleri ile emekli askerlerin Garcia’ya yönelik yaptığı ve komşu ülke Şili’ye karşı takındığı ‘zayıf’ duruşu hedef alan eleştiriler ön plana çıkıyor.
Peru Savunma Bakanı Rafael Rey ise, Lima’da bulunan Şili Büyükelçiliği’ne söz konusu casusluk olay ile ilgili ayrıntılı olarak yürüttükleri soruşturmanın dosyasını en kısa zamanda ulaştıracaklarını ifade etti.
Soruşturmaya göre, yakalanan Perulu astsubayın Montevideo, Arica ve Lima’da bulunan Şili istihbaratından görevlilerle yedi yıl boyunca sürekli irtibat halinda bulunduğu ve Peru’nun 2021 yılına kadarki Hava Kuvetleri Stratejik Planı’na dair bilgileri sızdırdığı belirtiliyor.
Öte yandan Şili Milletvekilleri Kamarası ise önceki gün oy birliği ile Peru’nun Şili’ye yönelttiği bu suçlamaları kınama kararı aldı. Üç maddelik kınama notasında, Peru devlet başkanı Alan Garcia dahil olmak üzere Peru makamlarının Şili’ye yaptığı suçlama ve hakaretlerin kabul edilemez olduğu vurgulandı. Şili’deki başkan seçimi adaylarından Eduardo Frei de, Şili devlet başkanı Michelle Bachelet’in ‘söz konusu gelişmeler Peru’nun sürekli bir düşmanlık politikası izlediği anlamına geliyor’ şeklindeki değerlendirmesine katıldığını belirtti.
Haber: CANAN ATEŞ
20.11.2009
Peru devlet başkanı Alan Garcia, Çarşamba günü yaptığı açıklamada Şili ile diplomatik bir gerginliğe neden olan casusluk iddiaları ile ilgili olarak Perulular’a ulusal birlik çağrısında bulundu. Perulu sağcı devlet başkanı Garcia, muhalefet liderleri ile Şili ile yaşanan sorunu görüşmek üzere biraraya geldikten sonra yaptığı açıklamada ‘bütün Perulular olarak ulusal biriliği sağlamalıyız. Bölünürsek topraklarımızı işgal ederler. Bizi hiçbir zaman bölünmüş olarak görmelerine müsaade etmemeliyiz’ sözlerine yer verdi.
Şili’ye karşı oybirliği ile alınan kınama tavrına rağmen polis güçleri ile emekli askerlerin Garcia’ya yönelik yaptığı ve komşu ülke Şili’ye karşı takındığı ‘zayıf’ duruşu hedef alan eleştiriler ön plana çıkıyor.
Peru Savunma Bakanı Rafael Rey ise, Lima’da bulunan Şili Büyükelçiliği’ne söz konusu casusluk olay ile ilgili ayrıntılı olarak yürüttükleri soruşturmanın dosyasını en kısa zamanda ulaştıracaklarını ifade etti.
Soruşturmaya göre, yakalanan Perulu astsubayın Montevideo, Arica ve Lima’da bulunan Şili istihbaratından görevlilerle yedi yıl boyunca sürekli irtibat halinda bulunduğu ve Peru’nun 2021 yılına kadarki Hava Kuvetleri Stratejik Planı’na dair bilgileri sızdırdığı belirtiliyor.
Öte yandan Şili Milletvekilleri Kamarası ise önceki gün oy birliği ile Peru’nun Şili’ye yönelttiği bu suçlamaları kınama kararı aldı. Üç maddelik kınama notasında, Peru devlet başkanı Alan Garcia dahil olmak üzere Peru makamlarının Şili’ye yaptığı suçlama ve hakaretlerin kabul edilemez olduğu vurgulandı. Şili’deki başkan seçimi adaylarından Eduardo Frei de, Şili devlet başkanı Michelle Bachelet’in ‘söz konusu gelişmeler Peru’nun sürekli bir düşmanlık politikası izlediği anlamına geliyor’ şeklindeki değerlendirmesine katıldığını belirtti.
Haber: CANAN ATEŞ
20.11.2009
Venezüella Ekonomisi Düşüşte: Son üç aydaki düşüş oranı % 4,5
Venezüella Merkez Bankası (BCV) tarafından yapılan açıklamada, Venezüella ekonomisindeki düşüşün son üç ay değerledirildiğinde toplam iç üretim kapasitesi bakımından %4,5’luk bir seviyeye çıktığı ifade edildi. İlk üç ayda %1’lik düşüşün de gözönüne alınması durumunda Ocak-Eylül ayları arasını kapsayan büyümenin –%2,2 olması BCV’nin verdiği diğer dikkat çekici bilgiyi oluşturuyor.
Yapılan uluslararası anlaşmalar gözönüne alındığında Venezüella ekonomisinde düşüş yaşandığı ve bunun oranının da sene başından beri süreklilik kazandığı, toplam iç üretimin ikinci üç aylık döneminde %2,4’luk bir azalma yaşandığı belirtildi.
Petrole dayalı üretimin son üç aylık dönemde %9,5’luk, Ocak-Eylül arası dönemde ise %6,1 oranında düşüş gösterdiğinin ifade edildiği raporda son üç aylık dönemde imalat sektörünün %9,2, ticari sektörün %11,5, madencilik sektörünün %18,3, ulaşımın %11,1, gayrımenkul hizmetlerinin %3,2 oranında bir düşüş yaşamasına karşın su ve elektrik alanında %4, inşaat sektöründe %4,3, iletişim alanında %11,4, merkezi hükümet tarafından sunulan hizmet alanında %2,3 (sağlık %1,9 ve eğitim %0,7) oranında artış olduğu BCV’nin ifade ettiği diğer rakamsal bilgileri oluşturuyor.
2009 yılına ait ithalat/ihracat rakamının 2008 rakamı olan 19 milyar 335 milyon dolardan 7 milyar 550 milyon dolara düşmesinin nedeni olarak ise toplam ihracattaki %48,7 ve ithalattaki %29’luk düşüş gösteriliyor.
Venezüella Ekonomi Bakanı Ali Rodriguez önceki gün yaptığı açıklamada, ekomomideki bu düşüşü durdurmak ve enflasyonu aşağı çekmek için gerekli önelemlerin alınacağını belirtti. Sıkı bir döviz kontrol politikası yürüten Venezüella hükümetinin özellikle gıda malzemelerin ve tıbbi ihtiyaçlarının satın alınması için piyasaya döviz aktaracağını belirten Rodriguez, ekonomideki düşüşün nedenlerinden biri olarak uluslarası vergilerden dolayı ülkedeki yapılan üretimin düşmesi ve üretim için gerekli yatırım malzemelerinin ithalattındaki sorunlar olduğunun altını çizdi. Önlem olarak alınacak tedbirlerden en önemlisi olarak özellikle petrol sektörü olmak üzere atıl haldeki üretim işletmelerinin canlandırılacak olmasını sözlerine ekledi.
Haber: CANAN ATEŞ
20 Kasım 2009
Venezüella Merkez Bankası (BCV) tarafından yapılan açıklamada, Venezüella ekonomisindeki düşüşün son üç ay değerledirildiğinde toplam iç üretim kapasitesi bakımından %4,5’luk bir seviyeye çıktığı ifade edildi. İlk üç ayda %1’lik düşüşün de gözönüne alınması durumunda Ocak-Eylül ayları arasını kapsayan büyümenin –%2,2 olması BCV’nin verdiği diğer dikkat çekici bilgiyi oluşturuyor.
Yapılan uluslararası anlaşmalar gözönüne alındığında Venezüella ekonomisinde düşüş yaşandığı ve bunun oranının da sene başından beri süreklilik kazandığı, toplam iç üretimin ikinci üç aylık döneminde %2,4’luk bir azalma yaşandığı belirtildi.
Petrole dayalı üretimin son üç aylık dönemde %9,5’luk, Ocak-Eylül arası dönemde ise %6,1 oranında düşüş gösterdiğinin ifade edildiği raporda son üç aylık dönemde imalat sektörünün %9,2, ticari sektörün %11,5, madencilik sektörünün %18,3, ulaşımın %11,1, gayrımenkul hizmetlerinin %3,2 oranında bir düşüş yaşamasına karşın su ve elektrik alanında %4, inşaat sektöründe %4,3, iletişim alanında %11,4, merkezi hükümet tarafından sunulan hizmet alanında %2,3 (sağlık %1,9 ve eğitim %0,7) oranında artış olduğu BCV’nin ifade ettiği diğer rakamsal bilgileri oluşturuyor.
2009 yılına ait ithalat/ihracat rakamının 2008 rakamı olan 19 milyar 335 milyon dolardan 7 milyar 550 milyon dolara düşmesinin nedeni olarak ise toplam ihracattaki %48,7 ve ithalattaki %29’luk düşüş gösteriliyor.
Venezüella Ekonomi Bakanı Ali Rodriguez önceki gün yaptığı açıklamada, ekomomideki bu düşüşü durdurmak ve enflasyonu aşağı çekmek için gerekli önelemlerin alınacağını belirtti. Sıkı bir döviz kontrol politikası yürüten Venezüella hükümetinin özellikle gıda malzemelerin ve tıbbi ihtiyaçlarının satın alınması için piyasaya döviz aktaracağını belirten Rodriguez, ekonomideki düşüşün nedenlerinden biri olarak uluslarası vergilerden dolayı ülkedeki yapılan üretimin düşmesi ve üretim için gerekli yatırım malzemelerinin ithalattındaki sorunlar olduğunun altını çizdi. Önlem olarak alınacak tedbirlerden en önemlisi olarak özellikle petrol sektörü olmak üzere atıl haldeki üretim işletmelerinin canlandırılacak olmasını sözlerine ekledi.
Haber: CANAN ATEŞ
20 Kasım 2009
19 Kasım 2009 Perşembe
YURDUMUZ BÜTÜN AMERİKA’dır
Narko-paramiliter Alvaro Uribe öncülüğündeki Kolombiya oligarşisinin ülkeyi Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri üssüne dönüştürme süreci, Kurtarıcımız Simon Bolivar’ın daha 5 Ağustos 1829 tarihinde yazdığı bir makaledeki şu sözleri doğrular niteliktedir: ‘Görünen o ki Birleşik Devletler Amerikamızı özgürlük adı altında sefalete sürükleyecek istila harekatına yönelmiş durumda’.
Kuzey’deki patron, halklarımıza ‘mümkün olan en yüksek mutluluğu’ sağlayacak ‘Latin Amerika’nın Bağımsızlığı ve Bütünleşmesi’ temelli bolivarcı projenin gerçekleşmesine doğru yolalan Venezüella’daki gibi sosyal süreçleri engellemek için, Kolombiya’yı stratejisinin mızrak ucu haline getirmeye çalışıyor.
Durum son derece ciddidir. Hedef, öncülüğün dirayetini kırmak ve Venezüella halkının öncellerimizin açtığı yolda ilerlemesini engellemektir. Oligarşiler kendi imtiyazlarını kaybetmekten ve bugün tüm Amerikamızda yaşandığı gibi bir örneğin tüme yayılmasından çok korkmaktadırlar. Bu yüzden iftiraya, kafa karışıklığı ve umutsuzluk yaratmak amaçlı paramiliter katliamlara, yüssüzce ajan çalışmalarına başvurmaktalar; sahte ulusalcılık ve kontrolden çıkmış bir şovenizm yayan medyatik kampanyalar aracılığı ile halkı kandırmaya çalışıyorlar.
Bütün bunlarla birlikte emperyalizm, ‘görevi’ Kolombiya yerine getirebilsin diye, imtiyazlarını korumak için kendisine hayran ve diz çökmüş yerli yönetici sınıfın desteğini de alarak, koşulları oluşturmaktadır. Bu yüzden yaşanacak çatışma Kolombiya ile Venezüella arasında değil, iktidarı elinde tutmak için imkansızı zorlayan oligarşiler ile net, kardeşçe ve sahte milliyetçilikten uzak gerçek enternasyonalist bir cevap vermeye zorunlu olan bizim Amerikamızın halkları arasında gerçekleşecektir.
Sınırın iki tarafında yaşayanları, emperyalist planların bozguna uğratıldığı ve halklarımız arasında kardeşçe ve bolivarcı bağların sıkılaştığı aşılması imkansız duvarlara dönüşecek anti-emperyalist komiteleri kurmaya çağırıyoruz.
Yurdumuza Saygı,
Yankee Kolombiya’dan Defol!
FARC-EP Merkaz Kurmay Heyeti Sekreteryası
Kolombiya Dağları, 13.11.2009
İspanyolcadan Türkçeye çeviren: Canan Ateş
Narko-paramiliter Alvaro Uribe öncülüğündeki Kolombiya oligarşisinin ülkeyi Kuzey Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri üssüne dönüştürme süreci, Kurtarıcımız Simon Bolivar’ın daha 5 Ağustos 1829 tarihinde yazdığı bir makaledeki şu sözleri doğrular niteliktedir: ‘Görünen o ki Birleşik Devletler Amerikamızı özgürlük adı altında sefalete sürükleyecek istila harekatına yönelmiş durumda’.
Kuzey’deki patron, halklarımıza ‘mümkün olan en yüksek mutluluğu’ sağlayacak ‘Latin Amerika’nın Bağımsızlığı ve Bütünleşmesi’ temelli bolivarcı projenin gerçekleşmesine doğru yolalan Venezüella’daki gibi sosyal süreçleri engellemek için, Kolombiya’yı stratejisinin mızrak ucu haline getirmeye çalışıyor.
Durum son derece ciddidir. Hedef, öncülüğün dirayetini kırmak ve Venezüella halkının öncellerimizin açtığı yolda ilerlemesini engellemektir. Oligarşiler kendi imtiyazlarını kaybetmekten ve bugün tüm Amerikamızda yaşandığı gibi bir örneğin tüme yayılmasından çok korkmaktadırlar. Bu yüzden iftiraya, kafa karışıklığı ve umutsuzluk yaratmak amaçlı paramiliter katliamlara, yüssüzce ajan çalışmalarına başvurmaktalar; sahte ulusalcılık ve kontrolden çıkmış bir şovenizm yayan medyatik kampanyalar aracılığı ile halkı kandırmaya çalışıyorlar.
Bütün bunlarla birlikte emperyalizm, ‘görevi’ Kolombiya yerine getirebilsin diye, imtiyazlarını korumak için kendisine hayran ve diz çökmüş yerli yönetici sınıfın desteğini de alarak, koşulları oluşturmaktadır. Bu yüzden yaşanacak çatışma Kolombiya ile Venezüella arasında değil, iktidarı elinde tutmak için imkansızı zorlayan oligarşiler ile net, kardeşçe ve sahte milliyetçilikten uzak gerçek enternasyonalist bir cevap vermeye zorunlu olan bizim Amerikamızın halkları arasında gerçekleşecektir.
Sınırın iki tarafında yaşayanları, emperyalist planların bozguna uğratıldığı ve halklarımız arasında kardeşçe ve bolivarcı bağların sıkılaştığı aşılması imkansız duvarlara dönüşecek anti-emperyalist komiteleri kurmaya çağırıyoruz.
Yurdumuza Saygı,
Yankee Kolombiya’dan Defol!
FARC-EP Merkaz Kurmay Heyeti Sekreteryası
Kolombiya Dağları, 13.11.2009
İspanyolcadan Türkçeye çeviren: Canan Ateş
26 Ekim 2009 Pazartesi
Venezüella, Kolombiya’ya Protesto Notası Verdi.
Venezüella başkan yardımcısı Ramon Carrizalez, Kolombiya savunma bakanı Gabriel Silva’nın geçen Perşembe günü yaptığı açıklamadaki ‘uyuşturucu kaçakçılığı için kullanılan uçakların büyük çoğunluğunun Venezüella’dan kalkarak Orta Amerika’ya geçtiği’ yönündeki ifadelerine cevap olarak Caracas’taki Kolombiya Büyükelçiliği’ne protesto notası gönderdi.
Carrizalez, Kolombiyalı bakan Gabriel Silva’nın iddialarını ‘saygısızlık ve terbiyesizlik’ olarak ifade ederken Kolombiya’nın Güney Amerika’daki en fazla uyuşturucu üreten ülke olduğunu hatırlattı.
‘Bakan utanmaz bir tavır ve sonsuz bir sinizm ile Venzüella’nın uyuşturucu geçişi için serbest bırakılmış bir alan olduğunu iddia ediyor. Eğer uyuşturucunun Venezüella’dan geçtiğini iddia ediyorsanız, bu uyuşturucunun da nereden geldiğini biliyorsunuz demektir. Bütün uyuşturucu sizin ülkeniz toraklarından geliyor.’ diyen başkan yardımcısı Venezüella’nın sınırlarında uyuşturucuya karşı başlattığı mücadeleye tüm dünyanın şahit olduğunu vurguladı.
Carrizalez, bu türdeki açıklamaların uydurma olduğunu ve bu sayede Venezüella’nın itibarının sarsılmasının hedeflendiğini açık bir dille ifade etti. Bu iddiaların kendi yetersizliklerinin ve Kolombiya’nın yaşadığı iç sorunların üzerini kapamak adına ortaya atıldığını belirten başkan yardımcısı, Venezüella’nın Kolombiya’da 50 yıldır süren iç savaşın, uyuşturucu üretiminin ve bu uyuşturucunun ABD tarafından tüketilmesinin bir kurbanı olduğunu vurguladı.
Carrizalez, aynı zamanda Kolombiya savunma bakanı Gabriel Silva’nın Venezüella’nın silah alımı konusundaki sözlerini de eleştirerek savunmaya yapılan yatırımın bir ülkenin hakkı olduğunu ifade etti. Venezüella ile Kolombiya’nın iyi ilişkiler içerisinde bulunmasının bir zorunluluk olduğunu belirten başkan yardımcısı, her iki ülkenin de komşu ülkeler olmak gibi bir özelliğe sahip olduklarının altını çizdi.
Carrizalez, Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe’nin ise saldırgan bir güçle ilişki içerisinde olmak pahasına Güney Amerikalı ülkeler tarafından izole edildiğini ve keyfi davranışlar içerisinde bulunduğunu ifade etti.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Venezüella başkan yardımcısı Ramon Carrizalez, Kolombiya savunma bakanı Gabriel Silva’nın geçen Perşembe günü yaptığı açıklamadaki ‘uyuşturucu kaçakçılığı için kullanılan uçakların büyük çoğunluğunun Venezüella’dan kalkarak Orta Amerika’ya geçtiği’ yönündeki ifadelerine cevap olarak Caracas’taki Kolombiya Büyükelçiliği’ne protesto notası gönderdi.
Carrizalez, Kolombiyalı bakan Gabriel Silva’nın iddialarını ‘saygısızlık ve terbiyesizlik’ olarak ifade ederken Kolombiya’nın Güney Amerika’daki en fazla uyuşturucu üreten ülke olduğunu hatırlattı.
‘Bakan utanmaz bir tavır ve sonsuz bir sinizm ile Venzüella’nın uyuşturucu geçişi için serbest bırakılmış bir alan olduğunu iddia ediyor. Eğer uyuşturucunun Venezüella’dan geçtiğini iddia ediyorsanız, bu uyuşturucunun da nereden geldiğini biliyorsunuz demektir. Bütün uyuşturucu sizin ülkeniz toraklarından geliyor.’ diyen başkan yardımcısı Venezüella’nın sınırlarında uyuşturucuya karşı başlattığı mücadeleye tüm dünyanın şahit olduğunu vurguladı.
Carrizalez, bu türdeki açıklamaların uydurma olduğunu ve bu sayede Venezüella’nın itibarının sarsılmasının hedeflendiğini açık bir dille ifade etti. Bu iddiaların kendi yetersizliklerinin ve Kolombiya’nın yaşadığı iç sorunların üzerini kapamak adına ortaya atıldığını belirten başkan yardımcısı, Venezüella’nın Kolombiya’da 50 yıldır süren iç savaşın, uyuşturucu üretiminin ve bu uyuşturucunun ABD tarafından tüketilmesinin bir kurbanı olduğunu vurguladı.
Carrizalez, aynı zamanda Kolombiya savunma bakanı Gabriel Silva’nın Venezüella’nın silah alımı konusundaki sözlerini de eleştirerek savunmaya yapılan yatırımın bir ülkenin hakkı olduğunu ifade etti. Venezüella ile Kolombiya’nın iyi ilişkiler içerisinde bulunmasının bir zorunluluk olduğunu belirten başkan yardımcısı, her iki ülkenin de komşu ülkeler olmak gibi bir özelliğe sahip olduklarının altını çizdi.
Carrizalez, Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe’nin ise saldırgan bir güçle ilişki içerisinde olmak pahasına Güney Amerikalı ülkeler tarafından izole edildiğini ve keyfi davranışlar içerisinde bulunduğunu ifade etti.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Zelaya, Başkanlığı Kısa Sürede Devralacağını İfade Etti.
Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya, Cumartesi günü yaptığı açıklamada 28 Haziran tarihinde yapılan askeri darbe ile zorla uzaklaştırıldığı devlet başkanlığı görevini kısa zaman içerisinde yeniden devralacağını ifade etti.
Zelaya, Radio Globo tarafından canlı yayınlanan ve Partido Liberal (Liberal Parti) üyesi yüzlerce darbe karşıtı yandaşına hitaben yaptığı konuşmada ‘Honduras halkı tarafından seçilmiş yasal devlet başkanının görevine döneceği günler yakındır. Kısa zamanda zafere ulaşacağız ve Honduras’a barış gelecek’ dedi. Manuel Zelaya sözlerine ‘darbeci hükümet devrilecek ve Honduras, 28 Haziran’da kaybettiği barış ortamına tekrar kavuşacaktır.’ şeklinde devam etti.
Darbeci hükümet ise, 29 Kasım tarıhinde yapılmasını planladığı başkanlık seçimlerinin hazırlıklarını hızlandırdı. Darbeci hükümet temsilcileri ile Manuel Zelaya’yı temsil edenler arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmamış olması ise ülkedeki siyasi kriz ortamını daha da şiddetlendirdi.
Honduras Yüksek Seçim Kurulu (TSE) ise, 29 Kasım’da yapılması planlanan seçimlerin uluslarası kamuoyu nezdinde meşruluk kazanması için ABD’ye yönelik bir kınama kampanyası başlatarak 15 milyon adet oy pusulasının baskısının yapılması talimatını verdi.
The Carter Center yöneticisi Jennifer McCoy, Cumartesi günü yaptığı açıklamada Micheletti hükümeti ile darbe ile görevinden uzaklaştırılan devlet başkanı Manuel Zelaya’nın bir anlaşmaya varmaması nedeniyle ülkedeki siyasi kriz ortamı devam ettiği sürece kurumun 29 Kasım’daki seçimlere gözlemci olarak katılmayacağını ifade etti.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya, Cumartesi günü yaptığı açıklamada 28 Haziran tarihinde yapılan askeri darbe ile zorla uzaklaştırıldığı devlet başkanlığı görevini kısa zaman içerisinde yeniden devralacağını ifade etti.
Zelaya, Radio Globo tarafından canlı yayınlanan ve Partido Liberal (Liberal Parti) üyesi yüzlerce darbe karşıtı yandaşına hitaben yaptığı konuşmada ‘Honduras halkı tarafından seçilmiş yasal devlet başkanının görevine döneceği günler yakındır. Kısa zamanda zafere ulaşacağız ve Honduras’a barış gelecek’ dedi. Manuel Zelaya sözlerine ‘darbeci hükümet devrilecek ve Honduras, 28 Haziran’da kaybettiği barış ortamına tekrar kavuşacaktır.’ şeklinde devam etti.
Darbeci hükümet ise, 29 Kasım tarıhinde yapılmasını planladığı başkanlık seçimlerinin hazırlıklarını hızlandırdı. Darbeci hükümet temsilcileri ile Manuel Zelaya’yı temsil edenler arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmamış olması ise ülkedeki siyasi kriz ortamını daha da şiddetlendirdi.
Honduras Yüksek Seçim Kurulu (TSE) ise, 29 Kasım’da yapılması planlanan seçimlerin uluslarası kamuoyu nezdinde meşruluk kazanması için ABD’ye yönelik bir kınama kampanyası başlatarak 15 milyon adet oy pusulasının baskısının yapılması talimatını verdi.
The Carter Center yöneticisi Jennifer McCoy, Cumartesi günü yaptığı açıklamada Micheletti hükümeti ile darbe ile görevinden uzaklaştırılan devlet başkanı Manuel Zelaya’nın bir anlaşmaya varmaması nedeniyle ülkedeki siyasi kriz ortamı devam ettiği sürece kurumun 29 Kasım’daki seçimlere gözlemci olarak katılmayacağını ifade etti.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Uruguay’da Seçimlerde İkinci Tura Gidilecek.
Uruguay devlet başkanlığı adaylarından Frente Amplio (Geniş Cephe) adayı eski gerilla lideri Jose Mujica seçim sonuçlarının belli olmasından sonra başkan yardımcılığı için aday olan Danilo Astori ile birlikte yaptığı basın açıklamasında 29 Kasım tarihinde seçimlerin ikinci turunun yapılacağını açıkladı.
Jose Mujica, ilk turda adaylardan hiçbirinin %50’nin üzerinde oy alamaması nedeniyle ikinci tura gidilecek olmasını Uruguay halkının isteği olduğunu ifade etti.
Halen senatörlük görevini yürütmekte olan FA adayı Mujica, Uruguay halkının kendilerinden biraz daha daha çaba sarfetmelerini istediğini belirterek salt çoğunluğu elde etmelerine ramak kalmasına rağmen 29 Kasım tarihinde seçinlerin ikinci turuna gidileceğini açıkladı.
Seçim sonuçlarının ilk turda zafer kazanmalarına yetmediğini belirten Mujica, buna rağmen seçimlerde elde ettikleri %49 oranının memnun edici olduğunu ve partisinin ikinci tur için son derece iyimser olduğunu sözlerine ekledi.
Mujica ile birlikte seçim kampanyasını yürüten ve başkan yardımcılığı için aday olan Danilo Astori ise, Uruguay’daki geleneksel iki partinin bir hayli üzerine çıkan oranda oy almış olmalarının kendilerini son derece memnun ettiğini ifade etti.
Mujica’nın ardından en yüksek oy oranına sahip aday ise Ulusal Parti (PN) adayı Lacalle ise %31’de kaldı.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Uruguay devlet başkanlığı adaylarından Frente Amplio (Geniş Cephe) adayı eski gerilla lideri Jose Mujica seçim sonuçlarının belli olmasından sonra başkan yardımcılığı için aday olan Danilo Astori ile birlikte yaptığı basın açıklamasında 29 Kasım tarihinde seçimlerin ikinci turunun yapılacağını açıkladı.
Jose Mujica, ilk turda adaylardan hiçbirinin %50’nin üzerinde oy alamaması nedeniyle ikinci tura gidilecek olmasını Uruguay halkının isteği olduğunu ifade etti.
Halen senatörlük görevini yürütmekte olan FA adayı Mujica, Uruguay halkının kendilerinden biraz daha daha çaba sarfetmelerini istediğini belirterek salt çoğunluğu elde etmelerine ramak kalmasına rağmen 29 Kasım tarihinde seçinlerin ikinci turuna gidileceğini açıkladı.
Seçim sonuçlarının ilk turda zafer kazanmalarına yetmediğini belirten Mujica, buna rağmen seçimlerde elde ettikleri %49 oranının memnun edici olduğunu ve partisinin ikinci tur için son derece iyimser olduğunu sözlerine ekledi.
Mujica ile birlikte seçim kampanyasını yürüten ve başkan yardımcılığı için aday olan Danilo Astori ise, Uruguay’daki geleneksel iki partinin bir hayli üzerine çıkan oranda oy almış olmalarının kendilerini son derece memnun ettiğini ifade etti.
Mujica’nın ardından en yüksek oy oranına sahip aday ise Ulusal Parti (PN) adayı Lacalle ise %31’de kaldı.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Uruguay Devlet Başkanı, Biri Gerilla Diğeri Neoliberal Olan İki Adaydan Biri Olacak.
Uruguay halkı, bu Pazar günü devlet başkanını ve milletvekillerini seçmek üzere seçim sandıklarına gidiyor. 2005 yılındaki seçimlerden merkez sağ parti Ulusal Parti karşısında başarıyla çıkan solcu Frente Amplio’nun (FA) bu süreci devam ettireceği öngörülürken FA başkan adayı Jose Mujica’nın da seçimleri kazanmasına yüksek bir ihtimal veriliyor.
Uruguay’daki seçimlerin birinci turunda adaylardan birinin oyların en az 50%’sini alamaması durumda 29 Kasım tarihinde ikinci tura gidilecek. Yeni devlet başkanı ise, devlet başkanlığı görevini 1 Mart 2010 tarihinde şu anki devlet başkanı Tabare Vazquez’den devralacak.
FA adayı ve eski gerilla 74 yaşındaki Jose Mujica’nın bu 50% barajını aşabilmesi önem taşıyor, çünkü 1990 ve 1995 yılları arasında da Uruguay devlet başkanlığı yapmış olan neoliberal aday Luis Alberto Lacalle, diğer partilerin de desteğini alarak ikinci turu kazanmaya yönelik bir seçim kampanyası yürüttü.
Yapılan kimi anketlerin sonuçları FA’nın seçimlerin ilk turunda devlet başkanlığını alamayacağını iddia etse de, FA’nın geçerli oyların 48,5% nin alınmasının yeterli olacağından milletvekili sayısında çoğunluğu elde edeceği de öngörülenler arasında dile getiriliyor.
Uruguay’da 100 yıldan bu yana iktidarda olan ve ’modern’ Uruguay’ın kurucusu olarak tanımlanan Partido Colorado (Colorado Partisi)’nin oy oranı ise %12’lerde kalmış durumda. 2004 yılındaki seçimlerden hezimetle çıkan Partido Colorado’nun başkan adayı ise eski diktatör Juan Maria Bordaberry’nin oğlu sağcı Pedro Bordaberry.
Devlet başkanlığı seçiminin diğer adayları ise, oyların yüzde bir ila üçünü alması beklenen merkez sol parti Partido Independiente (Bağımsız Parti) adayı Pablo Mieres ve Frente Amplio’dan ayrılanların kurduğu Asamblea Popular (Halk Meclisi)’nin oyların yüzde birini alması beklenen adayı Raul Rodriguez.
FA adayı Jose Mujica, çizdiği görüntü ve yönelim olarak şu anki devlet başkanı Tabare Vasquez’den oldukça farklı dursa da seçim kampanyasında şu anki hükümetin başarılarına yer verdi. Zaten ekonomi bakanı Danilo Astori, Mujica’nın seçim kampanyasının tamamı boyunca en fazla çalışanlardan biri. Mujica, Tupamaros Ulusal Özgürlük Hareketi’nin (MLN-T) eski gerilla liderlerinden ve 74 yaşında. Mujica’nın üzerindeki yıpranmış pantalonu çıkarıp daha ‚resmi’ bir kıyafet giymesi de seçim kampanyası danışmanlarının zoruyla olmuş.
Ulusal Parti (PN) adayı Lacalle ise 68 yaşında ve en radikal neoliberallerden biri olmakla ve solcularla girdiği çetin tartışmları ile gündeme geliyor. Bu seçim kampanyasında en fazla öne çıkardığı nokta ise iç güvenlik meselesinin çözülmesi. Lacalle, Washington Anlaşması’nın hayata geçirilip Latin Amerika’da uygulanmaya başlanıldığı yıl olan 1990 yılında ilk kez iktidara gelmişti.
2,6 milyon Uruguaylının seçim sandıklarına gittiği Uruguay’da seçim sonuçları henüz belli olmamasına rağmen bazı yerel televizyonların verdiği bilgiye göre Frente Amplio adayı Jose Mujica’nın oyların en az %50’sini aldığı ifade ediliyor.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
Uruguay halkı, bu Pazar günü devlet başkanını ve milletvekillerini seçmek üzere seçim sandıklarına gidiyor. 2005 yılındaki seçimlerden merkez sağ parti Ulusal Parti karşısında başarıyla çıkan solcu Frente Amplio’nun (FA) bu süreci devam ettireceği öngörülürken FA başkan adayı Jose Mujica’nın da seçimleri kazanmasına yüksek bir ihtimal veriliyor.
Uruguay’daki seçimlerin birinci turunda adaylardan birinin oyların en az 50%’sini alamaması durumda 29 Kasım tarihinde ikinci tura gidilecek. Yeni devlet başkanı ise, devlet başkanlığı görevini 1 Mart 2010 tarihinde şu anki devlet başkanı Tabare Vazquez’den devralacak.
FA adayı ve eski gerilla 74 yaşındaki Jose Mujica’nın bu 50% barajını aşabilmesi önem taşıyor, çünkü 1990 ve 1995 yılları arasında da Uruguay devlet başkanlığı yapmış olan neoliberal aday Luis Alberto Lacalle, diğer partilerin de desteğini alarak ikinci turu kazanmaya yönelik bir seçim kampanyası yürüttü.
Yapılan kimi anketlerin sonuçları FA’nın seçimlerin ilk turunda devlet başkanlığını alamayacağını iddia etse de, FA’nın geçerli oyların 48,5% nin alınmasının yeterli olacağından milletvekili sayısında çoğunluğu elde edeceği de öngörülenler arasında dile getiriliyor.
Uruguay’da 100 yıldan bu yana iktidarda olan ve ’modern’ Uruguay’ın kurucusu olarak tanımlanan Partido Colorado (Colorado Partisi)’nin oy oranı ise %12’lerde kalmış durumda. 2004 yılındaki seçimlerden hezimetle çıkan Partido Colorado’nun başkan adayı ise eski diktatör Juan Maria Bordaberry’nin oğlu sağcı Pedro Bordaberry.
Devlet başkanlığı seçiminin diğer adayları ise, oyların yüzde bir ila üçünü alması beklenen merkez sol parti Partido Independiente (Bağımsız Parti) adayı Pablo Mieres ve Frente Amplio’dan ayrılanların kurduğu Asamblea Popular (Halk Meclisi)’nin oyların yüzde birini alması beklenen adayı Raul Rodriguez.
FA adayı Jose Mujica, çizdiği görüntü ve yönelim olarak şu anki devlet başkanı Tabare Vasquez’den oldukça farklı dursa da seçim kampanyasında şu anki hükümetin başarılarına yer verdi. Zaten ekonomi bakanı Danilo Astori, Mujica’nın seçim kampanyasının tamamı boyunca en fazla çalışanlardan biri. Mujica, Tupamaros Ulusal Özgürlük Hareketi’nin (MLN-T) eski gerilla liderlerinden ve 74 yaşında. Mujica’nın üzerindeki yıpranmış pantalonu çıkarıp daha ‚resmi’ bir kıyafet giymesi de seçim kampanyası danışmanlarının zoruyla olmuş.
Ulusal Parti (PN) adayı Lacalle ise 68 yaşında ve en radikal neoliberallerden biri olmakla ve solcularla girdiği çetin tartışmları ile gündeme geliyor. Bu seçim kampanyasında en fazla öne çıkardığı nokta ise iç güvenlik meselesinin çözülmesi. Lacalle, Washington Anlaşması’nın hayata geçirilip Latin Amerika’da uygulanmaya başlanıldığı yıl olan 1990 yılında ilk kez iktidara gelmişti.
2,6 milyon Uruguaylının seçim sandıklarına gittiği Uruguay’da seçim sonuçları henüz belli olmamasına rağmen bazı yerel televizyonların verdiği bilgiye göre Frente Amplio adayı Jose Mujica’nın oyların en az %50’sini aldığı ifade ediliyor.
Haber: CANAN ATEŞ
25.10.2009
25 Ekim 2009 Pazar
Melih Anık'ın "İBŞB Şehir Tiyatroları'nda Çıkmaz Sokak - Tuncer Cücenoğlu / Mazlum Kiper" başlıklı yazısına derkenar
Tuncer Cücenoğlu’nun 1980 yılında yazdığı Çıkmaz Sokak İBŞB Şehir Tiyatroları tarafından bir kere daha sahnelendi.Oyun ile ilgili yazarın açıklamalarından oyunun hem yurt içinde hem yurt dışında yüzlerce tiyatroca sahnelendiğini , Almanca,İngilizce ve Yunanca olarak yurt dışında da sergilendiğini öğreniyoruz. Oyun Fransızca,Romence ve Rusçaya da çevrilmiş.Oyunun , benzerlikler taşıyan Ölüm ve Kız isimli oyunun arkasından sahnelenmesi ise şanssızlık.Ama Ayşe Şamlıoğlu, bu yılın repertuvara aldığı Dünyanın Ortasında Bir Yer ,Tarla Kuşuydu Jüliet gibi oyunlarda da ortaya çıktığı üzere nispeten kısa süreler içinde oyunların tekrarında bir sakınca görmediği mesajını bize iletti. Herhalde daha önce yarım kalan ve de içine sinmemiş bir şeyleri tamamlamayı gönlünden geçiriyor .Çıkmaz Sokak 1981 yılında Milliyet Sanat Dergisi’nce düzenlenen oyun yazım yarışmasında Abdi İpekçi ödülünü almış. Cücenoğlu seçici kurul üyelerinin Haldun Taner,Necati Cumalı ve Ergin Orbey’in olmasından duyduğu övüncü belirtirken galiba diğer yandan oyunun “dokunulmazlık” çerçevesini de çizmek istiyor. Öyle ya oyunu bu değerli isimler beğenmişse beğenmemeye kim cüret edebilir?Tiyatro oyunu sahnede soluk bulur. Yazılı metnin değeri sahnede anlaşılır. Bu anlamda oyunu oluşturan tüm ögelerle (yönetmen,dekor,kostüm,ışık ve tabi ki oyuncu) bir bütündür. Zaman , oyunun direncini de sınar. Birbirine yakın dönemlerde ayni oyun farklı yorumlarla farklı algılara neden olabilir. Ama aradan geçen zaman uzadıkça , tanımlar,algılar değiştiği ,artık yeni bir dünyada olduğumuz için oyun anlamını yitirebilir. Oyunların kalıcılığı ise zamana direnmeleri ile anlaşılır.Bu yazı çerçevesinde paylaştığım görüşler 80 li yıllarda oyuna ödül veren Hocaların görüşlerini haksız çıkarmaz. Zira aradan geçen 30 sene sonra bu oyun başka bir zaman dilimine hitap etmek üzere seçilmiştir. Artık ülkemizde ve dünyada yaşayan tüm insanlar , sinemanın da etkisi ile türlü çeşitli işkenceler, öç almalar görmüştür. İşkence, öç alma algısı ,hukuku değişmiştir.İBŞB şehir Tiyatroları bu oyunu şöyle tanıtıyor:“Çıkmaz Sokak, Yunanistan’daki “Albaylar Cuntası” döneminde görülen toplumsal çatışmayı ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan darbe süreçlerini ele alıyor. Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı, Mazlum Kiper’in sahneye koyduğu “Çıkmaz Sokak”ta, şiddete karşı şiddet üretmenin değil, yalnızca demokrasinin “çözüm” olabileceği vurgulanıyor.”(http://www1.ibb.gov.tr/tr-TR/SehirTiyatrolari/Haberler/HaberDetay.html?HaberId=256)Bu topraklarda yaşayanların yaşamlarına mıh gibi işlemiş “cunta” ile çerçeve genişletiliyor ve “dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan darbe süreçlerini ele alıyor” haberi ile konunun odaklandığı nokta ile de sözün dönüp dolaşıp getirildiği düzlemi anlıyorsunuz.Bu açıklama, yapılan basın toplantısının ardından basında :“İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, sezon açılışını Yunanistan'daki askeri darbeden hareketle, askeri darbeleri eleştiren ve işkencenin sorgusunu yapan "Çıkmaz Sokak" isimli oyunla yapıyor” şeklinde “büyütülüyor”.Başlığın hemen altında “Oyunun yönetmeni Mazlum Kiper, Yunanistan turnesine çıkmayı planladıklarını söyledi” haberi var.Yabancı Damat dizisinin “Yabancı baba”sının oyunun Yunanistan “kök”ünü ve Yunanistan’a turneyi gündeme getirmesi de dudaklarınıza “hain” bir gülümseme ile yapışıyor.Zira Kiper bununla kalmamış ve "Yurt dışında da bu oyunu oynayabiliriz. İnsanlar bu oyunu gördüklerinde pek inanamayacaklar 'Türklerde kendilerini sorgulamaya başlamış bu ne gelişmedir' diyecekler. Bu çok iyi bir şey olur" demiş. Oyun sayesinde Türkiye'deki demokratik değişimi yabancıların da fark edeceklerini belirtmiş.Oysa ki oyun 1986 dan beri Türkiye’de oynanmakta… (12 Eylül, 1980 de idi.)Bir oyunun yurt dışında bu anlamda alkış beklemesini yadırgadım. Hele de bir tiyatrocunun ağzından…Öte yandan hem bir taraftan Türkiye’deki gelişme ile övüneceksiniz öte yandan oyunu Yunanistan’daki albaylar cuntası ile anlatmaya kalkacaksınız.Bu ülkede işkence denilince neredeyse her ailenin burun direği sızlıyor. Sahnede anlatılan olay yenilen yumrukların yanında fiske kalır. Türkiye’nin bir gerçeğini Olympos dağındaki Zeus’tan bahseder gibi anlatmanın komikliği açık değil mi ?Hele geçen zamanla değişen algılamaların,uyum yasalarının çerçevesinde oluşan yeni atmosfer içinde, siyaset tarafından da desteklenen bir konu olduğu halde tiyatrocuların sokaktaki (Beyoğlu’nda ağzına mikrofon tutulan) adamın ,Türk sinemasının hatta tv lerdeki dizilerin gerisinde kalması ne kadar acı. Kendini sansürleyen tiyatrocu da bizde var.Bu oyunun sahnelenmesi çok isteniyorsa konunun yeniden ele alınması ve değişen şartlara göre yeniden düzenlenmesi , yazarı hayatta olan bir oyun için imkansız mı? Komedi gibi sahneye yansıyan eskimişliği ortadan kaldırma çabası gösterilemez mi ?İşte bu yapılamadığı için haber, basına “Tiyatro, darbecilere 'Çıkmaz Sokak' diyecek” başlığı ile yansıtılır.Bu ise , sanatın gücünü yeterince kullanamadıklarını sık sık dile getiren benim gibi biri için bile, Türk Tiyatrosu’ndaki diğer çabalara haksızlık olur.Basına bu kadar “malzeme verenler”, oyun dergisindeki yazılarında “cunta”dan falan söz etmemişler, “İnsan”a ağırlık vermişler.Ve “Karşısındakine isteğini kabul ettirme esasına dayalı işkence eylemi”nin altını çizmişler. ”Bana işkence edene benim de işkence etme hakkım doğar” cümlesi ile de Cücenoğlu’nun oyununun çerçevesini çizmişler.O halde nereden başlamalı ? Oyun çevresinde yaşanan sürecin çizdiği “zikzak”ları nasıl yorumlamalı ?“Reklam yapmışlar” canım diyebilirsiniz. Olur o kadar ! “Hamsinin boyanmasına” benzer “bilmecenin yanıltmacası”dır . Öyle mi ?Oyunun “özü”ne bakalım önce.Celika(Hümay Güldağ), kardeşinin(Lilika-Aslı Narcı) cinsel cazibesini ve işkencecinin (Spanos-Erhan Özçelik) zaafını kullanarak kendine işkence yapmış birinden öcünü almak istemektedir . Celika “mağdur”, Lilika ablası için fedakarlık yapan bir “aracı”, Spanos ise işkenceyi görev için yapmış bir adamdır. Gerçi Spanos , “Bizimkiler düzene el koydu” ile bir guruba olan aidiyetini sahneye taşır ve sokaklardaki terörün de karşısında bir milliyetçi yurttaş “duruşu” gösterir ama kendini savunurken görev bilincini(?) öne çıkaran bir “insan”dır.(kul mu?) Celika, Spanos’un oğlunun başka bir yerde göz altında tutulmakta olduğunu söyler. Babanın eli ayağı buz keser. Tehditin rengi değişir. Senaryonun yalanını Lilika ortaya çıkararak oyunu bozar. Ve oyunun anlam yüklü cümlesini de o koyar: “Bu adamı cezalandırmak çözüm değildir onu üreten düzeni yok etmek gerekir.”Celika ise “Onları cezalandıracak düzeni kim kuracak” sorusu ile hem umudu hem umutsuzluğu vurgular.Sanıyorum bu senaryoyu tiyatroda , sinemada , romanda, hikayede kerelerce gördük , okuduk.İşkence ve öç alma edebiyatın sarsılmaz kalelerinden biridir. Taraflar ve yarattığı gerilim çok kullanılmıştır. Vietnam savaşının ardından dünyayı saran tek kişilik ölüm makinalarının “kahraman”(?) portrelerinin beslendiği kaynak, çağlar öncesinden “kök”lenmektedir.Herhalde , oyunla anlatılmak istenen “devlet eliyle yapılan işkence”dir. Oyun, başka mecralarda dolaştıktan sonra mesaj, oyunun sonundaki iki cümleye sıkıştırılır. Başından sonuna kadar kişisel işkence ve öc alma ekseninde gelişen oyunda bu mesaj yerine oturmuyor. Metin buna izin vermiyor yönetmenin de niyetinin bu olmadığı kendi ifadelerinden açıkça belli.Oyunu “dolduran” diyaloglar artık zaman içinde yıpranmış konuların arka arkaya getirişinden oluşuyor. Raftan alınan kitapların isimleri üzerinde yapılan yorumlar; polis olma hikayesi ; mutsuz evlilik hikayesi ; mağdurun çektikleri ; “oğlun mu?” “ata bindin mi?”, “Adam öldürdün mü?” soruları ile kurulan/beslenen(?) diyaloglar ; “Bu sözleri çok kıza söyledin mi?” , “Dans et benimle” , “Sarhoş ol beni çıplak görme” sözleri ile Kadir İnanır’lı (Erhan Özçelik de hatırlatıyor doğrusu) Türk filmi dili , oyunu akıtmıyor, “atmosferi” oluşturmuyor. Saf bir genç kız , birden baştan çıkarıcı bir amazon oluyor ve işkencecinin kucağına atlıyor, iskemleye tersten biniyor. “Yoksulluğun kader olmaması”, “her şeyin değişeceğine inanma” söylemleri, nefesi tıkanmış birinin dağı çıkmasına benziyor. Ama en garibi ilk yarım saatin sonunda perde kapayan “Ablan mı?” sorusu. Karşısına birden çıkarak yüzüne silah doğrultulan adam o atmosferde bu soruyu soruyor. “Sen de kimsin?”in daha anlamlı olacağı bir yerde “Ablan mı?” sorusu da işte bu “diyalog ittirme” çabasının bir ürünü. Zira bu soruyla bir sonraki sahne hazırlanıyor.Yönetmen ise basın karşısındaki “reklamın” tersine oyunu “global”leştirmek için “soyut”a tutunmaya çalışıyor. Işığın, müzik setinin düğmeleri “sanal” ama raftaki kitaplar gerçek. Yıllarca öç alacağı günün hayali ile yaşayan Celika’yı “rambo” kıyafeti içinde “sertleştirirken” oyun sonunda düşen beyaz perdeler ile ayni sembolleştirmeye sarılıyor. Bu sembolleştirme , tavandan sarkan avize, dört başı mamur döşenmiş mobilyalı oda ile kafa karıştırıyor. Birinci perde sonunda kendi kendine değişen ışıkla mavileşen sahne bizi yeni bir “mod”a sokma çabasında.İkinci perdedeki cellat-mahkum sahneleri , mahkumun cüssesi altında her an dağılacakmış gibi duran sandalye düşünülünce , “gibi yapma” esaslı tiyatro bile isyan ediyor.Kiper, "Elbette bu bir 12 Eylül sorgulanması” demiş . Yapmayın ! Bir ülkenin iç dinamiklerini göz ardı ederek , 1974 Kıbrıs harekatının Albaylar Cuntası’nı bitirdiği ile övündüğümüzü de yazıyor tarih. ( İyi ki Vietnam savaşını da bitirdik dememişiz. Malum hepsi ayni tarihlere denk geliyor.) Ama olmadık şeylere olmadık söylemler yüklemeye meraklıyızdır. Darbeleri ve işkenceyi sorgulamanın sanatsal ve çağdaş dili bu değil ! “Apolet takarken” dikkatli olmalıyız.Aradan geçen 30 yıl sonra bu oyun, emeğini tiyatroya vermiş olan bir tiyatro adamına teşekkür anlamı taşımak üzere “iri laflar etmeden” sahnelenmiş olsa bu kadar söze gerek olmazdı. Seyirci de Türk Tiyatrosunun bir evresine örnek olarak oyunu seyreder, konu kapanırdı.Gündemin rüzgarına kapılarak, tiyatro ile gündem oluşturmak yerine gündemin kuyruğu olmak , kaş yapayım derken göz çıkarmak olur.Tiyatromuz önce kendini eleştirmeli.
22 Ekim 2009 Perşembe
devrim gülü
sen
küçük bir goncasın
büyük bir gül
onların gözlerinde kan
dillerinde yalan var
onlar
insanlığını tamamlayamamış
yarı mamul mahlûkat
onların gözleri kurt
dilleri yılan
onlar
kaz adımlarıyla yürür
onların içtiği kımızın rengi kırmızı
yediği ekmek haram
ey devrim gülü
senin ellerindeki kelepçe
asla ölçülemez hiçbir değerle
gözleri kana
dilleri yalana bulanmış yarı mamul mahlûkat
anlayamaz seni
senin gözlerinin derinindeki devrim düşünü
anlayamaz
onlar
ki bilmiyorlar yarını
ve bilmedikleri için
umut beslemiyorlar yarına
onların kurtuluşu yok
onlar hiçbir zaman doğmamış
ve hiçbir zaman doğmayacak birer ölü
bunu sen de biliyorsun devrim gülü
sen
küçük bir incisin
büyük bir deniz
şiir: hilmi bulunmaz
küçük bir goncasın
büyük bir gül
onların gözlerinde kan
dillerinde yalan var
onlar
insanlığını tamamlayamamış
yarı mamul mahlûkat
onların gözleri kurt
dilleri yılan
onlar
kaz adımlarıyla yürür
onların içtiği kımızın rengi kırmızı
yediği ekmek haram
ey devrim gülü
senin ellerindeki kelepçe
asla ölçülemez hiçbir değerle
gözleri kana
dilleri yalana bulanmış yarı mamul mahlûkat
anlayamaz seni
senin gözlerinin derinindeki devrim düşünü
anlayamaz
onlar
ki bilmiyorlar yarını
ve bilmedikleri için
umut beslemiyorlar yarına
onların kurtuluşu yok
onlar hiçbir zaman doğmamış
ve hiçbir zaman doğmayacak birer ölü
bunu sen de biliyorsun devrim gülü
sen
küçük bir incisin
büyük bir deniz
şiir: hilmi bulunmaz
21 Ekim 2009 Çarşamba
Rodas, Honduras Devlet Başkanlığı İçin Aday Olabilir.
Manuel Zelaya hükümetinin ve Honduras’ın yasal dışişleri bakanı olan Patricia Rodas, bu Salı günü yaptığı açıklamada sadece Honduras halkının uygun görmesi durumunda Kasım ayı içerisinde Honduras’ta gerçekleştirilecek olan başkanlık seçimlerinde aday olabileceğini ifade etti.
Manuel Zelaya’nın başkanlık görevine dönmesi noktasında darbeci hükümetin yaptığı oyalamalara dair kaygı duyduğunu belirten Rodas, sözlerine ‘sadece halk bunun böyle olması gerektiğini düşündüğü takdirde başkanlığa aday olurum’ şeklinde devam etti. Ayrıca Honduras’ın şu an henüz tamamlanmamış bir süreç içinde olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğini belirten Rodas, Zelaya’nın devlet başkanlığını yeniden devralması için sürdürülen mücadeleye devam etmek gerektiğini vurguladı.
Honduras’ın yasal dışişleri bakanı Patricia Rodas, Manuel Zelaya için yürütülen mücadelenin askeri darbenin tezgahlayıcısı Honduras oligarşisini sarsan bir süreç olduğunu ifade ederek şu an için en önemli olanının Zelaya’nın görevine geri dönmesi ve bu sayede ülkedeki demokratik dönüşüm sürecine devam edilmesi olduğunu ifade etti.
Darbeci hükümetin Honduras’ta yapmayı planladığı başkanlık seçimlerine 40 günden az bir zaman kalmasına rağmen ülkede belli bir düzeyde gerilim ortamı yaşandığını belirten Rodas, devam eden görüşme sürecinin başkan Zelaya’nın görevi devralması ve askeri darbenin sonunun getirilerek anayasal düzene geçilmesine hizmet etmesi gerektiğini vurguladı.
Rodas, ‘bu açıdan bakıldığında anayasaya ve hukuk devleti düzenine uymayan koşullarda gerçekleştirilmesi planlanan başkanlık seçimleri tanımıyoruz’ dedi. Seçimlerin bir anda ve belirsiz bir tarihte yapılmasının kabul edilemez olduğunu vurgulayan bakan, ‘başkan adayların kimler ve hangi önerileri olduğunun bilindiği bir sürecin yaşanması ve biz yurttaşların kimi seçip kimi reddetmek istediğimize karar verme hakkına sahip olmamız gerekir’ dedi.
Yapılan askeri darbenin, ülkedeki demokratik sisteme karşı işlenmiş bir suç olduğunun altını çizen Rodas, planlanan başkanlık seçiminin de herhangi bir meşruluğa sahip olmadığını belirtti.
‘Hakkettiğimiz koşullarda bir süreç yürütmemize engel olan bu düzmece seçimleri kabul etmemiz mümkün değil’ diyen Rodas, şu an ülkede son derece eşitsiz koşulların sözkonusu olduğunu vurguladı.
Bir toplumun temel ilkelerinden birinin demokrasiye sahip olmak olduğunu ifade eden bakan, bu nedenle askeri diktatörlüğün kontrolü altındaki seçimleri meşru olarak görmenin imkansız olduğunun altını çizdi.
Haber: CANAN ATEŞ
21.10.2009
Manuel Zelaya hükümetinin ve Honduras’ın yasal dışişleri bakanı olan Patricia Rodas, bu Salı günü yaptığı açıklamada sadece Honduras halkının uygun görmesi durumunda Kasım ayı içerisinde Honduras’ta gerçekleştirilecek olan başkanlık seçimlerinde aday olabileceğini ifade etti.
Manuel Zelaya’nın başkanlık görevine dönmesi noktasında darbeci hükümetin yaptığı oyalamalara dair kaygı duyduğunu belirten Rodas, sözlerine ‘sadece halk bunun böyle olması gerektiğini düşündüğü takdirde başkanlığa aday olurum’ şeklinde devam etti. Ayrıca Honduras’ın şu an henüz tamamlanmamış bir süreç içinde olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğini belirten Rodas, Zelaya’nın devlet başkanlığını yeniden devralması için sürdürülen mücadeleye devam etmek gerektiğini vurguladı.
Honduras’ın yasal dışişleri bakanı Patricia Rodas, Manuel Zelaya için yürütülen mücadelenin askeri darbenin tezgahlayıcısı Honduras oligarşisini sarsan bir süreç olduğunu ifade ederek şu an için en önemli olanının Zelaya’nın görevine geri dönmesi ve bu sayede ülkedeki demokratik dönüşüm sürecine devam edilmesi olduğunu ifade etti.
Darbeci hükümetin Honduras’ta yapmayı planladığı başkanlık seçimlerine 40 günden az bir zaman kalmasına rağmen ülkede belli bir düzeyde gerilim ortamı yaşandığını belirten Rodas, devam eden görüşme sürecinin başkan Zelaya’nın görevi devralması ve askeri darbenin sonunun getirilerek anayasal düzene geçilmesine hizmet etmesi gerektiğini vurguladı.
Rodas, ‘bu açıdan bakıldığında anayasaya ve hukuk devleti düzenine uymayan koşullarda gerçekleştirilmesi planlanan başkanlık seçimleri tanımıyoruz’ dedi. Seçimlerin bir anda ve belirsiz bir tarihte yapılmasının kabul edilemez olduğunu vurgulayan bakan, ‘başkan adayların kimler ve hangi önerileri olduğunun bilindiği bir sürecin yaşanması ve biz yurttaşların kimi seçip kimi reddetmek istediğimize karar verme hakkına sahip olmamız gerekir’ dedi.
Yapılan askeri darbenin, ülkedeki demokratik sisteme karşı işlenmiş bir suç olduğunun altını çizen Rodas, planlanan başkanlık seçiminin de herhangi bir meşruluğa sahip olmadığını belirtti.
‘Hakkettiğimiz koşullarda bir süreç yürütmemize engel olan bu düzmece seçimleri kabul etmemiz mümkün değil’ diyen Rodas, şu an ülkede son derece eşitsiz koşulların sözkonusu olduğunu vurguladı.
Bir toplumun temel ilkelerinden birinin demokrasiye sahip olmak olduğunu ifade eden bakan, bu nedenle askeri diktatörlüğün kontrolü altındaki seçimleri meşru olarak görmenin imkansız olduğunun altını çizdi.
Haber: CANAN ATEŞ
21.10.2009
Mapuche Yerlileri, Şili’de Devlet Terörüne Karşı ‘Savaş’ Açtılar.
Şili’deki Mapuche yerlileri örgütü Arauco Malleco Koordinasyonu (CAM), bu Salı günü yaptığı açıklama ile Şili devletinin Mapuche halkına karşı uyguladığu şiddeti durdurmaya niyetinin olmaması nedeniyle Şili devletine karşı savaş açtıklarını ve bu ülkenin vatandaşlığını reddettiklerini, ayrıca otonom Mapuche halkının topraklarının da Bio Bio Nehri’nden ülkenin güneyine kadar olan kısmı olduğunu ilan ettiler.
Şili devleti ile Mapuche yerlileri arasındaki çatışma ortamı, Mapuche önderlerinden Jaime Mendoza’nın Şili polisi (Carabineros) tarafından bir araziden zorla çıkarıldığı esnada öldürülmesi nedeniyle bir süreden beri iyice şiddetlenmiş durumdaydı.
Yerli örgütünin yerel bir radyo tarafından yayınlanan deklarasyonunda, ‘Şili Cumhuriyeti ile olan dialog sürecine son veriyoruz ve savaş ilan ediyoruz’ ifadelerine yer verildi. Açıklamada, Şili devletinin Mapuche halkına karşı uyguladığı şiddeti sona erdirme niyeti taşımadığı için Şili vatandaşlığını reddetme kararı da dile getirildi.
Mapuche örgütü CAM, açıklamasında, Mapuche yerlilerinin kendi toprakları olduğunu iddia ettikleri ülkenin güneyinde bulunan La Araucania bölgesindeki bir anayolda ahşap madde yüklü iki kamyonun durdurularak yakılmasını da üstlendiler. Bu eylemin, Mapuche halkına karşı yürütülen devlet terörünü lanetlemek için yapıldığını vurguladılar.
Angol valisi Augusto Gomez ise, eylemle ilgili olarak ağır silahlı ve maskeli 10 kişinin kamyonların şoförlerini indirdikten sonra havaya ateş açıp araçları yaktığı bilgisini verdi.
Şili’de 600 bin kişiden oluşan Mapuche yerli halkı, toplam ülke nüfusunun %6’sına denk düşüyor. Yerli nüfusun önemli bir kısmı başta başkent Santiago olmak üzere büyük şehirlere göç etmiş olsa da, Mapucheler ana olarak La Araucania bölgesinde ve ağır yoksulluk koşulları altında yaşamaya devam ediyorlar.
Mapuche yerlileri, uzun yıllardır yabancı şirketler ve büyük toprak sahipleri tarafından işgal edilmiş durumdaki topraklarını geri alabilmek için mücadele ediyorlar. Mapuche halkının bu mücadelesi ise, Şili devletinin bu bölgelerdeki polis sayısını arttırarak yerli halka uygulanan devlet şiddetine maruz kalıyor.
Haber: CANAN ATEŞ
21.10.2009
Şili’deki Mapuche yerlileri örgütü Arauco Malleco Koordinasyonu (CAM), bu Salı günü yaptığı açıklama ile Şili devletinin Mapuche halkına karşı uyguladığu şiddeti durdurmaya niyetinin olmaması nedeniyle Şili devletine karşı savaş açtıklarını ve bu ülkenin vatandaşlığını reddettiklerini, ayrıca otonom Mapuche halkının topraklarının da Bio Bio Nehri’nden ülkenin güneyine kadar olan kısmı olduğunu ilan ettiler.
Şili devleti ile Mapuche yerlileri arasındaki çatışma ortamı, Mapuche önderlerinden Jaime Mendoza’nın Şili polisi (Carabineros) tarafından bir araziden zorla çıkarıldığı esnada öldürülmesi nedeniyle bir süreden beri iyice şiddetlenmiş durumdaydı.
Yerli örgütünin yerel bir radyo tarafından yayınlanan deklarasyonunda, ‘Şili Cumhuriyeti ile olan dialog sürecine son veriyoruz ve savaş ilan ediyoruz’ ifadelerine yer verildi. Açıklamada, Şili devletinin Mapuche halkına karşı uyguladığı şiddeti sona erdirme niyeti taşımadığı için Şili vatandaşlığını reddetme kararı da dile getirildi.
Mapuche örgütü CAM, açıklamasında, Mapuche yerlilerinin kendi toprakları olduğunu iddia ettikleri ülkenin güneyinde bulunan La Araucania bölgesindeki bir anayolda ahşap madde yüklü iki kamyonun durdurularak yakılmasını da üstlendiler. Bu eylemin, Mapuche halkına karşı yürütülen devlet terörünü lanetlemek için yapıldığını vurguladılar.
Angol valisi Augusto Gomez ise, eylemle ilgili olarak ağır silahlı ve maskeli 10 kişinin kamyonların şoförlerini indirdikten sonra havaya ateş açıp araçları yaktığı bilgisini verdi.
Şili’de 600 bin kişiden oluşan Mapuche yerli halkı, toplam ülke nüfusunun %6’sına denk düşüyor. Yerli nüfusun önemli bir kısmı başta başkent Santiago olmak üzere büyük şehirlere göç etmiş olsa da, Mapucheler ana olarak La Araucania bölgesinde ve ağır yoksulluk koşulları altında yaşamaya devam ediyorlar.
Mapuche yerlileri, uzun yıllardır yabancı şirketler ve büyük toprak sahipleri tarafından işgal edilmiş durumdaki topraklarını geri alabilmek için mücadele ediyorlar. Mapuche halkının bu mücadelesi ise, Şili devletinin bu bölgelerdeki polis sayısını arttırarak yerli halka uygulanan devlet şiddetine maruz kalıyor.
Haber: CANAN ATEŞ
21.10.2009
15 Ekim 2009 Perşembe
14 Ekim 2009 Çarşamba
Meksikalı İşçiler Greve Gidecekleri Uyarısında Bulundular.
Meksika Ulusal İşçi Birliği, bu Salı günü yaptığı bir açıklama ile bütün Meksika halkını harekete geçmeye ve Elektrik ve Enerji Merkezi İşletmesi’nin (LyFC) kapatılma kararına karşı Meksika Elektrik İşçileri Sendikası’nın (SME) yapacağı genel greve destek vermeye çağırdı.
Meksika’nın başkenti Ciudad de Mexico’da 15 Ekim tarihinde yapılması planlanan eyleme 100 binin üzerinde kişinin katılması bekleniyor.
Meksika devlet başkanı Felipe Calderon ise, yapılacak protesto gösterilerinin yasalar çerçevesinde gerçekleşmesini beklediğini ifade etti.
Meksika hükümeti, geçen hafta sonu ülkedeki 25 milyon meksikalıya elektrik enerjisi sağlayan elektrik şirketi LyFC’nin kapatılma kararını açıklamıştı.
LyFC’nin kapatılması 40 bin kişinin işsiz kalmasına sebep olacak. Hükümet sekreteri Fernando Gomez, hükümetin elektrik işletmesini kapatma kararında geri adım atmayacağını vurguladı.
Meksika devlet başkanı Felipe Calderon, geçen Pazar günü televizyonlara gönderdiği mesajda LzFC elektrik işletmesinin kapatılma kararının gerekçelerini açıklamıştı.
Calderon, işletmenin 2003 ila 2008 yılları arasındaki masrafının gelirinin iki katı olduğunu ifade etti. Meksika hükümeti ise, LyFC elektrik işletmesinin kapatılması ile işsiz kalacak Meksikalılar’a tazminat olarak toplam 20 milyar peso (1 milyar 538 milyon dólar) tazminat ödeneceğini açıkladı. İşten çıkarılacak olanların bu kararı hemen kabul etmeleri durumunda ortalama 33 maaşlık bir ‘ikramiye’ önerisinde bulunan hükümet, işçilerin eylem sürecini engellemeye çalışıyor.
Meksikalı elektrik işletmesinin işçileri ise bu Pazartesi günü yaptıkları açıklama ile , Meksika hükümetinin işletmeyi kapatma kararını tanımayacaklarını, çünkü hükümetin bu kararının yasadışı olduğunun ve halkın yararına olan bütün işletmeleri kapatmayı planladıklarını belirttiler.
Elektrik İşçileri Sendikası Sekreteri Fernando Amezcua, LyFC’nin 400 şubesinden 76’sının, ayrıca 5 santral ve dağıtım merkezinin şu an Meksika polisinin işgali altında olduğunu ifade etti.
Haber: CANAN ATEŞ
13.10.2009
Meksika Ulusal İşçi Birliği, bu Salı günü yaptığı bir açıklama ile bütün Meksika halkını harekete geçmeye ve Elektrik ve Enerji Merkezi İşletmesi’nin (LyFC) kapatılma kararına karşı Meksika Elektrik İşçileri Sendikası’nın (SME) yapacağı genel greve destek vermeye çağırdı.
Meksika’nın başkenti Ciudad de Mexico’da 15 Ekim tarihinde yapılması planlanan eyleme 100 binin üzerinde kişinin katılması bekleniyor.
Meksika devlet başkanı Felipe Calderon ise, yapılacak protesto gösterilerinin yasalar çerçevesinde gerçekleşmesini beklediğini ifade etti.
Meksika hükümeti, geçen hafta sonu ülkedeki 25 milyon meksikalıya elektrik enerjisi sağlayan elektrik şirketi LyFC’nin kapatılma kararını açıklamıştı.
LyFC’nin kapatılması 40 bin kişinin işsiz kalmasına sebep olacak. Hükümet sekreteri Fernando Gomez, hükümetin elektrik işletmesini kapatma kararında geri adım atmayacağını vurguladı.
Meksika devlet başkanı Felipe Calderon, geçen Pazar günü televizyonlara gönderdiği mesajda LzFC elektrik işletmesinin kapatılma kararının gerekçelerini açıklamıştı.
Calderon, işletmenin 2003 ila 2008 yılları arasındaki masrafının gelirinin iki katı olduğunu ifade etti. Meksika hükümeti ise, LyFC elektrik işletmesinin kapatılması ile işsiz kalacak Meksikalılar’a tazminat olarak toplam 20 milyar peso (1 milyar 538 milyon dólar) tazminat ödeneceğini açıkladı. İşten çıkarılacak olanların bu kararı hemen kabul etmeleri durumunda ortalama 33 maaşlık bir ‘ikramiye’ önerisinde bulunan hükümet, işçilerin eylem sürecini engellemeye çalışıyor.
Meksikalı elektrik işletmesinin işçileri ise bu Pazartesi günü yaptıkları açıklama ile , Meksika hükümetinin işletmeyi kapatma kararını tanımayacaklarını, çünkü hükümetin bu kararının yasadışı olduğunun ve halkın yararına olan bütün işletmeleri kapatmayı planladıklarını belirttiler.
Elektrik İşçileri Sendikası Sekreteri Fernando Amezcua, LyFC’nin 400 şubesinden 76’sının, ayrıca 5 santral ve dağıtım merkezinin şu an Meksika polisinin işgali altında olduğunu ifade etti.
Haber: CANAN ATEŞ
13.10.2009
Ekvator’da Hükümet İle Yerliler Arasındaki Dialog Süreci Başladı.
Halklar, Sosyal Hareketler ve Ekvator Yurttaş Girişimi Sekreteri Doris Soliz, bu Pazartesi günü yaptığı açıklamada Ekvator hükümeti’nin yerli örgütleriyle dialog sürecinin geliştirilmesini sağlamak için temsilcilerini ve çalışma masalarını belirlediğini ifade etti.
Soliz, hükümet ile yerliler arasında, yerli topluluklarının geçen hafta süresiz olarak protesto gösterilerine başladıklarını açıklamaları ile sekteye uğrayan görüşmelere devam edilmesi ve imzalanacak olan anlaşmanın yeniden gündeme getirilmesi gibi konuların tartışılacağı komisyonların kurulduğunu açıkladı.
Oluşturulacak komisyonlardan biri, Ekvatorlu yerlileri en fazla kaygılandıran ve parlamentoya su kaynaklarının özelleştirerek bu kaynaklar üzerindeki kamusal kontrole son vermeyi mümkün kılacak olduğu iddia edilen Su Kaynakları Yasası’nı ele alacak. Ekvator hükümeti, yasa hakkındaki bu iddiaları başından beri reddediyor.
Soliz, ayrıca Adalet Bakanı Nestor Arbito ve Amazon Bölgesi Eko-Gelişim Enstitüsü Sekreteri Carlos Viteri’nin de içinde yer alacağı başka bir komisyonun da Amazon Bölgesi’nde bulunan bir yerleşim yerinde yerlilerin yaptığı protesto gösterileri esnasında hayatını kaybeden bir yerlinin ölümü ile ilgili soruşturmayı yürüteceğini bildirdi.
Görüşmelere hükümet tarafından katılacak temsilciler, Doğa Kaynaklardan Sorumlu Bakan Germanico Pinto, Ulusal Su kaynakları Sekreteri Jorge Jurado, Eğitim Bakanı Raul Vallejo ve Sağlık Bakanı Caroline Chang’ın dışında Çevre Bakanı Marcela Aguiñaga, Sosyal Gelişimden Sorumlu Bakan Jeanette Sanchez ve Tarım Bakanı Ramon Espinel’den oluşuyor.
Ekvator Hükümeti’nde tarafından yapılan açıklamada, Ekvator Yerli Toplulukları Konfederasyonu’nun (Conaie) görüşmelere katılacak temsilcileri belirlynerek hükümete bildirmesinin beklendiği ifade edildi.
Conaie başkanı Marlon Santi, daha öncesinde yaptığı açıklamada Ekvator’un başkenti Quito’da hükümet temsilcileri ile yapılacak görüşmelere Amazonlar’dan, And Bölgesi’nden ve Costa (kıyı) bölgesinden Conaie temsilcilerin katılacağını, ancak bu temsilcilerin kimler olacağının henüz belli olmadığını belirtti.
Bu görüşmeler, Amazonlar’daki Morona Santiago isimli yerleşim yerinde bir yerlinin hayatını kaybetmesine ve 40 polisin yaralanmasına neden olan yerlilerin protesto gösterisinden yaklaşık bir hafta sonra gerçekleşen yerliler ve hükümet arasındaki ilk dialog zemini oluyor.
Haber: CANAN ATEŞ
13.10.2009
Halklar, Sosyal Hareketler ve Ekvator Yurttaş Girişimi Sekreteri Doris Soliz, bu Pazartesi günü yaptığı açıklamada Ekvator hükümeti’nin yerli örgütleriyle dialog sürecinin geliştirilmesini sağlamak için temsilcilerini ve çalışma masalarını belirlediğini ifade etti.
Soliz, hükümet ile yerliler arasında, yerli topluluklarının geçen hafta süresiz olarak protesto gösterilerine başladıklarını açıklamaları ile sekteye uğrayan görüşmelere devam edilmesi ve imzalanacak olan anlaşmanın yeniden gündeme getirilmesi gibi konuların tartışılacağı komisyonların kurulduğunu açıkladı.
Oluşturulacak komisyonlardan biri, Ekvatorlu yerlileri en fazla kaygılandıran ve parlamentoya su kaynaklarının özelleştirerek bu kaynaklar üzerindeki kamusal kontrole son vermeyi mümkün kılacak olduğu iddia edilen Su Kaynakları Yasası’nı ele alacak. Ekvator hükümeti, yasa hakkındaki bu iddiaları başından beri reddediyor.
Soliz, ayrıca Adalet Bakanı Nestor Arbito ve Amazon Bölgesi Eko-Gelişim Enstitüsü Sekreteri Carlos Viteri’nin de içinde yer alacağı başka bir komisyonun da Amazon Bölgesi’nde bulunan bir yerleşim yerinde yerlilerin yaptığı protesto gösterileri esnasında hayatını kaybeden bir yerlinin ölümü ile ilgili soruşturmayı yürüteceğini bildirdi.
Görüşmelere hükümet tarafından katılacak temsilciler, Doğa Kaynaklardan Sorumlu Bakan Germanico Pinto, Ulusal Su kaynakları Sekreteri Jorge Jurado, Eğitim Bakanı Raul Vallejo ve Sağlık Bakanı Caroline Chang’ın dışında Çevre Bakanı Marcela Aguiñaga, Sosyal Gelişimden Sorumlu Bakan Jeanette Sanchez ve Tarım Bakanı Ramon Espinel’den oluşuyor.
Ekvator Hükümeti’nde tarafından yapılan açıklamada, Ekvator Yerli Toplulukları Konfederasyonu’nun (Conaie) görüşmelere katılacak temsilcileri belirlynerek hükümete bildirmesinin beklendiği ifade edildi.
Conaie başkanı Marlon Santi, daha öncesinde yaptığı açıklamada Ekvator’un başkenti Quito’da hükümet temsilcileri ile yapılacak görüşmelere Amazonlar’dan, And Bölgesi’nden ve Costa (kıyı) bölgesinden Conaie temsilcilerin katılacağını, ancak bu temsilcilerin kimler olacağının henüz belli olmadığını belirtti.
Bu görüşmeler, Amazonlar’daki Morona Santiago isimli yerleşim yerinde bir yerlinin hayatını kaybetmesine ve 40 polisin yaralanmasına neden olan yerlilerin protesto gösterisinden yaklaşık bir hafta sonra gerçekleşen yerliler ve hükümet arasındaki ilk dialog zemini oluyor.
Haber: CANAN ATEŞ
13.10.2009
13 Ekim 2009 Salı
BİR LİNÇÇİNİN YAZISI
Orhan Aydın: “Cevap…”
İMF İstanbul toplantılarından sonra, paranın padişahlarının temsilcileri, tam 13.700 kişi, taslarını-taraklarını toplayıp ülkelerine döndüler.
Ülkemiz için geriye kalan ‘koca bir hiç’ olmaktan ötedir.
Özellikle 6 ve 7 Ekim günleri, İstanbul kenti savaş alanına dönüştürüldü.
İçimiz-dışımız biber gazına boğuldu.
Sonuç ortada. Onlarca yaralı, hunharca gözaltılar ve bir can kaybı.
Kimler bunun sorumlusu?
‘İMF defol’ diye eylem yapan insanlığa silahlar gösterip, havaya ateşler açan, ana-avrat küfrederek yurttaşları kavgaya davet eden, gözüne kestirdiği yerli-yabancı her bireyi ‘potansiyel suçlu’ gören polis güçleri mi yalnızca.
Yoksa onlara bu emirleri veren, yetkilendiren İstanbul Emniyet Müdürü ve Vali mi?
Elbette hepsi.
Ancak perde gerisinde, gölgede bekleyen Başbakan’ın pişkin tavrı ve hiçbir şey olmamış gibi sesini çıkarmayan İçişleri Bakanı unutulmamalıdır.
Yandaşları, gazete sütunlarından, TV ekranlarından kıs kıs gülerek bağırıyorlar. ‘Bunun adı şiddet’, ‘yine çıktılar sahneye’, ‘kim kışkırtıyor bunları’ ‘şunlara bak şunlara, daha çocuk yaştalar’, ‘bu kadarı vatan düşmanlığı’.
Ağız birliği etmişler sanki.
İnsanların en demokratik hakları olan ‘hayır’ demelerini kabullenme, bastırmak için üstlerine panzerler sür, tazyikli sular fışkırt, copla, biberle, ‘ölümüne saldır’, canlarını koruma pahasına insanlar direnince de, olmadık gerekçeler aramaya başla.
Tüm dünya, İstanbul polisinin sayesinde ‘orantısız güç kullanmak’ neymiş, nasıl olurmuş bir kez daha gördü.
Aradan bir hafta geçti. Olup bitenler için açılan bir soruşturma yok.
Olaylarda zarar gören vatandaşlar, kendi yaralarını kendileri sarıyorlar.
Olmadı, Emniyet Müdürlüğü’nün başlattığı ‘eylemci avı’ operasyonu ile, fatura yine ‘hayır’ diyenlere kesilecek.
Yoğun biber gazından, kalp krizi geçirip yaşamını yitiren yurttaşımızın ailesi, belli ki polis korkusundan dava bile açamadı.
Otopsi talebinde bulunmadan cenaze toprağa verildi.
Oysa olayın onlarca tanığı var.
Çevredeki esnaf, ‘biber gazından kalp krizi’ durumunu medya ile paylaştıklarında ben de oradaydım.
Olayların büyükçe bir bölümüne tanıklık ettim.
Elbette hiçbir suçu olmayan esnafın camlarının indirilmesine, olur-olmaz her yere saldırılmasına, kamu mallarına zarar verilmesine, ‘destek vermiyorlar’ diyerek halkın suçlanmasına yandaş olmak, mümkün değildir.
Bu tür eylemliliğe, ‘devrimci eylem’ demek, büyük bir yanılsamadır.
Yaşanan olayları ve ülkemdeki gelişmeleri izlerken, yıllar öncesinde AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) tarafından sahnelen ‘Ana’ oyunu düştü aklıma.
Yönetmenliğini Rutkay Aziz’in yaptığı M. Gorki’nin aynı adlı o nefes kesen romanından B. Brecht uyarlaması olan oyunda, tiyatromuzun en yetkin insanları sahnedeydi.
Meral Niron - Erkan Yücel – Rutkay Aziz - Salih Kalyon - Erol Demiröz - Savaş Yurttaş - Şener Kökkaya - Yaman Okay - Cezmi Baskın - Harun Yeşilyurt - Rana Cabbar - Erdal Gülver - Talat Bulut … anımsadığım oyuncu dostlarım.
Erkan Yücel’ in Pavel’de olağan üstü oyunculuğu ile, Meral Niron’ un Ana rolündeki unutulmaz becerisi, aklımı zenginleştirmiştir.
ANA, 1 Mayıs Marşının da hayata katıldığı oyun olarak bilinir.
1974/1975 Tiyatro sezonudur, AST’ ın kapısında seyirci kuyruklarının oluştuğu, aylık biletlerin satışa çıktığı gün tükendiği bir süreç.
Birinci perdenin finalinde, ellerinde kızıl bayraklarla işçiler doldurur sahneyi ve hep bir ağızdan, Sarper ÖZHAN’ın o müthiş bestesi söylenir. Kararlı, başı dik ve onurlu.
“Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları
hepsi halka karşıdır.
Kanunları,yönetmelikleri, bütün kararları
hepsi halka karşıdır.
Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları
hepsi halka karşıdır.
Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.
Panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları
hepsi halka karşıdır.
Zindanları, tutukevleri,işkence evleri
hepsi halka karşıdır.
Borsaları ve şirketleri ve iktidarları
hepsi halka karşıdır.
Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.”
(Kaynak: tiyatrodergisi.com.tr)
İMF İstanbul toplantılarından sonra, paranın padişahlarının temsilcileri, tam 13.700 kişi, taslarını-taraklarını toplayıp ülkelerine döndüler.
Ülkemiz için geriye kalan ‘koca bir hiç’ olmaktan ötedir.
Özellikle 6 ve 7 Ekim günleri, İstanbul kenti savaş alanına dönüştürüldü.
İçimiz-dışımız biber gazına boğuldu.
Sonuç ortada. Onlarca yaralı, hunharca gözaltılar ve bir can kaybı.
Kimler bunun sorumlusu?
‘İMF defol’ diye eylem yapan insanlığa silahlar gösterip, havaya ateşler açan, ana-avrat küfrederek yurttaşları kavgaya davet eden, gözüne kestirdiği yerli-yabancı her bireyi ‘potansiyel suçlu’ gören polis güçleri mi yalnızca.
Yoksa onlara bu emirleri veren, yetkilendiren İstanbul Emniyet Müdürü ve Vali mi?
Elbette hepsi.
Ancak perde gerisinde, gölgede bekleyen Başbakan’ın pişkin tavrı ve hiçbir şey olmamış gibi sesini çıkarmayan İçişleri Bakanı unutulmamalıdır.
Yandaşları, gazete sütunlarından, TV ekranlarından kıs kıs gülerek bağırıyorlar. ‘Bunun adı şiddet’, ‘yine çıktılar sahneye’, ‘kim kışkırtıyor bunları’ ‘şunlara bak şunlara, daha çocuk yaştalar’, ‘bu kadarı vatan düşmanlığı’.
Ağız birliği etmişler sanki.
İnsanların en demokratik hakları olan ‘hayır’ demelerini kabullenme, bastırmak için üstlerine panzerler sür, tazyikli sular fışkırt, copla, biberle, ‘ölümüne saldır’, canlarını koruma pahasına insanlar direnince de, olmadık gerekçeler aramaya başla.
Tüm dünya, İstanbul polisinin sayesinde ‘orantısız güç kullanmak’ neymiş, nasıl olurmuş bir kez daha gördü.
Aradan bir hafta geçti. Olup bitenler için açılan bir soruşturma yok.
Olaylarda zarar gören vatandaşlar, kendi yaralarını kendileri sarıyorlar.
Olmadı, Emniyet Müdürlüğü’nün başlattığı ‘eylemci avı’ operasyonu ile, fatura yine ‘hayır’ diyenlere kesilecek.
Yoğun biber gazından, kalp krizi geçirip yaşamını yitiren yurttaşımızın ailesi, belli ki polis korkusundan dava bile açamadı.
Otopsi talebinde bulunmadan cenaze toprağa verildi.
Oysa olayın onlarca tanığı var.
Çevredeki esnaf, ‘biber gazından kalp krizi’ durumunu medya ile paylaştıklarında ben de oradaydım.
Olayların büyükçe bir bölümüne tanıklık ettim.
Elbette hiçbir suçu olmayan esnafın camlarının indirilmesine, olur-olmaz her yere saldırılmasına, kamu mallarına zarar verilmesine, ‘destek vermiyorlar’ diyerek halkın suçlanmasına yandaş olmak, mümkün değildir.
Bu tür eylemliliğe, ‘devrimci eylem’ demek, büyük bir yanılsamadır.
Yaşanan olayları ve ülkemdeki gelişmeleri izlerken, yıllar öncesinde AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) tarafından sahnelen ‘Ana’ oyunu düştü aklıma.
Yönetmenliğini Rutkay Aziz’in yaptığı M. Gorki’nin aynı adlı o nefes kesen romanından B. Brecht uyarlaması olan oyunda, tiyatromuzun en yetkin insanları sahnedeydi.
Meral Niron - Erkan Yücel – Rutkay Aziz - Salih Kalyon - Erol Demiröz - Savaş Yurttaş - Şener Kökkaya - Yaman Okay - Cezmi Baskın - Harun Yeşilyurt - Rana Cabbar - Erdal Gülver - Talat Bulut … anımsadığım oyuncu dostlarım.
Erkan Yücel’ in Pavel’de olağan üstü oyunculuğu ile, Meral Niron’ un Ana rolündeki unutulmaz becerisi, aklımı zenginleştirmiştir.
ANA, 1 Mayıs Marşının da hayata katıldığı oyun olarak bilinir.
1974/1975 Tiyatro sezonudur, AST’ ın kapısında seyirci kuyruklarının oluştuğu, aylık biletlerin satışa çıktığı gün tükendiği bir süreç.
Birinci perdenin finalinde, ellerinde kızıl bayraklarla işçiler doldurur sahneyi ve hep bir ağızdan, Sarper ÖZHAN’ın o müthiş bestesi söylenir. Kararlı, başı dik ve onurlu.
“Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları
hepsi halka karşıdır.
Kanunları,yönetmelikleri, bütün kararları
hepsi halka karşıdır.
Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları
hepsi halka karşıdır.
Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.
Panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları
hepsi halka karşıdır.
Zindanları, tutukevleri,işkence evleri
hepsi halka karşıdır.
Borsaları ve şirketleri ve iktidarları
hepsi halka karşıdır.
Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,
durduramayacaklar halkın coşkun akan selini.”
(Kaynak: tiyatrodergisi.com.tr)
12 Ekim 2009 Pazartesi
9 Ekim 2009 Cuma
şiirin dışındaki her şey bomboş
bu evren
giza pramitlerinden yükselip
nil nehri'nden besleniyor
bu evren
şiirin boynuzlarında durup
sonsuzluk içerisinde büyüyor
bu evren
ağzına dek şiirle dolu
bu evren
boşluğu hiçbir zaman sevmiyor
bu evren
tıpkı bir insan gibi düşünüp
bebeğine ninni söyleyen bir anne gibi sesleniyor
uyusun da büyüsün ninni
tıpış tıpış yürüsün ninni
şiirsiz düşünmesin ninni
şiirin dışındaki her şey bomboş ninni
fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
giza pramitlerinden yükselip
nil nehri'nden besleniyor
bu evren
şiirin boynuzlarında durup
sonsuzluk içerisinde büyüyor
bu evren
ağzına dek şiirle dolu
bu evren
boşluğu hiçbir zaman sevmiyor
bu evren
tıpkı bir insan gibi düşünüp
bebeğine ninni söyleyen bir anne gibi sesleniyor
uyusun da büyüsün ninni
tıpış tıpış yürüsün ninni
şiirsiz düşünmesin ninni
şiirin dışındaki her şey bomboş ninni
fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
LİNÇ KAMPANYASIndan imzasını çeken Nedim Saban'nın (tiyatrokare) sunduğu "Bu Da Benim Ailem" adlı oyun, benimsemediğimiz bir tür olsa da izlenebilir!
Hilmi Bulunmaz
9 Ekim 2009
Nedim Saban'ın kurup yönettiği tiyatrokare, Kültür Bakanlığı çanağı menüsüne uyum sağlayan oyununu, "davetli misafirler kitlesi" önünde görücüye çıkardı!
Dün akşam, tiyatrokare'nin "Bu Da Benim Ailem" adlı oyununu, sosyalist bir sanatçı, bir yayıncı, bir linçzede ve "davetsiz bir misafir" olarak, Profilo Alışveriş Merkezi'ndeki Tiyatro İstanbul'un salonunda izledim. Türkiye tiyatrosunu düzeysizleştirmek için ömrünü yatıran Mustafa Demirkanlı'nın başlattığı ve tam 1100 kişi tarafından imzalandığı iddia edilen bir LİNÇ KAMPANYASI ile sanatsal ifade olanakları imha edilmek istenen iki kişiden biri olan Coşkun Büktel'in davetli misafir olmasından yararlanarak izlediğim oyun, her ne denli, benim dünya görüşüme karşıt bir dille sahnelense de, bu oyunu izlediğim için hoşnutum.
tiyatrokare sayesinde, Profilo Alışveriş Merkezi kapısından ilk kez içeri girdim. Sanatın pek duyumsanmayıp, tamamıyla ticaretin egemen olduğu bu merkez, insanda estetik duygu oluşturmuyor. Yaşamı estetize etmek yerine, yaşamı metalaştıran bir mekân olan Profilo Alışveriş Merkezi'nde oyun sunmak, ne denli sağlıklı bir davranış? Bu sorunun yanıtı zor yada bu sorunun tek bir yanıtı var; orada oyun sunmak, kapitalizmi yeniden oluşturmak anlamına gelir!
Kültür Bakanlığı çanağı yalayarak tiyatro sunmak zorunda kalan topluluklardan biri olan tiyatrokare, ister istemez, Kültür Bakanlığı'nın (kapitalist üretim ilişkilerinin) zorunlu kıldığı sanatsal ölçütlere göre hareket ediyor. İleri kapitalist ülkelerdeki "iş garantisi" oyunları, "tiyatro müşterisi" için yeniden ısıtan tiyatrolar bağlamına dahil etme anlamında hiçbir bir ikirciklenme yaşamadığımız tiyatrokare, o ülkelerdeki "sabun köpüğü" konulardan biri olan "Bu Da Benim Ailem" adlı oyunu Türkiye'ye taşırken, köpüğü unuttuğu yada imal edemediği için, "köpüksüz bir sabun" sunmanın ötesine geçemiyor.
Başta Metin Serezli olmak üzere, oyuncuların tüm gayretlerine ve Nedim Saban'ın "prezantabl" olmasına karşın, " Bu Da Benim Ailem", Kültür Bakanığı çanağı menüsüne uyum sağlayan bir düzey ve düzlem tuttursa da, Türkiye tiyatrosuna hiç, ama hiçbir şey ekleyemeden, elimizden kayıp gidiyor.
***
Ayrıca bakınız: Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
Linç imzacıları listesi
9 Ekim 2009
Nedim Saban'ın kurup yönettiği tiyatrokare, Kültür Bakanlığı çanağı menüsüne uyum sağlayan oyununu, "davetli misafirler kitlesi" önünde görücüye çıkardı!
Dün akşam, tiyatrokare'nin "Bu Da Benim Ailem" adlı oyununu, sosyalist bir sanatçı, bir yayıncı, bir linçzede ve "davetsiz bir misafir" olarak, Profilo Alışveriş Merkezi'ndeki Tiyatro İstanbul'un salonunda izledim. Türkiye tiyatrosunu düzeysizleştirmek için ömrünü yatıran Mustafa Demirkanlı'nın başlattığı ve tam 1100 kişi tarafından imzalandığı iddia edilen bir LİNÇ KAMPANYASI ile sanatsal ifade olanakları imha edilmek istenen iki kişiden biri olan Coşkun Büktel'in davetli misafir olmasından yararlanarak izlediğim oyun, her ne denli, benim dünya görüşüme karşıt bir dille sahnelense de, bu oyunu izlediğim için hoşnutum.
tiyatrokare sayesinde, Profilo Alışveriş Merkezi kapısından ilk kez içeri girdim. Sanatın pek duyumsanmayıp, tamamıyla ticaretin egemen olduğu bu merkez, insanda estetik duygu oluşturmuyor. Yaşamı estetize etmek yerine, yaşamı metalaştıran bir mekân olan Profilo Alışveriş Merkezi'nde oyun sunmak, ne denli sağlıklı bir davranış? Bu sorunun yanıtı zor yada bu sorunun tek bir yanıtı var; orada oyun sunmak, kapitalizmi yeniden oluşturmak anlamına gelir!
Kültür Bakanlığı çanağı yalayarak tiyatro sunmak zorunda kalan topluluklardan biri olan tiyatrokare, ister istemez, Kültür Bakanlığı'nın (kapitalist üretim ilişkilerinin) zorunlu kıldığı sanatsal ölçütlere göre hareket ediyor. İleri kapitalist ülkelerdeki "iş garantisi" oyunları, "tiyatro müşterisi" için yeniden ısıtan tiyatrolar bağlamına dahil etme anlamında hiçbir bir ikirciklenme yaşamadığımız tiyatrokare, o ülkelerdeki "sabun köpüğü" konulardan biri olan "Bu Da Benim Ailem" adlı oyunu Türkiye'ye taşırken, köpüğü unuttuğu yada imal edemediği için, "köpüksüz bir sabun" sunmanın ötesine geçemiyor.
Başta Metin Serezli olmak üzere, oyuncuların tüm gayretlerine ve Nedim Saban'ın "prezantabl" olmasına karşın, " Bu Da Benim Ailem", Kültür Bakanığı çanağı menüsüne uyum sağlayan bir düzey ve düzlem tuttursa da, Türkiye tiyatrosuna hiç, ama hiçbir şey ekleyemeden, elimizden kayıp gidiyor.
***
Ayrıca bakınız: Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
Linç imzacıları listesi
7 Ekim 2009 Çarşamba
!!!! resistancia en estambul contra FMI 2009 octubre
.
.
Taksim/İstanbul'da IMFye karşı başlatılan ve ardından polisin saldırılarına karşı direnişle sürdürülen potesto gösterisi dünyada yankı buldu ve birçok haber kuruluşunda bu olay yayınlandı. Bunlardan bazılarına aşağıda gönderdiğim youtube sayfalarında ulaşabilirsiniz. Ayrıca Telesur'daki haberin tamamı web adresiyle birlikte en altta yer almakta.
.
Yaşasın IMF'ye karşı devrimcilerin Taksim/İstanbul direnişi. Yavuz
.
***
.
habia y se continuado los manifestaciones para protestar FMI y Banco Mundial en Estambu en Anatolia (turquia). and otra vez revolucionistas estaban en la plaza de taksim. cuanda coenza manifestaciones los polices atacan a manifestadores revolucionarios y ellos rssistieron contra agresion de policia. hay una noticia en telesur les mando eso y les mando algunas fotos y pagina de youtube y otras qu tiene video de manifestaciones viva la resistencia y lucha contra sistema capitalista/imperialistaviva la resistencia de revolucionarios en estambul. Yavuz
.
***
.
www.youtube.com/watch?v=IOplm8yJKEg&feature=related
www.youtube.com/watch?v=PHqJ7LQD5JA&ytsession=jejB3yRe7yJ8NSIJuNUzCBR7PMzbzsrijB_C-_CFesHkJJCKp_y-0nRc1MENEaalNbA4BivnrOVESzu1rtFTGgKyO6HKUF0Xjj9ZTE6wfimqKr88K-KXoqHqfUlac6L94fSLTR_Y2EuVfOf2PFiiTNhR_xFCL9lHUMqzynVIq1CI57nCOgrRvlWJepfsd-mzZY4FTcJkxgrgDyjIen_oa7AOrquwnQrKM9e-AVKGHw4KVvwcw4Vw51hbRQX6q0JOcOtnbbVhbEsWSlgfHHnZhPy-7cFvNgOVPPZ2EVa0nGP4yl_-tsLjTTYaPGb5Z2NtrtrqUaLgVUeI_C42rGP5lQ
www.youtube.com/watch?v=W1WeZaxseL0&feature=related
www.youtube.com/watch?v=UrK5-8l_loM&feature=related
www.youtube.com/watch?v=bROS1qnLRBE&feature=related
www.zaman.com.tr/multimedya.do?tur=video&aktifgaleri=7045&aktifsayfa=0&bolumno=0&title=olaylar-polis-kamerasina-boyle-kaydedildi&gosterim= http://www.zaman.com.tr/multimedya.do?tur=video&aktifsayfa=0&bolumno=&gosterim=list
www.zaman.com.tr/multimedya.do?tur=video&aktifgaleri=7044&aktifsayfa=0&bolumno=0&title=iste-molotoflu-saldiri-ani&gosterim=list
www.telesurtv.net/noticias/secciones/nota/59076-NN/policia-continua-represion-contra-manifestaciones-anti-fmi-bm-en-turquia/
.
.
Policía continúa represión contra manifestaciones anti FMI-BM en TurquíaTeleSUR _ Hace: 13 horas
.
.
La policía de Turquía continuó este miércoles su represión sobre manifestaciones contra el Fondo Monetario Internacional (FMI) y el Banco Mundial (BM), organismos que celebran sus asambleas anuales en la ciudad turca de Estambul, donde miles de personas llegan ya a una semana de protestas en rechazo a las políticas económicas que, en detrimento del mundo,emprenden ambos organismos.
.
Este miércoles, efectivos policiales, cuyas acciones ya han dejado saldo de un muerto y varios heridos, arremetieron duramente contra personas que protestaban contra el FMI y el BM en la céntrica calle Pangalti de Estambul, cuando de forma pacífica se dirigían a manifestar a las afueras del recinto donde se celebran las reuniones de las dos instituciones financieras.
Se trataba de una masa de 200 manifestantes, cuya represión terminó con el saldo de 10 personas detenidas, que se suman a las 50 que la policía detuvo el día martes, luego de arremeter contra otra protesta contra el FMI y el BM en llamado Valle de Congresos, lugar de Estambul donde se reúnen ambas organizaciones.
.
Desde hace una semana, cuando comenzaron los encuentros preparatorios de las asambleas anuales del FMI y el BM, diversos grupos coordinados en la plataforma Direnistanbul (resistencia de la ciudad de Estambul) han organizado diferentes tipos de protestas.
La manifestación del martes, en la céntrica plaza de Taksim, fue disuelta por la fuerza al cargar la policía arrojando chorros de agua coloreada a presión y bombas de gas lacrimógeno contra quienes protestaban. Como resultado una persona murió de un infarto y otras tantas resultaron heridas.
.
La llegada de representantes de ambos foros económicos a Turquía no ha gozado de un acogedor recibimiento por parte de los sectores populares del país euroasiático, pues el pasado jueves, un estudiante de periodismo lanzó un zapato al director del FMI Dominique Strauss-Kahn mientras el funcionario financiero respondía preguntas en una universidad de Estambul.
.
Se trata de Selcuk Ozbek, editor del diario Birgün, quien junto a otro compañero estuvieron detenidos en dependencias policiales durante ocho horas, pese a que Strauss-Kahn no quiso interponer ninguna denuncia.De manera simultánea, otros actos de protesta tenían lugar ese día frente a la Universidad de Bilgi, donde se llevaba a cabo la conferencia, y frente a una de las sedes del gubernamental Partido de Justicia y Desarrollo, AKP.
.
Posteriormente, el día viernes se realizó una nueva concentración en la céntrica plaza de Taksim que, bajo el lema "Haz historia el capitalismo", numerosas personas mostraron su rechazo al FMI y al BM por sus políticas depredadoras del planeta.
Kolombiya’lı Senatör Piedad Córdaba Nobel Barış Ödülü için aday gösterildi.
1980 yılı Nobel Barış Ödülünü alan Arjantinli mimar-heykeltraş Adolfo Pérez Esquivel bu Pazartesi yaptığı açıklamada, Kolombiyalı senatör Piedad Cordoba’nın bu ülkede devlet güçleri ile FARC gerillaları arasında yaşanan silahlı çatışmayı durdurmak için göstermiş olduğu olağanüstü çabalarından dolayı, bu ödüle layık olduğunu belirtti. ‘Kendisi uzun zamandır ve oldukça zor koşullarda Kolombiya’nın barışı için yoğun bir şekilde çalışıyor ve bu ödül, Ona ülkesinde barışa giden yolları bulmasında yardımcı olacaktır’ diyen eski nobel barış ödülü sahibi, 2008 yılında esir bulunduğu FARC kampından kurtulan Ingrid Betancourt için ise ‘kendisinin kurtulmasını destekledik ancak onda bu ödüle layık olacak başka değerli özellikler mevcut değil ve geçen yıl onun bu ödüle aday gösterilmesini onaylamadık’ dedi.
Oslo Nobel Komitesi’nin 5 üyesinden 4’ü kadın ve tek erkek üye olan Kristian Berg Harpviken, asıl olarak 3 adayın şansının yüksek olduğunu belirtti. Bu üç adaydan Afganistanlı aktivist Sima Samar ile Kolombiyalı Piedad Cordoba’nın komitenin kadın ağırlıklı yapısından dolayı 3. aday olan Ürdün Üniversitesi’nden profesör Ghazi Bin Muhammed’e göre şanslarının daha fazla olduğunu belirtti. Nobel Barış Ödülünün sahibi önümüzdeki Cuma günü (9 Ekim) Oslo’da açıklanacak.
Haber: Canan Ateş
05/10/2009, Caracas
1980 yılı Nobel Barış Ödülünü alan Arjantinli mimar-heykeltraş Adolfo Pérez Esquivel bu Pazartesi yaptığı açıklamada, Kolombiyalı senatör Piedad Cordoba’nın bu ülkede devlet güçleri ile FARC gerillaları arasında yaşanan silahlı çatışmayı durdurmak için göstermiş olduğu olağanüstü çabalarından dolayı, bu ödüle layık olduğunu belirtti. ‘Kendisi uzun zamandır ve oldukça zor koşullarda Kolombiya’nın barışı için yoğun bir şekilde çalışıyor ve bu ödül, Ona ülkesinde barışa giden yolları bulmasında yardımcı olacaktır’ diyen eski nobel barış ödülü sahibi, 2008 yılında esir bulunduğu FARC kampından kurtulan Ingrid Betancourt için ise ‘kendisinin kurtulmasını destekledik ancak onda bu ödüle layık olacak başka değerli özellikler mevcut değil ve geçen yıl onun bu ödüle aday gösterilmesini onaylamadık’ dedi.
Oslo Nobel Komitesi’nin 5 üyesinden 4’ü kadın ve tek erkek üye olan Kristian Berg Harpviken, asıl olarak 3 adayın şansının yüksek olduğunu belirtti. Bu üç adaydan Afganistanlı aktivist Sima Samar ile Kolombiyalı Piedad Cordoba’nın komitenin kadın ağırlıklı yapısından dolayı 3. aday olan Ürdün Üniversitesi’nden profesör Ghazi Bin Muhammed’e göre şanslarının daha fazla olduğunu belirtti. Nobel Barış Ödülünün sahibi önümüzdeki Cuma günü (9 Ekim) Oslo’da açıklanacak.
Haber: Canan Ateş
05/10/2009, Caracas
Correa ve Chavez, Ortak Projeler İçin Biraraya Geliyorlar.
Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez ve Ekvator devlet başkanı Rafael Correa, bu Çarşamba günü her iki ülkenin haklarının refah seviyesini yükseltmek amacı ile başlattıkları çeşitli projelerin durumunu incelemek üzere biraraya geldiler.
Venezuela’nın başkenti Caracas’ta bulunan Askeri Akademi’de yaptıkları basın toplantısında, her iki başkan da basın mensuplarına iki ülke arasındaki anlaşmaların durumuna ilişkin ayrıntılı bilgiler verdiler.
Başkan Chavez, Venezuela ve Ekvator arasındaki bu tip ilişkilerin gerekliliğinin, her iki halkın somut birlikteliği ve gerçek anlamdaki bağımsızlık olarak algılanması gerektiğini vurguladı.
Chavez, kendilerinin pekçok şekilde boykot edildiklerini, bunlardan birinin de ‘bürokrasi’ olduğunu vurgulayarak Venezuela devriminin kendilerini böylesi önemli bir noktaya taşıyan yeni bir tarihi momente denk düştüğünü ifade etti.
‘Bizi bağımlı duruma sokan geçmişi yeniden yaşamamalıyız, gelecek bizimdir’ diyen Chavez, sözlerine ‘sosyal, politik ve ekonomik sistemlerimizin birbirlerini gerçek anlamda tamamlaması için somut adımlar atmalıyız’ şeklinde devam etti.
Venezuela devlet başkanı, Ekvator’daki Yurttaş Devrimi ile Venezuela’daki Bolivarcı Devrimi’nin yeni birer sistem olduklarının altını çizerek sosyalizme ulaşmanın birden fazla yolu ve biçimi olduğunu ifade etti.
Ekvator devlet başkanı Rafael Correa ise, Latin Amerika ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişmesini engellemeye çalışan tehditlere dikkat çekerek bu evrimi etkisizleştirecek herşeye karşı mücadele etme çağrısı yaptı.
‘Bizim bu yolda önümüze çıkacak pek çok düşman var. Kardeş halkların biraraya gelmesini istemeyen bir çok düşman mevcut’ diyen Correa, bunlarla mücadele etmenin en etkili yolunun verimli bir şekilde çalışmaktan geçtiğini vurguladı.
Venezuela’da gerçekleştirilen yenilikçi açılımları öven Correa, kamusal üretim alanında, ucuz cep telefonlarının, taşınabilir bilgisayarların üretimi gibi alanlarda yapılan atılımlardan çok etkilendiğini sözlerine ekledi. Correa, dışarıdan alım yapmanın ülke içinde işsizliği arttırdığına değinerek Venezuela’dali iç üretim kapasitesini arttırılması çabalarının önemine değindi.
Her iki ülkenin devlet başkanları, düzenledikleri basın toplantısından sonra Venezuela dışişleri bakanı Nicolas Maduro’nun katılımı ile sonuçlarını daha sonra basına aktaracaklarını ifade ettikleri basına kapalı toplantıyı gerçekleştirdiler.
Haber: CANAN ATEŞ
07.10.2009
Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez ve Ekvator devlet başkanı Rafael Correa, bu Çarşamba günü her iki ülkenin haklarının refah seviyesini yükseltmek amacı ile başlattıkları çeşitli projelerin durumunu incelemek üzere biraraya geldiler.
Venezuela’nın başkenti Caracas’ta bulunan Askeri Akademi’de yaptıkları basın toplantısında, her iki başkan da basın mensuplarına iki ülke arasındaki anlaşmaların durumuna ilişkin ayrıntılı bilgiler verdiler.
Başkan Chavez, Venezuela ve Ekvator arasındaki bu tip ilişkilerin gerekliliğinin, her iki halkın somut birlikteliği ve gerçek anlamdaki bağımsızlık olarak algılanması gerektiğini vurguladı.
Chavez, kendilerinin pekçok şekilde boykot edildiklerini, bunlardan birinin de ‘bürokrasi’ olduğunu vurgulayarak Venezuela devriminin kendilerini böylesi önemli bir noktaya taşıyan yeni bir tarihi momente denk düştüğünü ifade etti.
‘Bizi bağımlı duruma sokan geçmişi yeniden yaşamamalıyız, gelecek bizimdir’ diyen Chavez, sözlerine ‘sosyal, politik ve ekonomik sistemlerimizin birbirlerini gerçek anlamda tamamlaması için somut adımlar atmalıyız’ şeklinde devam etti.
Venezuela devlet başkanı, Ekvator’daki Yurttaş Devrimi ile Venezuela’daki Bolivarcı Devrimi’nin yeni birer sistem olduklarının altını çizerek sosyalizme ulaşmanın birden fazla yolu ve biçimi olduğunu ifade etti.
Ekvator devlet başkanı Rafael Correa ise, Latin Amerika ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişmesini engellemeye çalışan tehditlere dikkat çekerek bu evrimi etkisizleştirecek herşeye karşı mücadele etme çağrısı yaptı.
‘Bizim bu yolda önümüze çıkacak pek çok düşman var. Kardeş halkların biraraya gelmesini istemeyen bir çok düşman mevcut’ diyen Correa, bunlarla mücadele etmenin en etkili yolunun verimli bir şekilde çalışmaktan geçtiğini vurguladı.
Venezuela’da gerçekleştirilen yenilikçi açılımları öven Correa, kamusal üretim alanında, ucuz cep telefonlarının, taşınabilir bilgisayarların üretimi gibi alanlarda yapılan atılımlardan çok etkilendiğini sözlerine ekledi. Correa, dışarıdan alım yapmanın ülke içinde işsizliği arttırdığına değinerek Venezuela’dali iç üretim kapasitesini arttırılması çabalarının önemine değindi.
Her iki ülkenin devlet başkanları, düzenledikleri basın toplantısından sonra Venezuela dışişleri bakanı Nicolas Maduro’nun katılımı ile sonuçlarını daha sonra basına aktaracaklarını ifade ettikleri basına kapalı toplantıyı gerçekleştirdiler.
Haber: CANAN ATEŞ
07.10.2009
OAS Heyeti ve OAS Başkanı Honduras’a Geldi.
OAS (Amerika Devletleri Örgütü) Genel Sekreteri Jose Miguel Insulza’nın başkanlık ettiği OAS yüksek yetkili heyeti, Honduras’ın darbeci başkanı Roberto Micheletti ile ülkedeki ağır siyasi kriz ortamını görüşmek üzere bu Çarşamba günü başkent Tegucigalpa’daki başkanlık sarayına vardı.
OAS dışişleri bakanlarından oluşan heyet, Honduras yasal devlet başkanı Manuel Zelaya’nın devrilmesine neden olan askeri darbe ve onun ağır siyasi sonuçlarını düzenleme amacıyla bir dialog masası oluşturmak üzere Honduras’ın başkentindeki görüşmelere başladı.
OAS genel sekreteri Jose Miguel Insulza, yapılan toplantıda darbeci başkan Roberto Micheletti’ye haftaladardır Brezilya Büyükelçiliği’nde bulunan yasal devlet başkanı Manuel Zelaya’nın içerisinde bulunduğu duruma dair kaygılarını belirtti. Darbeci hükümet tarafından kararı alınan sokağa çıkma yasağı, olağanüstü hal ve ifade, toplantı yapma gibi temel özgürlüklerin kısıtlanmasına dikkat çeken Insulza, Canal 6 Televizyonu ile Radio Globo’nun devlet güçleri tarafından kapatılmasının altını çizdi.
Yasal başkan Zelaya’nın hükümetinden temsilciler ile darbeci hükümet yetkilileri arasında kurulacak bir dialog ortamı ile darbenin yapıldığı 28 Haziran tarihinden bu yana yaşanan siyasi krizden çıkışın yollarını aradıklarını belirten OAS genel sekreteri, kendilerini birinci derecede kaygılandıran konunun yasal devlet başkanı Manuel Zelaya’nın bu olumsuz koşullar altında Brezilya Büyükelçiliği binasında ikamet etmeye devam etmesi olduğunu vurguladı.
OAS temsilcisi, bu durumun sona erdirilmesine ilişkin olarak iki önerileri olduğunu belirterek ya başkan Zelaya’nın koşulları daha uygun olan bir yere gerekli garantiler sağlanması koşuluyla naklini ya da büyükelçilik binası etrafındaki askeri kuşatmanın kaldırılarak bina içerisine gıda, ilaç, vb. gibi yaşamsal ihtiyaçların girişine sorun çıkarılmayıp hem Zelaya’nın hem de bina içerisinde bulunan herkesin hayatının kasıtlı olarak zorlaştırılmamasını talep etti.
Insulza, Roberto Micheletti’nin Kasım ayında yapmayı planladığı seçimleri bahane ederek ifade, toplantı, gösteri yapma gibi anayasal hakların askıya alınmasını eleştirerek Canal 6 ve Radio Globo’nun kapatılmasının üzerinde durdu.
Haber: CANAN ATEŞ
07.10.2009
OAS (Amerika Devletleri Örgütü) Genel Sekreteri Jose Miguel Insulza’nın başkanlık ettiği OAS yüksek yetkili heyeti, Honduras’ın darbeci başkanı Roberto Micheletti ile ülkedeki ağır siyasi kriz ortamını görüşmek üzere bu Çarşamba günü başkent Tegucigalpa’daki başkanlık sarayına vardı.
OAS dışişleri bakanlarından oluşan heyet, Honduras yasal devlet başkanı Manuel Zelaya’nın devrilmesine neden olan askeri darbe ve onun ağır siyasi sonuçlarını düzenleme amacıyla bir dialog masası oluşturmak üzere Honduras’ın başkentindeki görüşmelere başladı.
OAS genel sekreteri Jose Miguel Insulza, yapılan toplantıda darbeci başkan Roberto Micheletti’ye haftaladardır Brezilya Büyükelçiliği’nde bulunan yasal devlet başkanı Manuel Zelaya’nın içerisinde bulunduğu duruma dair kaygılarını belirtti. Darbeci hükümet tarafından kararı alınan sokağa çıkma yasağı, olağanüstü hal ve ifade, toplantı yapma gibi temel özgürlüklerin kısıtlanmasına dikkat çeken Insulza, Canal 6 Televizyonu ile Radio Globo’nun devlet güçleri tarafından kapatılmasının altını çizdi.
Yasal başkan Zelaya’nın hükümetinden temsilciler ile darbeci hükümet yetkilileri arasında kurulacak bir dialog ortamı ile darbenin yapıldığı 28 Haziran tarihinden bu yana yaşanan siyasi krizden çıkışın yollarını aradıklarını belirten OAS genel sekreteri, kendilerini birinci derecede kaygılandıran konunun yasal devlet başkanı Manuel Zelaya’nın bu olumsuz koşullar altında Brezilya Büyükelçiliği binasında ikamet etmeye devam etmesi olduğunu vurguladı.
OAS temsilcisi, bu durumun sona erdirilmesine ilişkin olarak iki önerileri olduğunu belirterek ya başkan Zelaya’nın koşulları daha uygun olan bir yere gerekli garantiler sağlanması koşuluyla naklini ya da büyükelçilik binası etrafındaki askeri kuşatmanın kaldırılarak bina içerisine gıda, ilaç, vb. gibi yaşamsal ihtiyaçların girişine sorun çıkarılmayıp hem Zelaya’nın hem de bina içerisinde bulunan herkesin hayatının kasıtlı olarak zorlaştırılmamasını talep etti.
Insulza, Roberto Micheletti’nin Kasım ayında yapmayı planladığı seçimleri bahane ederek ifade, toplantı, gösteri yapma gibi anayasal hakların askıya alınmasını eleştirerek Canal 6 ve Radio Globo’nun kapatılmasının üzerinde durdu.
Haber: CANAN ATEŞ
07.10.2009
6 Ekim 2009 Salı
teyzem için ağıt
5 Ekim 2009 Pazartesi
yorgunum
çıplak bir çocuk gibi ürkek bakışlarım
kırık bir lir gibi umarsız
oysa dimdik bir güneşti düşlerim
meyveli bir ağaç
çilek
kiraz
ve vişne
yorgunum
bir yılkı atıydı gençliğim
kınına sığmayan kılıç
hırçın bir dalgaydı kavgam
dumanı tüten bir ev
aşk
oda
ve yatak
yorgunum
bir kış türküsü söyler şimdi kimsesiz kuşlar
ve kursaklarında ayaz renkli bir açlık
oysa uçacaklardı çok uzaklara
yemyeşil bir dal
bir gül
bir yaprak
ve alabildiğine böğürtlen
yorgunum
foto: midi mermer
şiir: hilmi bulunmaz
kırık bir lir gibi umarsız
oysa dimdik bir güneşti düşlerim
meyveli bir ağaç
çilek
kiraz
ve vişne
yorgunum
bir yılkı atıydı gençliğim
kınına sığmayan kılıç
hırçın bir dalgaydı kavgam
dumanı tüten bir ev
aşk
oda
ve yatak
yorgunum
bir kış türküsü söyler şimdi kimsesiz kuşlar
ve kursaklarında ayaz renkli bir açlık
oysa uçacaklardı çok uzaklara
yemyeşil bir dal
bir gül
bir yaprak
ve alabildiğine böğürtlen
yorgunum
foto: midi mermer
şiir: hilmi bulunmaz
"Eşitlik" ile "özgürlük", "sınıf" ile "kimlik", "iktisat" ile "kültür" bağdaşabilir mi? Ya da nasıl bir anayasa (Bolivya Anayasası örneği)
Sibel Özbudun
5 Ekim 2009
"Bırakın bugününüz, geçmişi anılarla,
geleceği ise özlemle kucaklasın." [1]
"Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco’muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana’yı çeşitli yüzlerle donattık ve o günden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi taşıyoruz. Halklarımız böylece mutluluk içindeydi ve uğursuz sömürgecilik günlerine dek ırkçılığı asla bilmedik."
Hayır, bir Latin Amerika yerli masalı değil. Yerli hareketlerin temsilcilerinin ulusal veya uluslar arası toplantılarda aldıkları kararların girizgâhı da değil. Belki inanmayacaksınız, ama bu bir “Anayasa dibacesi”… Yani egemen bir devletin, Bolivya’nın Anayasası’nın giriş bölümü. Ve de ilk cümleleri…
6 Ağustos 2006’da oluşturulan Bolivya Kurucu Meclisi, 411 maddelik yeni Anayasa’yı 8-9 Aralık 2007’de kabul etmişti. Yine de süreç, bu cümlenin ifade ettiği kadar pürüzsüz olmadı. Çoğunluğu Evo Morales’in MAS’ının (Sosyalizme Doğru Devinim) desteklediği adayların oluşturduğu Kurucu Meclis, ilk andan itibaren zengin (ve beyaz) doğu eyaletlerinin şiddetli engellemeleri ve protestoları ile karşılaştı. Öyle ki, Meclis, son oturumlarını, o güne dek çalışmalarını sürdürdüğü yargı erki başkenti[2] Sucre’nin dışında gerçekleştirmek zorunda kalacaktı.
Her durumda Bolivya Anayasası, 25 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen referandumla, Bolivya halkının yüzde 61’inin onayını alarak yürürlüğe girdi. yüzde 61, yani ülke nüfusunun yüzde 60 kadarını oluşturan yerli halkların büyük çoğunluğu yeni Anayasa’ya “Evet” derken, beyazların büyük bölümü, ret oyu kullanmıştı. Belki de bu nedenle, yeni Anayasa, Batı kamuoyunda ilk “yerli” anayasası olarak tanındı.
"YERLİ ANAYASASI" MI?
İlk yerli Anayasası… Hiç kuşkusuz, yürürlükteki Bolivya Anayasası kısmen “bu”. Ama hemen eklemek gerekir, “bu”nun çok ötesinde, “bu”ndan çok fazlasını içeren bir “Manifesto”. Aslında “Sömürge, Cumhuriyet ve neo-liberal devlet”leri, bir başka deyişle ülkenin sömürü ve tahakküme dayalı yönetim biçimlerini geride bıraktığını ilan eden yeni Bolivya devletinin “kurucu” unsurlarının hangi tarihsel mirasın varisleri olduğu, aynı dibacede belirtiliyor:
“Çoğul bileşimli biz Bolivya halkı, tarihin derinliklerinden beri, geçmişin mücadelelerinin, sömürgeciliğe karşı yerli ayaklanmasının, bağımsızlığın, halk kurtuluş savaşlarının, yerli, toplumsal ve sendikal yürüyüşlerin, su ve Ekim savaşlarının, toprak mücadelelerinin esini ve şehitlerimizin anılarıyla, yeni bir Devlet inşa ediyoruz.
Herkes arasında saygı ve eşitlik, egemenlik, saygınlık, tamamlayıcılık, dayanışma, uyum ve toplumsal ürünün hakkaniyetli yeniden dağıtımı ilkelerine dayalı, bu topraklarda yaşayanların iktisadi, toplumsal, hukuksal, siyasal ve kültürel çoğulluğuna saygı temelli iyi yaşam arayışının hâkim olduğu, herkesin su, iş, eğitim, sağlık ve konuta erişebildiği kolektif yaşam üzerine yerleşen bir Devlet.”
Evet, yeni Bolivya Anayasası’nın ayırt edici yönü, ülkedeki yerlilerin varlığının ve haklarının, ya da Bolivya’nın çok-etnili, çok-kültürlü bir devlet olduğunun kabul edilmesi değil. Bu, önceki Anayasa’da da vurgulanmaktaydı.[3] Çok-etnililik ve çok-kültürcülük, Latin Amerika’daki (yeri geldi, ben de kullanmaktan kendimi alıkoyamıyorum:) “sözde” demokratik dönüşümlerin yaşandığı 1980-90’lı yılların gözde düsturları arasındaydı. Askerî dikta rejimlerinin yerlerini uzun pazarlıklar sonucu Kuzey destekli neo-liberal “sivil” yönetimlere bıraktığı bu yıllarda “kimlik”, “etnisite” ve “yerli hakları”, genellikle Kuzeyli ideologlar ve STÖ’ler eliyle Latin ülkelerinin “sivil toplumları”na dikte edilen ve bir bakıma tüm münderecatıyla birlikte “sınıf” kavramının ikamesini (“unutturulması” mı demeli yoksa?) hedefleyen sihirli formülleri oluşturuyordu. Dahası Bolivya “çok-etnili/çok (çoğul) kültürlü” toplum dokusunu o yıllarda Anayasası’nda kayıt altına alan tek Latin Amerika ülkesi de değildi. 1980’lerden itibaren tüm kıta ülkeleri, iç ve dış baskılar karşısında, toprakları dâhilinde yaşayan yerli toplulukları ve onların kolektif haklarını, şu ya da bu ölçüde, yasal ya da Anayasal düzlemde tanımak zorunda kalmışlardı. Üstelik bu, bir yandan enerjisini ve direngenliğini bir kez daha gözler önüne sermeye başlayan yerli dinamiğini sınıfsal (anlamlı bir yerli nüfusu barındıran kıta ülkelerinin hemen tümünde, yerli nüfus yoksul köylülüğün en önemli bileşenini ve kent yoksullarının ana gövdesini oluşturmaktadır) temelinden koparmanın bir yolu, bir yandan da kırsal cemaatlerin kalkındırılması sorumluluğunu bizzat onların sırtına yıkan bir adem-i merkezileşme (dolayısıyla da Çokuluslu şirketlere kaynak aktarma) programının bir parçası olduğu sürece, “kârlı” sayılabilecek bir tasarruftu.
Bolivya’nın yeni Anayasası’nın en önemli yönünü, onun “postneo-liberal” olarak tanımlanabilecek, kimliğe ilişkin (“tikelci”) haklar ile toplumun bütününün yararlarını bağdaştırmadaki becerisi oluşturuyor. Bir başka deyişle, “kültürel” ile “toplumsal/iktisadî” olanı bağdaştırabilme tarzı. Bu anlamda, Evo Morales Bolivyası’nın, sosyalist hareket(ler)le yerli hareket(ler)i arasında 1980’li yıllarda kopmuş olan kuramsal ve pratik bağların yeniden tesisi olarak görmek, mümkündür. Çünkü, “(…) Batının kültürüne karşı yerli kültürünü, yaşam kültürünü biz inşa edeceğiz,” diyen Evo Morales’in de söylediği gibi, “Yerli hareketi kapitalizmle birleşmek istemiyor. Sorumlulukla dayanışma ilişkileri içerisinde yaşamak istiyor. Eşitlik istiyor ki bu insanlığın temelidir bizce.”[4]
Bu bakımdan, toplumsal alanı sürekli olarak bir F-Tipi’ne dönüştüren “demokratikleşme süreçleri”nin; hırçın, saldırgan bir milliyetçiliğin dilini her seferinde eskisinden daha azgın biçimde tetikleyen “Kürt açılımları”nın; emeğe değgin hakları her defasında biraz daha budayıp bir parçasını daha “yukarıdakilere” aktaran “emek düzenlemeleri”nin açarsız seyircileri konumuna indirgenmiş bizler açısından önemli derslerle dolu. Bunun içindir ki, hazır “demokratik çözüm(süzlük)”ün dolambaçlarında kısır tartışmalara mahkûm kılınmışken, [öyle Fransa filan değil], Bolivya örneğini daha yakından tanımak, sanırım “kafa açıcı” olacaktır. En azından yeni Anayasası dolayımıyla…
Halklarının kendilerine verdiği “Bolivya’yı yeniden kurma” görevini “Pachamama’mızın[5] desteği ve Tanrı’nın inayetiyle” yerine getiren Kurucu Meclis’in yeni Anayasası’nın 1. maddesi Bolivya’yı “özgür, bağımsız, egemen, demokratik, kültürlerarası, adem-i merkezi ve özerkliklere sahip üniter, sosyal, çokuluslu, komünoter bir hukuk devleti” olarak tanımlayıp ekliyor: “Bolivya, ülkenin bütünleşme süreci içerisinde siyasal, iktisadi, hukuki, kültürel ve dilsel çoğulluk ve çoğulculuk üzerine temellenir.”
HEM ÖZGÜRLÜKÇÜ, HEM EŞİTLİKÇİ OLMAK
Gerçekten de 411 madde boyunca iki ilkenin tüm Bolivya Anayasası’na damgasını vurduğu gözlemleniyor: “çoğulluk ve çoğulculuk” ilkelerine yaslanan, adem-i merkeziyetçi bir demokrasi anlayışı ile kaynakların halkın çoğunluğu, özellikle de emekçiler ve ezilenler lehine kullanılmasını öngören bir “üniter sosyal devlet” kavrayışı. Neo-liberalizmden beslenen postmodernizmin bize zıt, uzlaşmaz, bağdaştırılamaz kutupsallıklar olarak bellettiği iki alan arasında gerçekte aşılmaz bir mesafenin olmadığının doğrulanması… Bir başka deyişle, “Büyük İnsanlık”ın iki kadîm özlemi, “özgürlükçülük” ile “eşitlikçilik”in ille de birbirini dışlamak zorunda olmadığı, bağdaştırılabilir olduğu…
Bolivya’nın yeni Anayasası, “erkek ve kadın Bolivyalılardan, özgün köylü yerli ulus ve halklardan, kültürlerarası cemaatlerden ve Afrobolivyalılardan” oluşan ve “hep birlikte Bolivya halkını oluştur”an (Madde 3) Bolivya ulusunun asli unsurlarından saydığı yerli halkların (Anayasal tanımıyla, “özgün köylü yerli ulus ve halklar”) kolektif haklarını şu terimlerle güvence altına alıyor: “Özgün köylü yerli ulus ve halkların sömürgecilik öncesi döneme dayalı varlığı ve kendi toprakları üzerindeki kadîm hâkimiyeti göz önünde bulundurularak, devletin birliği çerçevesinde kendi kaderini özgürce tayin haklarını garanti altına alır. Bu hak, onların özerkliği, özyönetimi, kültürü, kurumlarının tanınmasını ve teritoryal kurumlarının bu Anayasa ve yasalara uygun olarak tahkimini güvence altına alır.” (Madde 2).
Üstelik bununla da yetinmeyip, ulusun “çok-dilliliği”ni hayali en geniş “liberal”in bile dudağını uçuklatacak bir gözüpeklikle çözüme kavuşturuyor:
“I. İspanyolca ve özgün köylü yerli ulus ve halkların bütün dilleri, aymara, araona, baure, bésiro, canichana, cavineño, cayubaba, chácobo, chimán, ese ejja, guaraní, guarasu’we, guarayu, itonama, leco, machajuyaikallawaya, machineri, maropa, mojeño-trinitario, mojeño-ignaciano, moré, mosetén, movima, pacawara, puquina, quechua, sirionó, tacana, tapiete, toromona, uru-chipaya, weenhayek, yaminawa, yuki, yuracaré ve zamuco, resmî dillerdir.
II. Çokuluslu hükümet ve bölgesel hükümetler en azından resmî dillerden ikisini kullanmakla yükümlüdür. Bunlardan biri İspanyolca olmalıdır; diğeri söz konusu teritoryadaki nüfusun adetleri, görenekleri, koşulları, zorunlulukları ve tercihleri göz önünde bulundurularak kararlaştırılacaktır. Geri kalan özerk hükümetler bölgelerine özgü dilleri kullanmakla yükümlüdür; bunlardan biri İspanyolca olmalıdır.” (Madde 5).
Toprakları üzerindeki (ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan) yerli toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını, özerkliklerini, teritoryal haklarını, kültürlerini sürdürüp geliştirme haklarını tanıyıp Bolivya topraklarında konuşulan tüm dillere -konuşmacı sayısına bakmaksızın[6] - “resmî dil” statüsü tanıyan Anayasa, kadîm yerli “kozmovizyonu”ndan türettiği ilkeleri, Bolivya’daki yeni, adil ve eşitlikçi yaşamın düzenleyicisi olarak yeniden yorumlamaktadır:
“Madde 8.
I. Devlet çoğul toplumun etik-moral ilkeleri olarak şunları benimser ve destekler: ama qhilla, ama llulla, ama suwa (ilkesiz olma, yalan söyleme, hırsızlık yapma), suma qamaña (iyi yaşa), ñandereko (uyumlu yaşam), teko kavi (iyi yaşam), ivi maraei (kötülüğü olmayan toprak) ve qhapaj ñan (soylu yol ya da yaşam).
II. Devlet iyi yaşam için birlik, eşitlik, içleme, saygınlık, özgürlük, dayanışma, karşılıklılık, saygı, tamamlayıcılık, uyum, saydamlık, denge, fırsat eşitliği, katılımda toplumsal ve cinsiyet açısından hakkaniyet, kamu refahı, sorumluluk, sosyal adalet, toplumsal ürün ve malların dağıtım ve yeniden dağıtımı değerlerini destekler.”
Yerli cosmovisión’u terimleri çerçevesinde ifade edilen bu “sosyalizan yöneliş”, devletin görev ve hedeflerini tanımlayan 9. maddede daha net bir tarzda dile getiriliyor: “Anayasa ve yasanın belirttiklerinin yanı sıra, devletin işlev ve hedefleri şunlardır:
1. Çokuluslu kimlikleri takviye etmek amacıyla, sömürgeciliğin tasfiyesine yaslanan, ayırımcılık ve sömürünün olmadığı, tam bir sosyal adalete dayalı, adil ve uyumlu bir toplum kurmak.
2. Kişilerin, ulusların, halkların ve cemaatlerin refahını, kalkınmasını, güvenliğini ve korunması ile eşit saygınlığını güvence altına almak, karşılıklı saygıyı ve kültür-içi, kültürlerarası ve çok-dilli diyalogu teşvik etmek.
3. Ülkenin birliğini doğrulamak ve tahkim etmek ve çokuluslu çeşitliliği tarihsel ve insanî miras olarak muhafaza etmek. (…)
5. İnsanların eğitim, sağlık ve çalışmaya erişimini güvence altına almak.
6. Doğal kaynaklardan sorumlu ve planlı bir tarzda yararlanılmasını teşvik ve garanti etmek ve sanayileşmeyi, çevreyi mevcut ve gelecek kuşakların iyi yaşaması hedefiyle koruyacak biçimde, üretken temelin farklı boyut ve düzlemlerinin kalkınması ve tahkimi görüsüyle sürdürmek.”
“İyi yaşam”, yalnızca kültürlerin özgürce yaşanması/geliştirilmesi, hatta yalnızca kaynakların hakkaniyetli kullanımı, üretilen servetin adil paylaşımını değil, devletin barışçıl egemenliğini de kapsayacak tarzda formüle edilmektedir:
“I. Bolivya barış kültürünü ve barış hakkını, karşılıklı kabul, hakkaniyetli kalkınma ve kültürlerarasılığı teşvik etmek amacıyla, devletlerin egemenliğine tam saygıya dayalı olarak, bölge ve dünya halkları arasında işbirliğini destekleyen, barışçı bir devlettir.
II. Bolivya devletler arasındaki anlaşmazlık ve görüş farklılıklarının çözüm aracı olarak her türlü saldırganlık savaşını reddeder ve devletin bağımsızlık ve bütünlüğüne yönelik saldırganlığa karşı meşru savunma hakkını saklı tutar.
III. Bolivya topraklarına yabancı üs kurulması yasaktır.” (Madde 9.6)
Bolivya’nın yeni Anayasası, bu ruhla, “Temel Hak ve Özgürlükler”i düzenleyen III. bölümünde, yaşam hakkı, fiziksel, psikolojik ve cinsel bütünlük vurgusuyla, işkence, angarya, kölelik ve insan ticaretinin yasaklanmasının yanı sıra, ekliyor:
“I. Herkes su ve yiyecek hakkına sahiptir.
II. Devlet tüm nüfus için sağlıklı, yeterli bir beslenme ile besin güvenliğini sağlamak yükümlülüğü altındadır.” (Madde 16)
Su ve besin güvenliği hakkını diğer temel sosyal haklar izliyor: “Herkese evrensel, üretken, bedelsiz, bütünsel ve kültürlerarası, ayırımsız eğitim hakkı” (Madde 17), “herkese sağlık hakkı” (Madde 18), “herkese aile ve cemaat yaşamının saygınlığını ihlâl etmeyecek, yeterli bir çevre ve konut hakkı” (Madde 19); herkes için “içme suyu, kanalizasyon,[7] elektrik, gaz, posta ve telekomünikasyon sistemine evrensel ve hakkaniyetli erişim hakkı” (Madde 20)…
YA KADINLAR?
Tüm Anayasa’nın “ruhu”na nüfuz eden bir başka özellik ise, toplumsal cinsiyetler arasındaki eşitliğin kesin bir dille kabulü ve desteklenmesidir. Toplumsal cinsiyete ilişkin şiddet göstergelerinin oldukça yüksek düzeyde seyrettiği Latin Amerika’da Bolivya, kadına yönelik şiddeti Anayasal düzlemde ele almıştır: “Herkes, özellikle kadınlar, aile ya da toplum içinde fiziksel, cinsel ya da psikolojik şiddete uğramama hakkına sahiptir.” (madde 15/II)
Bolivya Anayasası, kadına yönelik şiddeti engellemeyi devletin bir sorumluluk alanı olarak tesis etmenin yanı sıra kadın -erkek eşitliğini eğitim (Madde 78/IV; 82/I); istihdam ve ücretlendirme (Madde 48/V); aile hukuku[8] (Madde 63/I) ve siyasal katılım alanında kayıt altına almaktadır:
“Tüm yurttaşlar doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla ve bireysel ya da kolektif olarak siyasal iktidarın biçimlendirilmesi, uygulanışı ve denetimine özgürce katılma hakkına sahiptirler. Katılım kadınlarla erkekler arasında adil ve eşit bir tarzda gerçekleşecektir.” (Madde 26/I).
Dahası, hamilelik durumundaki ücretli izin süresini saptayan ender anayasalardan biridir:
“Kadınlar medenî durum, hamilelik, yaş, fiziksel özellik, ya da çocuk sayısı temelinde ayırımcılığa tabi tutulamaz. Hamilelik durumunda kadınlara ve ebeveynlere çocuk bir yaşını doldurana dek ücretli izin verilir.”(Madde 48/VI)
YERLİ HAKLARI
Bolivya Anayasası’nda “özgün yerli köylü halklar”ın haklarına hasredilen bütün bir bölümün (Bölüm IV) yanı sıra, bu haklar, çeşitli alanlarda Eğitim, Kültürlerarasılık, Kültürel Haklar (Bölüm VI), Yerli Hukuku (Başlık III, Kısım IV), Çokuluslu Seçim Organı (Başlık IV, Kısım 1), Özgün Yerli Köylü Halkların Özerkliği (Bölüm VII); Toprak ve Teritorya (Bölüm IX) vb. bölümlerde geniş biçimde işlenmektedir. Bolivya Anayasası “özgün yerli köylü halklar”ı şöyle tanımlar: “Özgün yerli köylü halk terimi, varlığı İspanyol sömürgeci istilasından önceye dayanan ve ortak bir kültürel kimlik, dil, tarihsel gelenek, kurumlar, toprak ve dünya görüşünü paylaşan her türlü insan topluluğunu tanımlamaktadır.” (Madde 30/I) Bu hakların, Anayasa metninin ilgili bölümlerinde ayrıntılandırılan temel kolektif hakları ise:
“Varlığını özgürce sürdürme hakkı; kültürel kimlik, dinsel inanç, maneviyat, pratik ve adetler ve dünya görüşü hakkı; her bir mensubunun, istemesi hâlinde kimlik kartı, pasaport ve yasal geçerliğe sahip her türlü kimlik belgesi üzerinde, Bolivya yurttaşlığının yanı sıra, kültürel kimliğinin kaydedilmesi; kendi kaderini tayin ve toprak hakkı; kurumlarının devletin genel yapısına dahil olması hakkı; toprak ve teritoryalite üzerinde kolektif iyelik hakkı; kutsal yerlerin korunması hakkı; kendine özgü iletişim sistemleri, araçları ve ağları oluşturup yönetme hakkı; geleneksel bilgiler, geleneksel tıp, diller, ayin ve simgeler ve giysilerin saygı görüp desteklenmesi hakkı; ekosistemlerin yeterli bir tarzda kullanılıp yararlanıldığı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı; bilgi, bilim ve birikimleri üzerinde kolektif entelektüel mülkiyet hakkı ve bunların değerlendirilmesi, kullanımı, teşviki ve geliştirilmesi hakkı;eğitim sisteminin bütününde kültür-içi, kültürlerarası ve çok dilli eğitim hakkı; dünya görüşü ve geleneksel pratiklerine saygı gösteren evrensel ve ücretsiz bir sağlık sistemi hakkı; dünya görüşüne uygun siyasal, hukuksal ve iktisadî sistemleri uygulama hakkı; kendilerini etkileme olasılığı olan her türlü yasal ya da idarî önlemin hazırlanmasında uygun işlemlerle, özellikle de kendi kurumları aracılığıyla danışılma hakkı; teritoryaları üzerindeki doğal kaynakların işletilmesinden kaynaklanan yararlara katılma hakkı; yerli özerk teritoryal yönetim hakkı ve üçüncü kişilerin meşru olarak edinilmiş haklarını ihlâl etmeksizin kendi toprakları üzerindeki yenilenebilir doğal kaynakların münhasır kullanımı ya da yararlanma hakkı; devletin organ ve kurumlarına katılma hakkı…” (Madde 30/II)
Anayasa’nın 31. maddesi ise, kayıt altına alınan haklardan yararlanabilmenin, yerli topluluğun nüfusuyla bağlantılı olmadığını vurgulayarak, yok olma tehdidi altındaki halklar için özel önlemleri öngörmektedir:
“I. Yokolma tehdidiyle karşı karşıya olan, gönüllü bir tecriti sürdüren ve temasa uğramamış özgün yerli köylü ulus ve halkların bireysel ve kolektif yaşam tarzları korunacak ve saygı gösterilecektir.
II. Tecrit durumdaki ve temasa uğramamış özgün yerli köylü ulus ve halklar bu durumlarını sürdürme, işgal ettikleri ve yaşadıkları teritoryanın sınırlarını tayin ve yasal olarak tahkim hakkına sahiptir.”
Anayasal hak ve güvenceler, yalnızca özgün/yerli halk ve ulusları değil, sömürgecilik ertesinde ülkeye Afrika’dan getirilmiş kölelerin torunlarını da kapsamaktadır: “Afrobolivya halkı, Anayasa’da özgün yerli köylü ulus ve halklara tanınan bütün iktisadî, toplumsal, siyasal ve kültürel haklara sahiptir.” (Madde 32)
Yerli halkların haklarından yararlanmasının temel aracı, Bolivya Anayasası’na göre “kendine özgü teritorya, kültür, tarih, diller ve hukuksal, siyasal, toplumsal ve iktisadî örgüt ya da kurumlara sahip özgün köylü yerli ulus ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkının hayata geçirilmesi olarak özyönetim uygulamasından oluşan” (Madde 289) özerkliktir, ve bu özerklik aşağıdaki erkleri münhasıran kullanabilme yetisinden oluşmaktadır:
“Özerkliğini Anayasa ve yasaya uygun bir tarzda uygulayabilmek üzere kendi tüzüğünü hazırlamak; her bir halkın kimlik ve görüsüyle uyumlu, kendine özgü iktisadî, toplumsal, siyasal, örgütsel ve kültürel gelişme biçimlerinin tanımlanarak yönetilmesi; yenilenebilir doğal kaynakların Anayasa’yla uyumlu bir biçimde yönetilmesi; Teritoryal Düzenleme Planlarının ve toprak kullanımına ilişkin planların merkezî devlet, departman ve belediye düzlemlerindeki planlarla eşgüdüm hâlinde hazırlanması; (…) yetki alanı içerisindeki tecrit bölgelerin elektrik şebekesine bağlanması; mahalle ve köy yollarının bakım ve yönetimi; yetki alanı içerisinde, koruma altındaki alanların, devlet politikası doğrultusunda yönetim ve korunması; özgün köylü yerli ulus ve halkların yargı yetkisinin, kendi norm ve usulleri doğrultusunda, Anayasa ve yasalara uygun olarak, adaletin sağlanması ve anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması amacıyla uygulanması; spor, dinlenme ve boş zamanları değerlendirme; kendi kültür, sanat, kimlik, arkeolojik merkez, dinsel, kültürel yer ve müzelerin korunup desteklenmesi; turizm politikaları; yetki alanı içerisindeki çevre rüsum, patent ve özel katkı paylarını saptayıp yönetmek; yetki alanı içerisindeki vergilerin yönetimi; operasyon programları ve bütçesini hazırlamak, onaylamak ve yürütmek; teritoryal işgalin planlama ve yönetimi; yetki alanı içerisinde kültürel pratiklerine uygun konut, kentleşme ve nüfus dağılımı; diğer halklarla ve kamusal ve özel birimlerle işbirliği anlaşmaları imzalayıp uygulamak; mikrosulama sistemlerinin bakım ve yönetimi; üretkenliğin teşviki ve geliştirilmesi; yetki alanının gelişimi için gerekli altyapının inşası, bakımı ve yönetimi; kendilerini etkileyen yasama, yürütme ve yönetsel önlemlerin uygulanmasına ilişkin özgür ve bilgilendirici danışma mekanizmalarına katılmak, bunları geliştirmek ve yürütmek; kültürel, teknolojik, mekânsal ve tarihsel ilke, norm ve pratiklerine uygun olarak yerleşim alanları ve peyzajın korunması; kendi norm ve usullerine uygun demokratik kurumların geliştirilmesi ve uygulanması” (Madde 304/I).
Yerli halklar, şu yetkileri de devlet ya da eyalet yönetimleriyle paylaşmaktadır:
“Devletin dış politikası doğrultusunda uluslar arası mübadeleler ;(…); genetik kaynaklar, geleneksel tıp ve germoplasma bilgilerine ilişkin kolektif entelektüel hakların korunması ve kayıt altına alınması; yetki alanındaki faaliyet yürüten dış kurum ve örgütlerin denetim ve düzenlenmesi; yetki alanı içerisinde sağlık politikalarının örgütlenmesi, planlanması ve yürütülmesi; devletin yasama organı kararları doğrultusunda eğitim, bilim, teknoloji ve araştırma plan, program ve projelerin örgütlenme, planlama ve yürütülmesi; orman, biyoçeşitlilik ve çevre kaynaklarının korunması; yetki alanı içerisindeki sulama sistemleri, hidrik kaynaklar, su ve enerji kaynakları, devlet politikaları doğrultusunda yönetimi; mikrosulama sistemlerinin inşası; mahalle ve köy yollarının inşası; üretken altyapıların inşasının teşviki; tarım ve hayvancılığın desteklenmesi; yetki alanı dahilinde gelişen hidrokarbon faaliyetlerinin denetim ve toplumsal-çevresel açıdan izlenmesi; mal ve hizmetlerin malî kontrol ve yönetim sistemleri” (Madde 304/II).
KAMUSALIN GERİ DÖNÜŞÜ: EĞİTİM VE SAĞLIK
Yeni Bolivya Anayasası’nın “özgürlükçü” ruhu, komünter ve sosyal/kamusal düsturlarla takviye edildiği ölçüde, onu “postneo-liberal” olarak nitelemek mümkün hâle gelir. Nitekim, yeni Anayasa sağlık ve eğitim dahil pek çok temel hizmete erişimin eşit, evrensel ve ücretsiz olduğunu kabul ve ilan eder (Madde 17-18) Dahası, bununla da yetinmeyerek, temel hizmetlerin “kültürlerarası” özelliğini de vurgular. Temel hizmetler, özellikle de eğitime ilişkin Anayasal esaslar, Aydınlanma, hümanizm ve evrenselcilikten olduğu kadar kamucu bir anlayıştan, devrimci bir ruhtan ve dördüncü kuşak/kültürel haklar mantığından beslenmektedir. Nasıl mı?
“Eğitim üniter, kamusal, evrensel, demokratik, katılımcı, komünoter, sömürgeciliği tasfiye edici ve kalitelidir.
Eğitim, tüm eğitim sistemi boyunca kültür-içi, kültürlerarası ve çokdillidir. Eğitim sistemi açık, hümanist, bilimsel, teknik ve teknolojik, üretimci, teritoryal, teorik ve pratik, özgürleştirici ve devrimci, eleştirel ve dayanışmacı bir eğitime dayanır. Devlet erkek ve kadınlar için, hayatla, üretimci çalışma ve gelişmeyle ilişkili, bir meslek eğitimi ile hümanist bir teknik öğrenimi güvence altına alır.” (madde 78/I-IV)
“Eğitim sivilliği, kültürlerarası diyalogu ve etik-moral değerleri besleyecektir. Bu değerler arasında cinsiyet eşitliği, rollerin farklılaşmaması, şiddetsizlik ve insan haklarına tam saygı bulunmaktadır.” (Madde 79)
“Eğitim kişilerin bütünsel formasyonunu ve hayatta ve hayat için eleştirel toplumsal bilincin güçlenmesini destekleyecektir.
Eğitim bireysel ve kolektif formasyona, fizik ve entelektüel beceri ve yatkınlıkların geliştirilmesine, teori ile üretimci pratiğin birbirine bağlanmasına, iyi yaşam için çevre, biyoçeşitlilik ve teritoryanın korunma ve muhafazasına yönelik olacaktır. (…)
Eğitim Çokuluslu devletin yurttaşları olarak herkesin birlik ve kimliğinin yanı sıra, her bir özgün yerli köylü ulus veya halkın üyelerinin kimlik ve kültürel gelişiminin güçlendirilmesine ve Devlet içerisinde karşılıklı anlayış ve kültürlerarası zenginleşmeye katkıda bulunacaktır.” (Madde 80/I-II)
“Devlet eğitime erişimi ve tüm kadın ve erkek yurttaşların tam eşitlik koşullarında muamele görmesini güvence altına alacaktır.
Devlet, yasa uyarınca, öncelikle ekonomik olanakları kısıtlı öğrencilere, ekonomik yardımlar, beslenme, giysi, taşıma, okul malzemesi programları ve dağınık yerleşimlerde öğrenci yurtları aracılığıyla, eğitim sisteminin farklı düzeylerine erişimleri konusunda destek sağlayacaktır.” (Madde 82/I-II)
Benzer bir durum, sağlık için de söz konusudur. Bolivya Anayasası’nın sağlık ve sosyal güvenlik sistemi ile ilgili kısmı, sağlığı temel bir insan hakkı olarak tesis etmekte ve tüm yurttaşlarına eşit, ücretsiz, evrensel ve yüksek kalitede sağlık hizmeti sağlamakla yükümlendirmektedir (Maddeler: 35-36-37). Anayasa bunun yanı sıra, tekil sağlık sisteminin bir unsuru olarak kabul ettiği yerli halk ve ulusların geleneksel tıbbını koruma altına almayı, geliştirmeyi, yaymayı da devletin görevleri arasında saymaktadır (Madde 35/II, 42), sağlık sistemi tekil olsa da “kültürlerarası” niteliktedir (Madde 18/III).
ÇOĞUL VE ÇOĞULCU BİR İKTİSAT
Belirtmek gerekir, Bolivya, sosyalist bir ülke değil. Bu yazının girişinde de vurgulandığı üzere, Evo Morales ve MAS’ı (ve hükümeti destekleyen diğer sol partiler) ülke içerisinde tam bir hegemonya sağlayabilmiş olmanın bir hayli uzağındadır. Bolivya’da, özellikle Doğu eyaletlerinde üstlenen güçlü bir beyaz oligarşi mevcuttur ve harekete geçirebildikleri güçlü “sivil toplum”la hükümetin adımlarını sıkça bloke edebilmektedirler. Bu nedenle Bolivya Anayasası, ister istemez bir “uzlaşma”nın ürünüdür ve yer yer Santa Cruz (ve Panda ve Beni ve Tarija) oligarşisine verilmiş tavizleri yansıtır. Bu, en çok ülkenin iktisadi yapısını tanımlayan başlık altında karşımıza çıkmaktadır. Bolivya Anayasası, “çoğul” olarak tanımladığı iktisadi yapının “komünoter, kamu, özel ve kooperatif” işletmelerden oluştuğunu kabul ve ilan etmektedir (Madde 306/II).
Özel sektörün (ki eğitim ve sağlık alanlarında da faaliyetine izin verilmektedir) varlık ve etkinliğini kabul etmekle birlikte, kimi sınırlamalara tabi olduğu vurgulanır. Bunlar arasında en çarpıcı olanı, geleneksel yerli kozmovizyonuna dayalı değerlerin sınırlandırıcılığıdır: “Çoğul ekonomi farklı iktisadî örgütlenme biçimlerini, tamamlayıcılık, karşılıklılık, dayanışma, yeniden dağıtım, eşitlik, hukuksal güvenlik, sürdürülebilirlik, denge, adalet ve saydamlık ilkeleri üzerine temellenir. Toplumsal ve komünoter ekonomi, bireysel çıkar ile kolektif refahı bağdaştırır.” (Madde 306/III). Yanısıra, özel girişim, devletin “iktisadî artıların sosyal, sağlık, eğitim, kültür politikaları ve üretimci iktisadî kalkınmaya yatırım hâlinde hakkaniyetli yeniden dağıtımı aracılığıyla” en yüce değer kabul edilen insanın gelişimini sağlamakla yükümlü kılınmış olması (Madde 306/V), ve “her türlü iktisadî faaliyet(in) ülkenin iktisadî egemenliğinin güçlendirilmesine katkıda bulunma”sı zorunluluğu ile de sınırlandırılmaktadır: “İktisadî gücün devletin iktisadî egemenliğini tehlikeye sokacak ölçüde özel ellerde toplanmasına izin verilmez” (Madde 312/I). “Her türlü iktisadî örgütlenme biçiminin saygın bir istihdam yaratma ve eşitsizliklerin azaltılması ve yoksulluğun tasfiyesine katkıda bulunma yükümlülüğü”nü öngören (Madde 312/II) ve “tüm iktisadî örgütlenme biçimlerini çevreyi korumakla” yükümlendiren (Madde 312/III) maddeler de özel sektörü sınırlayıcı ve denetleyici nitelik taşır.
SONUÇ OLARAK…
Türkiye’de “ulusal solcular”, Latin Amerika’daki antiemperyalist yöneliş ve kaynakların millileştirilmesi hamleleri ile Kemalizm arasında paralellikler kurmaya bayılırlar. Anakronizme düşme kaygısı olmasa kıta bağımsızlığının simgesi Simón Bolivar’ı “Kemalist” olarak tanımlamaktan geri durmayacak bu kesim şimdilerde, kıtadaki antineo-liberal her türlü girişimi, kıpırdanışı, kalkışmayı, önderi “ulusalcı”, hatta “Kemalist” ya da “M. Kemal hayranı” olarak nitelemekten pek haz ediyor.[9]
Oysa Bolivya toprakları üzerinde yaşayan tüm insan topluluklarının dil, kültür ve kozmovizyon’unu biricik ve dokunulmaz kabul edip “farklılıklara saygı”yı düstur edinen, “Birlik(çilik)”i ancak “çoğulluğun uyumu” olarak tanı(mla)yan Bolivya Anayasası’nın, “modern(ist)” anlamda ulus-devletle ilişkisi, “inkârın inkârı” olarak tanımlanabilir ancak. Çünkü Bolivya Anayasası, çoğulcu, adem-i merkeziyetçi, özerklikçi, eşitlikçi/özgürlükçü, komünoter ve sosyal nitelikte bir “devlet”i tarifler; hiçbir “kutsallık” vasfı yüklenmeyen bir devlettir bu. Temel değeri insan olan ve insanın yetilerini sınırsız ölçüde geliştirirken temel gereksinimlerini karşılamayı görev edinen bir devlet. Her türden homojenlik iddiasını inkâra uğratan, çeşitliliği, farklılığı bir zenginlik kaynağı olarak gören ve onu beslemeyi ödev edinen bir devlet…
Hayır, bu anlamda Bolivya (ya da benzer yönelişler benimseyen Venezüella, Ekvator, Paraguay…)’yı “ulus(al/cı)-devletler” olarak tanımlamak bu anlamda mümkün değildir. Bolivya Anayasası, daha çok, yerli kozmovizyonu ile sosyalist ilkeleri sentezleyen bir yeniden yorumlama girişimini/denemesini yansıtmaktadır. Aymara/Bolivyalı Dışişleri Bakanı Choquehuanca’nın “(…) Biz yerliler, insanların kendi aralarında ve insanlarla doğa arasındaki yeniden doğuş veya dengeye dönüş diye adlandırdığımız kozmik bir İnka inanışı olan ‘Pachakuti’ye doğru yol alıyoruz. Genel hukuku, kârların birikmesi olan kapitalizm için en önemli değer ‘para’dır ve yaşamın bir değeri yoktur. Sosyalizmde ise en önemli değer insandır ve insan için sadece materyalizm değil, spiritüalizm de önemlidir,”[10] sözleriyle ifade ettiği bir sentez girişimidir bu.
Bu sentezin nasıl biçimleneceğini zaman gösterecek. Ne ki, “ekilebilir topraklarının yüzde 91’inin nüfusun yüzde 5’ini temsil eden büyük toprak sahiplerine ait” olduğu,[11] tüm bir sömürgecilik tarihi boyunca Potosi’deki zengin gümüş ve kalay madenleri yüzünden iliği kemiği sömürülmüş, milyonlarca insanı katledilmiş, sömürgecileri zenginleştirdikçe kendisi yoksulluğun dibini boylayan, zengin hidrokarbon kaynaklarıyla ABD emperyalizminin iştahını kabartan, neo-liberalizmin deney tahtası Bolivya’nın tüm “yeryüzünün renkleriyle” yeniden ayağa kalkması, acılı, aşağılanmış, aç bırakılmış halklarına ekmek ve onur sunabilmesi, “ulusalcılık”tan çok, sosyalistlerin meselesidir, kanımca.
Bu nedenledir ki, yeni Anayasası’yla Bolivya’dan hem öğrenmemiz, hem de onu gözümüz gibi sakınmamız gerekir, diyorum…
3 Ekim 2009 11:16:57, Ankara.
N O T L A R
[1] Halil Cibran, “Zaman”.
[2] Sucre, İspanyol sömürgeciliği döneminde Bolivya’nın başkenti ilan edilmiş, ancak 1899 yılında yasama ve yürütme erkleri La Paz’a taşınırken yargı erkinin merkezi olarak varlığını sürdürmüştü. Bu kararı hiçbir zaman hazmedemeyen Sucre’liler, Kurucu Meclis toplantılarını, tüm erklerin toplandığı başkent olma taleplerini dayatmak için vesile saydılar. Bu talep, aynı zamanda iktidarın yerliler ve halkçı güçlerin eline geçmesine karşı her yolla mücadele etmeye kararlı “beyaz oligarşiler”in yönetimindeki eyaletler (Santa Cruz, Beni, Pando, Tarija) tarafından desteklenmekteydi. Kurucu Meclis’in bu talebi gündeme almayı reddedişi, Meclis’in her oturumunun, şiddetli protestolara hedef olması sonucunu doğurdu. Öyle ki, Morales hükümeti, Meclis’in çalışmalarını Sucre dışındaki askerî bir akademide tamamlaması kararını aldı. Bu ise, ana muhalefet partisinin (Podemos) Kurucu Meclis çalışmalarını boykot etmesinin gerekçesini oluşturdu. Maddelerin oylandığı son oturum ise, Kurucu Meclis üyelerinin can güvenliği gerekçesiyle, Oruro kentinde yapılacaktı.
[3] Bolivya Cumhuriyeti’nin 1967 tarihli Anayasası’nın (1994/5 tarihinde değişikliğe uğratılmış) 1. maddesi: “Üniter Cumhuriyet şeklinde tesis edilmiş özgür, bağımsız, çok-etnili, çoğul-kültürlü (pluricultural) Bolivya, hükümet olarak tüm Bolivyalıların birlik ve dayanışması üzerine temellenen temsilî ve katılımcı demokratik biçimi benimser.” (İlginç bir ayrıntıyı vurgulamadan geçemeyeceğim: Bolivya anayasasının, La Paz sokaklarında dolaşırken elime tutuşturulan, 1994 tarihli değişikliklerini ihtiva eden versiyonu, ABD’nin CIA’yle ilişkileri defalarca belgelenmiş kötü şöhretli yardım teşkilatı USAID tarafından basılmıştı ve “Bolivya Demokratik İnisiyatifleri” ibaresini taşımaktaydı. Unutmadan ekleyeyim: USAID, NED [National Endowment for Democracy - Ulusal Demokrasi Vakfı] ile birlikte, ABD yönetiminin ayrılıkçı Doğu oligarklarının faaliyetlerini destekleyecek finans kaynaklarını tevzi ve muhalefeti koordine etme işlevlerini üstlenen iki kurumdan biridir.)
[4] Buket Şahin, İnka Ruhu Uyanıyor: Bolivya Gerçeği yazı dizisi, “Che Guevara’yı Örnek Alan Lider”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2009, s.9.
[5] And bölgesi yerlilerinin kutsal “Toprak Ana”sı. Ne ki bu ifadelere bakıp da Bolivya Anayasası’nın (yerli dini ya da Hıristiyanca) dinsel bir tınıyla donatıldığı sonucuna varılmamalı. Anayasa’nın 4. maddesi net bir dille ifade ediyor: “Devlet din ve kozmos tasarımlarıyla uyumlu manevî inanç özgürlüğüne saygı duyar ve onları güvence altına alır. Devlet, dinden bağımsızdır.”
[6] Örneğin Bolivya’nın resmi dillerinden Yaminawa’nın Peru, Brezilya ve Bolivya’da toplam 1000 kadar konuşmacısı vardır ( http://www.native-languages.org/yaminawa.htm). Weenhayek dilini konuşan halkın toplam nüfusu ise, 2860 kişidir ve Bolivya ve Arjantin topraklarında yaşamaktadırlar (http://globalrecordings.net/+language/18296). Hayatta kalan Pacawara sayısı ise 11 (onbir) olarak kaydedilmektedir! (http://ipsnews.net/+news.asp?idnews=33557)
[7] “Su ve kanalizasyona erişim insan hakları arasındadır ve ne imtiyaz ne de özelleştirmeye konu olabilir ve yasaya uygun lisans ve kayıt sistemine tabidirler” (Madde 20/III).
[8] Ayrıca: “İstikrar sergileyen özgür ya da fiilî birlikler (…) sivil evlilikle aynı sonuçları taşır (…)” (Madde 63/II)
[9] Bunun için örneğin Cumhuriyet gazetesinin Strateji ekinde yayınlanan Latin Amerika konulu yazılara bir göz atmak yetecektir.
[10] Buket Şahin, İnka Ruhu Uyanıyor: Bolivya Gerçeği yazı dizisi, “Amerika’yı Keşfeden Türkler”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2009, s.10.
[11] yagk.
5 Ekim 2009
"Bırakın bugününüz, geçmişi anılarla,
geleceği ise özlemle kucaklasın." [1]
"Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco’muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana’yı çeşitli yüzlerle donattık ve o günden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi taşıyoruz. Halklarımız böylece mutluluk içindeydi ve uğursuz sömürgecilik günlerine dek ırkçılığı asla bilmedik."
Hayır, bir Latin Amerika yerli masalı değil. Yerli hareketlerin temsilcilerinin ulusal veya uluslar arası toplantılarda aldıkları kararların girizgâhı da değil. Belki inanmayacaksınız, ama bu bir “Anayasa dibacesi”… Yani egemen bir devletin, Bolivya’nın Anayasası’nın giriş bölümü. Ve de ilk cümleleri…
6 Ağustos 2006’da oluşturulan Bolivya Kurucu Meclisi, 411 maddelik yeni Anayasa’yı 8-9 Aralık 2007’de kabul etmişti. Yine de süreç, bu cümlenin ifade ettiği kadar pürüzsüz olmadı. Çoğunluğu Evo Morales’in MAS’ının (Sosyalizme Doğru Devinim) desteklediği adayların oluşturduğu Kurucu Meclis, ilk andan itibaren zengin (ve beyaz) doğu eyaletlerinin şiddetli engellemeleri ve protestoları ile karşılaştı. Öyle ki, Meclis, son oturumlarını, o güne dek çalışmalarını sürdürdüğü yargı erki başkenti[2] Sucre’nin dışında gerçekleştirmek zorunda kalacaktı.
Her durumda Bolivya Anayasası, 25 Ocak 2009 tarihinde düzenlenen referandumla, Bolivya halkının yüzde 61’inin onayını alarak yürürlüğe girdi. yüzde 61, yani ülke nüfusunun yüzde 60 kadarını oluşturan yerli halkların büyük çoğunluğu yeni Anayasa’ya “Evet” derken, beyazların büyük bölümü, ret oyu kullanmıştı. Belki de bu nedenle, yeni Anayasa, Batı kamuoyunda ilk “yerli” anayasası olarak tanındı.
"YERLİ ANAYASASI" MI?
İlk yerli Anayasası… Hiç kuşkusuz, yürürlükteki Bolivya Anayasası kısmen “bu”. Ama hemen eklemek gerekir, “bu”nun çok ötesinde, “bu”ndan çok fazlasını içeren bir “Manifesto”. Aslında “Sömürge, Cumhuriyet ve neo-liberal devlet”leri, bir başka deyişle ülkenin sömürü ve tahakküme dayalı yönetim biçimlerini geride bıraktığını ilan eden yeni Bolivya devletinin “kurucu” unsurlarının hangi tarihsel mirasın varisleri olduğu, aynı dibacede belirtiliyor:
“Çoğul bileşimli biz Bolivya halkı, tarihin derinliklerinden beri, geçmişin mücadelelerinin, sömürgeciliğe karşı yerli ayaklanmasının, bağımsızlığın, halk kurtuluş savaşlarının, yerli, toplumsal ve sendikal yürüyüşlerin, su ve Ekim savaşlarının, toprak mücadelelerinin esini ve şehitlerimizin anılarıyla, yeni bir Devlet inşa ediyoruz.
Herkes arasında saygı ve eşitlik, egemenlik, saygınlık, tamamlayıcılık, dayanışma, uyum ve toplumsal ürünün hakkaniyetli yeniden dağıtımı ilkelerine dayalı, bu topraklarda yaşayanların iktisadi, toplumsal, hukuksal, siyasal ve kültürel çoğulluğuna saygı temelli iyi yaşam arayışının hâkim olduğu, herkesin su, iş, eğitim, sağlık ve konuta erişebildiği kolektif yaşam üzerine yerleşen bir Devlet.”
Evet, yeni Bolivya Anayasası’nın ayırt edici yönü, ülkedeki yerlilerin varlığının ve haklarının, ya da Bolivya’nın çok-etnili, çok-kültürlü bir devlet olduğunun kabul edilmesi değil. Bu, önceki Anayasa’da da vurgulanmaktaydı.[3] Çok-etnililik ve çok-kültürcülük, Latin Amerika’daki (yeri geldi, ben de kullanmaktan kendimi alıkoyamıyorum:) “sözde” demokratik dönüşümlerin yaşandığı 1980-90’lı yılların gözde düsturları arasındaydı. Askerî dikta rejimlerinin yerlerini uzun pazarlıklar sonucu Kuzey destekli neo-liberal “sivil” yönetimlere bıraktığı bu yıllarda “kimlik”, “etnisite” ve “yerli hakları”, genellikle Kuzeyli ideologlar ve STÖ’ler eliyle Latin ülkelerinin “sivil toplumları”na dikte edilen ve bir bakıma tüm münderecatıyla birlikte “sınıf” kavramının ikamesini (“unutturulması” mı demeli yoksa?) hedefleyen sihirli formülleri oluşturuyordu. Dahası Bolivya “çok-etnili/çok (çoğul) kültürlü” toplum dokusunu o yıllarda Anayasası’nda kayıt altına alan tek Latin Amerika ülkesi de değildi. 1980’lerden itibaren tüm kıta ülkeleri, iç ve dış baskılar karşısında, toprakları dâhilinde yaşayan yerli toplulukları ve onların kolektif haklarını, şu ya da bu ölçüde, yasal ya da Anayasal düzlemde tanımak zorunda kalmışlardı. Üstelik bu, bir yandan enerjisini ve direngenliğini bir kez daha gözler önüne sermeye başlayan yerli dinamiğini sınıfsal (anlamlı bir yerli nüfusu barındıran kıta ülkelerinin hemen tümünde, yerli nüfus yoksul köylülüğün en önemli bileşenini ve kent yoksullarının ana gövdesini oluşturmaktadır) temelinden koparmanın bir yolu, bir yandan da kırsal cemaatlerin kalkındırılması sorumluluğunu bizzat onların sırtına yıkan bir adem-i merkezileşme (dolayısıyla da Çokuluslu şirketlere kaynak aktarma) programının bir parçası olduğu sürece, “kârlı” sayılabilecek bir tasarruftu.
Bolivya’nın yeni Anayasası’nın en önemli yönünü, onun “postneo-liberal” olarak tanımlanabilecek, kimliğe ilişkin (“tikelci”) haklar ile toplumun bütününün yararlarını bağdaştırmadaki becerisi oluşturuyor. Bir başka deyişle, “kültürel” ile “toplumsal/iktisadî” olanı bağdaştırabilme tarzı. Bu anlamda, Evo Morales Bolivyası’nın, sosyalist hareket(ler)le yerli hareket(ler)i arasında 1980’li yıllarda kopmuş olan kuramsal ve pratik bağların yeniden tesisi olarak görmek, mümkündür. Çünkü, “(…) Batının kültürüne karşı yerli kültürünü, yaşam kültürünü biz inşa edeceğiz,” diyen Evo Morales’in de söylediği gibi, “Yerli hareketi kapitalizmle birleşmek istemiyor. Sorumlulukla dayanışma ilişkileri içerisinde yaşamak istiyor. Eşitlik istiyor ki bu insanlığın temelidir bizce.”[4]
Bu bakımdan, toplumsal alanı sürekli olarak bir F-Tipi’ne dönüştüren “demokratikleşme süreçleri”nin; hırçın, saldırgan bir milliyetçiliğin dilini her seferinde eskisinden daha azgın biçimde tetikleyen “Kürt açılımları”nın; emeğe değgin hakları her defasında biraz daha budayıp bir parçasını daha “yukarıdakilere” aktaran “emek düzenlemeleri”nin açarsız seyircileri konumuna indirgenmiş bizler açısından önemli derslerle dolu. Bunun içindir ki, hazır “demokratik çözüm(süzlük)”ün dolambaçlarında kısır tartışmalara mahkûm kılınmışken, [öyle Fransa filan değil], Bolivya örneğini daha yakından tanımak, sanırım “kafa açıcı” olacaktır. En azından yeni Anayasası dolayımıyla…
Halklarının kendilerine verdiği “Bolivya’yı yeniden kurma” görevini “Pachamama’mızın[5] desteği ve Tanrı’nın inayetiyle” yerine getiren Kurucu Meclis’in yeni Anayasası’nın 1. maddesi Bolivya’yı “özgür, bağımsız, egemen, demokratik, kültürlerarası, adem-i merkezi ve özerkliklere sahip üniter, sosyal, çokuluslu, komünoter bir hukuk devleti” olarak tanımlayıp ekliyor: “Bolivya, ülkenin bütünleşme süreci içerisinde siyasal, iktisadi, hukuki, kültürel ve dilsel çoğulluk ve çoğulculuk üzerine temellenir.”
HEM ÖZGÜRLÜKÇÜ, HEM EŞİTLİKÇİ OLMAK
Gerçekten de 411 madde boyunca iki ilkenin tüm Bolivya Anayasası’na damgasını vurduğu gözlemleniyor: “çoğulluk ve çoğulculuk” ilkelerine yaslanan, adem-i merkeziyetçi bir demokrasi anlayışı ile kaynakların halkın çoğunluğu, özellikle de emekçiler ve ezilenler lehine kullanılmasını öngören bir “üniter sosyal devlet” kavrayışı. Neo-liberalizmden beslenen postmodernizmin bize zıt, uzlaşmaz, bağdaştırılamaz kutupsallıklar olarak bellettiği iki alan arasında gerçekte aşılmaz bir mesafenin olmadığının doğrulanması… Bir başka deyişle, “Büyük İnsanlık”ın iki kadîm özlemi, “özgürlükçülük” ile “eşitlikçilik”in ille de birbirini dışlamak zorunda olmadığı, bağdaştırılabilir olduğu…
Bolivya’nın yeni Anayasası, “erkek ve kadın Bolivyalılardan, özgün köylü yerli ulus ve halklardan, kültürlerarası cemaatlerden ve Afrobolivyalılardan” oluşan ve “hep birlikte Bolivya halkını oluştur”an (Madde 3) Bolivya ulusunun asli unsurlarından saydığı yerli halkların (Anayasal tanımıyla, “özgün köylü yerli ulus ve halklar”) kolektif haklarını şu terimlerle güvence altına alıyor: “Özgün köylü yerli ulus ve halkların sömürgecilik öncesi döneme dayalı varlığı ve kendi toprakları üzerindeki kadîm hâkimiyeti göz önünde bulundurularak, devletin birliği çerçevesinde kendi kaderini özgürce tayin haklarını garanti altına alır. Bu hak, onların özerkliği, özyönetimi, kültürü, kurumlarının tanınmasını ve teritoryal kurumlarının bu Anayasa ve yasalara uygun olarak tahkimini güvence altına alır.” (Madde 2).
Üstelik bununla da yetinmeyip, ulusun “çok-dilliliği”ni hayali en geniş “liberal”in bile dudağını uçuklatacak bir gözüpeklikle çözüme kavuşturuyor:
“I. İspanyolca ve özgün köylü yerli ulus ve halkların bütün dilleri, aymara, araona, baure, bésiro, canichana, cavineño, cayubaba, chácobo, chimán, ese ejja, guaraní, guarasu’we, guarayu, itonama, leco, machajuyaikallawaya, machineri, maropa, mojeño-trinitario, mojeño-ignaciano, moré, mosetén, movima, pacawara, puquina, quechua, sirionó, tacana, tapiete, toromona, uru-chipaya, weenhayek, yaminawa, yuki, yuracaré ve zamuco, resmî dillerdir.
II. Çokuluslu hükümet ve bölgesel hükümetler en azından resmî dillerden ikisini kullanmakla yükümlüdür. Bunlardan biri İspanyolca olmalıdır; diğeri söz konusu teritoryadaki nüfusun adetleri, görenekleri, koşulları, zorunlulukları ve tercihleri göz önünde bulundurularak kararlaştırılacaktır. Geri kalan özerk hükümetler bölgelerine özgü dilleri kullanmakla yükümlüdür; bunlardan biri İspanyolca olmalıdır.” (Madde 5).
Toprakları üzerindeki (ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan) yerli toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını, özerkliklerini, teritoryal haklarını, kültürlerini sürdürüp geliştirme haklarını tanıyıp Bolivya topraklarında konuşulan tüm dillere -konuşmacı sayısına bakmaksızın[6] - “resmî dil” statüsü tanıyan Anayasa, kadîm yerli “kozmovizyonu”ndan türettiği ilkeleri, Bolivya’daki yeni, adil ve eşitlikçi yaşamın düzenleyicisi olarak yeniden yorumlamaktadır:
“Madde 8.
I. Devlet çoğul toplumun etik-moral ilkeleri olarak şunları benimser ve destekler: ama qhilla, ama llulla, ama suwa (ilkesiz olma, yalan söyleme, hırsızlık yapma), suma qamaña (iyi yaşa), ñandereko (uyumlu yaşam), teko kavi (iyi yaşam), ivi maraei (kötülüğü olmayan toprak) ve qhapaj ñan (soylu yol ya da yaşam).
II. Devlet iyi yaşam için birlik, eşitlik, içleme, saygınlık, özgürlük, dayanışma, karşılıklılık, saygı, tamamlayıcılık, uyum, saydamlık, denge, fırsat eşitliği, katılımda toplumsal ve cinsiyet açısından hakkaniyet, kamu refahı, sorumluluk, sosyal adalet, toplumsal ürün ve malların dağıtım ve yeniden dağıtımı değerlerini destekler.”
Yerli cosmovisión’u terimleri çerçevesinde ifade edilen bu “sosyalizan yöneliş”, devletin görev ve hedeflerini tanımlayan 9. maddede daha net bir tarzda dile getiriliyor: “Anayasa ve yasanın belirttiklerinin yanı sıra, devletin işlev ve hedefleri şunlardır:
1. Çokuluslu kimlikleri takviye etmek amacıyla, sömürgeciliğin tasfiyesine yaslanan, ayırımcılık ve sömürünün olmadığı, tam bir sosyal adalete dayalı, adil ve uyumlu bir toplum kurmak.
2. Kişilerin, ulusların, halkların ve cemaatlerin refahını, kalkınmasını, güvenliğini ve korunması ile eşit saygınlığını güvence altına almak, karşılıklı saygıyı ve kültür-içi, kültürlerarası ve çok-dilli diyalogu teşvik etmek.
3. Ülkenin birliğini doğrulamak ve tahkim etmek ve çokuluslu çeşitliliği tarihsel ve insanî miras olarak muhafaza etmek. (…)
5. İnsanların eğitim, sağlık ve çalışmaya erişimini güvence altına almak.
6. Doğal kaynaklardan sorumlu ve planlı bir tarzda yararlanılmasını teşvik ve garanti etmek ve sanayileşmeyi, çevreyi mevcut ve gelecek kuşakların iyi yaşaması hedefiyle koruyacak biçimde, üretken temelin farklı boyut ve düzlemlerinin kalkınması ve tahkimi görüsüyle sürdürmek.”
“İyi yaşam”, yalnızca kültürlerin özgürce yaşanması/geliştirilmesi, hatta yalnızca kaynakların hakkaniyetli kullanımı, üretilen servetin adil paylaşımını değil, devletin barışçıl egemenliğini de kapsayacak tarzda formüle edilmektedir:
“I. Bolivya barış kültürünü ve barış hakkını, karşılıklı kabul, hakkaniyetli kalkınma ve kültürlerarasılığı teşvik etmek amacıyla, devletlerin egemenliğine tam saygıya dayalı olarak, bölge ve dünya halkları arasında işbirliğini destekleyen, barışçı bir devlettir.
II. Bolivya devletler arasındaki anlaşmazlık ve görüş farklılıklarının çözüm aracı olarak her türlü saldırganlık savaşını reddeder ve devletin bağımsızlık ve bütünlüğüne yönelik saldırganlığa karşı meşru savunma hakkını saklı tutar.
III. Bolivya topraklarına yabancı üs kurulması yasaktır.” (Madde 9.6)
Bolivya’nın yeni Anayasası, bu ruhla, “Temel Hak ve Özgürlükler”i düzenleyen III. bölümünde, yaşam hakkı, fiziksel, psikolojik ve cinsel bütünlük vurgusuyla, işkence, angarya, kölelik ve insan ticaretinin yasaklanmasının yanı sıra, ekliyor:
“I. Herkes su ve yiyecek hakkına sahiptir.
II. Devlet tüm nüfus için sağlıklı, yeterli bir beslenme ile besin güvenliğini sağlamak yükümlülüğü altındadır.” (Madde 16)
Su ve besin güvenliği hakkını diğer temel sosyal haklar izliyor: “Herkese evrensel, üretken, bedelsiz, bütünsel ve kültürlerarası, ayırımsız eğitim hakkı” (Madde 17), “herkese sağlık hakkı” (Madde 18), “herkese aile ve cemaat yaşamının saygınlığını ihlâl etmeyecek, yeterli bir çevre ve konut hakkı” (Madde 19); herkes için “içme suyu, kanalizasyon,[7] elektrik, gaz, posta ve telekomünikasyon sistemine evrensel ve hakkaniyetli erişim hakkı” (Madde 20)…
YA KADINLAR?
Tüm Anayasa’nın “ruhu”na nüfuz eden bir başka özellik ise, toplumsal cinsiyetler arasındaki eşitliğin kesin bir dille kabulü ve desteklenmesidir. Toplumsal cinsiyete ilişkin şiddet göstergelerinin oldukça yüksek düzeyde seyrettiği Latin Amerika’da Bolivya, kadına yönelik şiddeti Anayasal düzlemde ele almıştır: “Herkes, özellikle kadınlar, aile ya da toplum içinde fiziksel, cinsel ya da psikolojik şiddete uğramama hakkına sahiptir.” (madde 15/II)
Bolivya Anayasası, kadına yönelik şiddeti engellemeyi devletin bir sorumluluk alanı olarak tesis etmenin yanı sıra kadın -erkek eşitliğini eğitim (Madde 78/IV; 82/I); istihdam ve ücretlendirme (Madde 48/V); aile hukuku[8] (Madde 63/I) ve siyasal katılım alanında kayıt altına almaktadır:
“Tüm yurttaşlar doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla ve bireysel ya da kolektif olarak siyasal iktidarın biçimlendirilmesi, uygulanışı ve denetimine özgürce katılma hakkına sahiptirler. Katılım kadınlarla erkekler arasında adil ve eşit bir tarzda gerçekleşecektir.” (Madde 26/I).
Dahası, hamilelik durumundaki ücretli izin süresini saptayan ender anayasalardan biridir:
“Kadınlar medenî durum, hamilelik, yaş, fiziksel özellik, ya da çocuk sayısı temelinde ayırımcılığa tabi tutulamaz. Hamilelik durumunda kadınlara ve ebeveynlere çocuk bir yaşını doldurana dek ücretli izin verilir.”(Madde 48/VI)
YERLİ HAKLARI
Bolivya Anayasası’nda “özgün yerli köylü halklar”ın haklarına hasredilen bütün bir bölümün (Bölüm IV) yanı sıra, bu haklar, çeşitli alanlarda Eğitim, Kültürlerarasılık, Kültürel Haklar (Bölüm VI), Yerli Hukuku (Başlık III, Kısım IV), Çokuluslu Seçim Organı (Başlık IV, Kısım 1), Özgün Yerli Köylü Halkların Özerkliği (Bölüm VII); Toprak ve Teritorya (Bölüm IX) vb. bölümlerde geniş biçimde işlenmektedir. Bolivya Anayasası “özgün yerli köylü halklar”ı şöyle tanımlar: “Özgün yerli köylü halk terimi, varlığı İspanyol sömürgeci istilasından önceye dayanan ve ortak bir kültürel kimlik, dil, tarihsel gelenek, kurumlar, toprak ve dünya görüşünü paylaşan her türlü insan topluluğunu tanımlamaktadır.” (Madde 30/I) Bu hakların, Anayasa metninin ilgili bölümlerinde ayrıntılandırılan temel kolektif hakları ise:
“Varlığını özgürce sürdürme hakkı; kültürel kimlik, dinsel inanç, maneviyat, pratik ve adetler ve dünya görüşü hakkı; her bir mensubunun, istemesi hâlinde kimlik kartı, pasaport ve yasal geçerliğe sahip her türlü kimlik belgesi üzerinde, Bolivya yurttaşlığının yanı sıra, kültürel kimliğinin kaydedilmesi; kendi kaderini tayin ve toprak hakkı; kurumlarının devletin genel yapısına dahil olması hakkı; toprak ve teritoryalite üzerinde kolektif iyelik hakkı; kutsal yerlerin korunması hakkı; kendine özgü iletişim sistemleri, araçları ve ağları oluşturup yönetme hakkı; geleneksel bilgiler, geleneksel tıp, diller, ayin ve simgeler ve giysilerin saygı görüp desteklenmesi hakkı; ekosistemlerin yeterli bir tarzda kullanılıp yararlanıldığı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı; bilgi, bilim ve birikimleri üzerinde kolektif entelektüel mülkiyet hakkı ve bunların değerlendirilmesi, kullanımı, teşviki ve geliştirilmesi hakkı;eğitim sisteminin bütününde kültür-içi, kültürlerarası ve çok dilli eğitim hakkı; dünya görüşü ve geleneksel pratiklerine saygı gösteren evrensel ve ücretsiz bir sağlık sistemi hakkı; dünya görüşüne uygun siyasal, hukuksal ve iktisadî sistemleri uygulama hakkı; kendilerini etkileme olasılığı olan her türlü yasal ya da idarî önlemin hazırlanmasında uygun işlemlerle, özellikle de kendi kurumları aracılığıyla danışılma hakkı; teritoryaları üzerindeki doğal kaynakların işletilmesinden kaynaklanan yararlara katılma hakkı; yerli özerk teritoryal yönetim hakkı ve üçüncü kişilerin meşru olarak edinilmiş haklarını ihlâl etmeksizin kendi toprakları üzerindeki yenilenebilir doğal kaynakların münhasır kullanımı ya da yararlanma hakkı; devletin organ ve kurumlarına katılma hakkı…” (Madde 30/II)
Anayasa’nın 31. maddesi ise, kayıt altına alınan haklardan yararlanabilmenin, yerli topluluğun nüfusuyla bağlantılı olmadığını vurgulayarak, yok olma tehdidi altındaki halklar için özel önlemleri öngörmektedir:
“I. Yokolma tehdidiyle karşı karşıya olan, gönüllü bir tecriti sürdüren ve temasa uğramamış özgün yerli köylü ulus ve halkların bireysel ve kolektif yaşam tarzları korunacak ve saygı gösterilecektir.
II. Tecrit durumdaki ve temasa uğramamış özgün yerli köylü ulus ve halklar bu durumlarını sürdürme, işgal ettikleri ve yaşadıkları teritoryanın sınırlarını tayin ve yasal olarak tahkim hakkına sahiptir.”
Anayasal hak ve güvenceler, yalnızca özgün/yerli halk ve ulusları değil, sömürgecilik ertesinde ülkeye Afrika’dan getirilmiş kölelerin torunlarını da kapsamaktadır: “Afrobolivya halkı, Anayasa’da özgün yerli köylü ulus ve halklara tanınan bütün iktisadî, toplumsal, siyasal ve kültürel haklara sahiptir.” (Madde 32)
Yerli halkların haklarından yararlanmasının temel aracı, Bolivya Anayasası’na göre “kendine özgü teritorya, kültür, tarih, diller ve hukuksal, siyasal, toplumsal ve iktisadî örgüt ya da kurumlara sahip özgün köylü yerli ulus ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkının hayata geçirilmesi olarak özyönetim uygulamasından oluşan” (Madde 289) özerkliktir, ve bu özerklik aşağıdaki erkleri münhasıran kullanabilme yetisinden oluşmaktadır:
“Özerkliğini Anayasa ve yasaya uygun bir tarzda uygulayabilmek üzere kendi tüzüğünü hazırlamak; her bir halkın kimlik ve görüsüyle uyumlu, kendine özgü iktisadî, toplumsal, siyasal, örgütsel ve kültürel gelişme biçimlerinin tanımlanarak yönetilmesi; yenilenebilir doğal kaynakların Anayasa’yla uyumlu bir biçimde yönetilmesi; Teritoryal Düzenleme Planlarının ve toprak kullanımına ilişkin planların merkezî devlet, departman ve belediye düzlemlerindeki planlarla eşgüdüm hâlinde hazırlanması; (…) yetki alanı içerisindeki tecrit bölgelerin elektrik şebekesine bağlanması; mahalle ve köy yollarının bakım ve yönetimi; yetki alanı içerisinde, koruma altındaki alanların, devlet politikası doğrultusunda yönetim ve korunması; özgün köylü yerli ulus ve halkların yargı yetkisinin, kendi norm ve usulleri doğrultusunda, Anayasa ve yasalara uygun olarak, adaletin sağlanması ve anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması amacıyla uygulanması; spor, dinlenme ve boş zamanları değerlendirme; kendi kültür, sanat, kimlik, arkeolojik merkez, dinsel, kültürel yer ve müzelerin korunup desteklenmesi; turizm politikaları; yetki alanı içerisindeki çevre rüsum, patent ve özel katkı paylarını saptayıp yönetmek; yetki alanı içerisindeki vergilerin yönetimi; operasyon programları ve bütçesini hazırlamak, onaylamak ve yürütmek; teritoryal işgalin planlama ve yönetimi; yetki alanı içerisinde kültürel pratiklerine uygun konut, kentleşme ve nüfus dağılımı; diğer halklarla ve kamusal ve özel birimlerle işbirliği anlaşmaları imzalayıp uygulamak; mikrosulama sistemlerinin bakım ve yönetimi; üretkenliğin teşviki ve geliştirilmesi; yetki alanının gelişimi için gerekli altyapının inşası, bakımı ve yönetimi; kendilerini etkileyen yasama, yürütme ve yönetsel önlemlerin uygulanmasına ilişkin özgür ve bilgilendirici danışma mekanizmalarına katılmak, bunları geliştirmek ve yürütmek; kültürel, teknolojik, mekânsal ve tarihsel ilke, norm ve pratiklerine uygun olarak yerleşim alanları ve peyzajın korunması; kendi norm ve usullerine uygun demokratik kurumların geliştirilmesi ve uygulanması” (Madde 304/I).
Yerli halklar, şu yetkileri de devlet ya da eyalet yönetimleriyle paylaşmaktadır:
“Devletin dış politikası doğrultusunda uluslar arası mübadeleler ;(…); genetik kaynaklar, geleneksel tıp ve germoplasma bilgilerine ilişkin kolektif entelektüel hakların korunması ve kayıt altına alınması; yetki alanındaki faaliyet yürüten dış kurum ve örgütlerin denetim ve düzenlenmesi; yetki alanı içerisinde sağlık politikalarının örgütlenmesi, planlanması ve yürütülmesi; devletin yasama organı kararları doğrultusunda eğitim, bilim, teknoloji ve araştırma plan, program ve projelerin örgütlenme, planlama ve yürütülmesi; orman, biyoçeşitlilik ve çevre kaynaklarının korunması; yetki alanı içerisindeki sulama sistemleri, hidrik kaynaklar, su ve enerji kaynakları, devlet politikaları doğrultusunda yönetimi; mikrosulama sistemlerinin inşası; mahalle ve köy yollarının inşası; üretken altyapıların inşasının teşviki; tarım ve hayvancılığın desteklenmesi; yetki alanı dahilinde gelişen hidrokarbon faaliyetlerinin denetim ve toplumsal-çevresel açıdan izlenmesi; mal ve hizmetlerin malî kontrol ve yönetim sistemleri” (Madde 304/II).
KAMUSALIN GERİ DÖNÜŞÜ: EĞİTİM VE SAĞLIK
Yeni Bolivya Anayasası’nın “özgürlükçü” ruhu, komünter ve sosyal/kamusal düsturlarla takviye edildiği ölçüde, onu “postneo-liberal” olarak nitelemek mümkün hâle gelir. Nitekim, yeni Anayasa sağlık ve eğitim dahil pek çok temel hizmete erişimin eşit, evrensel ve ücretsiz olduğunu kabul ve ilan eder (Madde 17-18) Dahası, bununla da yetinmeyerek, temel hizmetlerin “kültürlerarası” özelliğini de vurgular. Temel hizmetler, özellikle de eğitime ilişkin Anayasal esaslar, Aydınlanma, hümanizm ve evrenselcilikten olduğu kadar kamucu bir anlayıştan, devrimci bir ruhtan ve dördüncü kuşak/kültürel haklar mantığından beslenmektedir. Nasıl mı?
“Eğitim üniter, kamusal, evrensel, demokratik, katılımcı, komünoter, sömürgeciliği tasfiye edici ve kalitelidir.
Eğitim, tüm eğitim sistemi boyunca kültür-içi, kültürlerarası ve çokdillidir. Eğitim sistemi açık, hümanist, bilimsel, teknik ve teknolojik, üretimci, teritoryal, teorik ve pratik, özgürleştirici ve devrimci, eleştirel ve dayanışmacı bir eğitime dayanır. Devlet erkek ve kadınlar için, hayatla, üretimci çalışma ve gelişmeyle ilişkili, bir meslek eğitimi ile hümanist bir teknik öğrenimi güvence altına alır.” (madde 78/I-IV)
“Eğitim sivilliği, kültürlerarası diyalogu ve etik-moral değerleri besleyecektir. Bu değerler arasında cinsiyet eşitliği, rollerin farklılaşmaması, şiddetsizlik ve insan haklarına tam saygı bulunmaktadır.” (Madde 79)
“Eğitim kişilerin bütünsel formasyonunu ve hayatta ve hayat için eleştirel toplumsal bilincin güçlenmesini destekleyecektir.
Eğitim bireysel ve kolektif formasyona, fizik ve entelektüel beceri ve yatkınlıkların geliştirilmesine, teori ile üretimci pratiğin birbirine bağlanmasına, iyi yaşam için çevre, biyoçeşitlilik ve teritoryanın korunma ve muhafazasına yönelik olacaktır. (…)
Eğitim Çokuluslu devletin yurttaşları olarak herkesin birlik ve kimliğinin yanı sıra, her bir özgün yerli köylü ulus veya halkın üyelerinin kimlik ve kültürel gelişiminin güçlendirilmesine ve Devlet içerisinde karşılıklı anlayış ve kültürlerarası zenginleşmeye katkıda bulunacaktır.” (Madde 80/I-II)
“Devlet eğitime erişimi ve tüm kadın ve erkek yurttaşların tam eşitlik koşullarında muamele görmesini güvence altına alacaktır.
Devlet, yasa uyarınca, öncelikle ekonomik olanakları kısıtlı öğrencilere, ekonomik yardımlar, beslenme, giysi, taşıma, okul malzemesi programları ve dağınık yerleşimlerde öğrenci yurtları aracılığıyla, eğitim sisteminin farklı düzeylerine erişimleri konusunda destek sağlayacaktır.” (Madde 82/I-II)
Benzer bir durum, sağlık için de söz konusudur. Bolivya Anayasası’nın sağlık ve sosyal güvenlik sistemi ile ilgili kısmı, sağlığı temel bir insan hakkı olarak tesis etmekte ve tüm yurttaşlarına eşit, ücretsiz, evrensel ve yüksek kalitede sağlık hizmeti sağlamakla yükümlendirmektedir (Maddeler: 35-36-37). Anayasa bunun yanı sıra, tekil sağlık sisteminin bir unsuru olarak kabul ettiği yerli halk ve ulusların geleneksel tıbbını koruma altına almayı, geliştirmeyi, yaymayı da devletin görevleri arasında saymaktadır (Madde 35/II, 42), sağlık sistemi tekil olsa da “kültürlerarası” niteliktedir (Madde 18/III).
ÇOĞUL VE ÇOĞULCU BİR İKTİSAT
Belirtmek gerekir, Bolivya, sosyalist bir ülke değil. Bu yazının girişinde de vurgulandığı üzere, Evo Morales ve MAS’ı (ve hükümeti destekleyen diğer sol partiler) ülke içerisinde tam bir hegemonya sağlayabilmiş olmanın bir hayli uzağındadır. Bolivya’da, özellikle Doğu eyaletlerinde üstlenen güçlü bir beyaz oligarşi mevcuttur ve harekete geçirebildikleri güçlü “sivil toplum”la hükümetin adımlarını sıkça bloke edebilmektedirler. Bu nedenle Bolivya Anayasası, ister istemez bir “uzlaşma”nın ürünüdür ve yer yer Santa Cruz (ve Panda ve Beni ve Tarija) oligarşisine verilmiş tavizleri yansıtır. Bu, en çok ülkenin iktisadi yapısını tanımlayan başlık altında karşımıza çıkmaktadır. Bolivya Anayasası, “çoğul” olarak tanımladığı iktisadi yapının “komünoter, kamu, özel ve kooperatif” işletmelerden oluştuğunu kabul ve ilan etmektedir (Madde 306/II).
Özel sektörün (ki eğitim ve sağlık alanlarında da faaliyetine izin verilmektedir) varlık ve etkinliğini kabul etmekle birlikte, kimi sınırlamalara tabi olduğu vurgulanır. Bunlar arasında en çarpıcı olanı, geleneksel yerli kozmovizyonuna dayalı değerlerin sınırlandırıcılığıdır: “Çoğul ekonomi farklı iktisadî örgütlenme biçimlerini, tamamlayıcılık, karşılıklılık, dayanışma, yeniden dağıtım, eşitlik, hukuksal güvenlik, sürdürülebilirlik, denge, adalet ve saydamlık ilkeleri üzerine temellenir. Toplumsal ve komünoter ekonomi, bireysel çıkar ile kolektif refahı bağdaştırır.” (Madde 306/III). Yanısıra, özel girişim, devletin “iktisadî artıların sosyal, sağlık, eğitim, kültür politikaları ve üretimci iktisadî kalkınmaya yatırım hâlinde hakkaniyetli yeniden dağıtımı aracılığıyla” en yüce değer kabul edilen insanın gelişimini sağlamakla yükümlü kılınmış olması (Madde 306/V), ve “her türlü iktisadî faaliyet(in) ülkenin iktisadî egemenliğinin güçlendirilmesine katkıda bulunma”sı zorunluluğu ile de sınırlandırılmaktadır: “İktisadî gücün devletin iktisadî egemenliğini tehlikeye sokacak ölçüde özel ellerde toplanmasına izin verilmez” (Madde 312/I). “Her türlü iktisadî örgütlenme biçiminin saygın bir istihdam yaratma ve eşitsizliklerin azaltılması ve yoksulluğun tasfiyesine katkıda bulunma yükümlülüğü”nü öngören (Madde 312/II) ve “tüm iktisadî örgütlenme biçimlerini çevreyi korumakla” yükümlendiren (Madde 312/III) maddeler de özel sektörü sınırlayıcı ve denetleyici nitelik taşır.
SONUÇ OLARAK…
Türkiye’de “ulusal solcular”, Latin Amerika’daki antiemperyalist yöneliş ve kaynakların millileştirilmesi hamleleri ile Kemalizm arasında paralellikler kurmaya bayılırlar. Anakronizme düşme kaygısı olmasa kıta bağımsızlığının simgesi Simón Bolivar’ı “Kemalist” olarak tanımlamaktan geri durmayacak bu kesim şimdilerde, kıtadaki antineo-liberal her türlü girişimi, kıpırdanışı, kalkışmayı, önderi “ulusalcı”, hatta “Kemalist” ya da “M. Kemal hayranı” olarak nitelemekten pek haz ediyor.[9]
Oysa Bolivya toprakları üzerinde yaşayan tüm insan topluluklarının dil, kültür ve kozmovizyon’unu biricik ve dokunulmaz kabul edip “farklılıklara saygı”yı düstur edinen, “Birlik(çilik)”i ancak “çoğulluğun uyumu” olarak tanı(mla)yan Bolivya Anayasası’nın, “modern(ist)” anlamda ulus-devletle ilişkisi, “inkârın inkârı” olarak tanımlanabilir ancak. Çünkü Bolivya Anayasası, çoğulcu, adem-i merkeziyetçi, özerklikçi, eşitlikçi/özgürlükçü, komünoter ve sosyal nitelikte bir “devlet”i tarifler; hiçbir “kutsallık” vasfı yüklenmeyen bir devlettir bu. Temel değeri insan olan ve insanın yetilerini sınırsız ölçüde geliştirirken temel gereksinimlerini karşılamayı görev edinen bir devlet. Her türden homojenlik iddiasını inkâra uğratan, çeşitliliği, farklılığı bir zenginlik kaynağı olarak gören ve onu beslemeyi ödev edinen bir devlet…
Hayır, bu anlamda Bolivya (ya da benzer yönelişler benimseyen Venezüella, Ekvator, Paraguay…)’yı “ulus(al/cı)-devletler” olarak tanımlamak bu anlamda mümkün değildir. Bolivya Anayasası, daha çok, yerli kozmovizyonu ile sosyalist ilkeleri sentezleyen bir yeniden yorumlama girişimini/denemesini yansıtmaktadır. Aymara/Bolivyalı Dışişleri Bakanı Choquehuanca’nın “(…) Biz yerliler, insanların kendi aralarında ve insanlarla doğa arasındaki yeniden doğuş veya dengeye dönüş diye adlandırdığımız kozmik bir İnka inanışı olan ‘Pachakuti’ye doğru yol alıyoruz. Genel hukuku, kârların birikmesi olan kapitalizm için en önemli değer ‘para’dır ve yaşamın bir değeri yoktur. Sosyalizmde ise en önemli değer insandır ve insan için sadece materyalizm değil, spiritüalizm de önemlidir,”[10] sözleriyle ifade ettiği bir sentez girişimidir bu.
Bu sentezin nasıl biçimleneceğini zaman gösterecek. Ne ki, “ekilebilir topraklarının yüzde 91’inin nüfusun yüzde 5’ini temsil eden büyük toprak sahiplerine ait” olduğu,[11] tüm bir sömürgecilik tarihi boyunca Potosi’deki zengin gümüş ve kalay madenleri yüzünden iliği kemiği sömürülmüş, milyonlarca insanı katledilmiş, sömürgecileri zenginleştirdikçe kendisi yoksulluğun dibini boylayan, zengin hidrokarbon kaynaklarıyla ABD emperyalizminin iştahını kabartan, neo-liberalizmin deney tahtası Bolivya’nın tüm “yeryüzünün renkleriyle” yeniden ayağa kalkması, acılı, aşağılanmış, aç bırakılmış halklarına ekmek ve onur sunabilmesi, “ulusalcılık”tan çok, sosyalistlerin meselesidir, kanımca.
Bu nedenledir ki, yeni Anayasası’yla Bolivya’dan hem öğrenmemiz, hem de onu gözümüz gibi sakınmamız gerekir, diyorum…
3 Ekim 2009 11:16:57, Ankara.
N O T L A R
[1] Halil Cibran, “Zaman”.
[2] Sucre, İspanyol sömürgeciliği döneminde Bolivya’nın başkenti ilan edilmiş, ancak 1899 yılında yasama ve yürütme erkleri La Paz’a taşınırken yargı erkinin merkezi olarak varlığını sürdürmüştü. Bu kararı hiçbir zaman hazmedemeyen Sucre’liler, Kurucu Meclis toplantılarını, tüm erklerin toplandığı başkent olma taleplerini dayatmak için vesile saydılar. Bu talep, aynı zamanda iktidarın yerliler ve halkçı güçlerin eline geçmesine karşı her yolla mücadele etmeye kararlı “beyaz oligarşiler”in yönetimindeki eyaletler (Santa Cruz, Beni, Pando, Tarija) tarafından desteklenmekteydi. Kurucu Meclis’in bu talebi gündeme almayı reddedişi, Meclis’in her oturumunun, şiddetli protestolara hedef olması sonucunu doğurdu. Öyle ki, Morales hükümeti, Meclis’in çalışmalarını Sucre dışındaki askerî bir akademide tamamlaması kararını aldı. Bu ise, ana muhalefet partisinin (Podemos) Kurucu Meclis çalışmalarını boykot etmesinin gerekçesini oluşturdu. Maddelerin oylandığı son oturum ise, Kurucu Meclis üyelerinin can güvenliği gerekçesiyle, Oruro kentinde yapılacaktı.
[3] Bolivya Cumhuriyeti’nin 1967 tarihli Anayasası’nın (1994/5 tarihinde değişikliğe uğratılmış) 1. maddesi: “Üniter Cumhuriyet şeklinde tesis edilmiş özgür, bağımsız, çok-etnili, çoğul-kültürlü (pluricultural) Bolivya, hükümet olarak tüm Bolivyalıların birlik ve dayanışması üzerine temellenen temsilî ve katılımcı demokratik biçimi benimser.” (İlginç bir ayrıntıyı vurgulamadan geçemeyeceğim: Bolivya anayasasının, La Paz sokaklarında dolaşırken elime tutuşturulan, 1994 tarihli değişikliklerini ihtiva eden versiyonu, ABD’nin CIA’yle ilişkileri defalarca belgelenmiş kötü şöhretli yardım teşkilatı USAID tarafından basılmıştı ve “Bolivya Demokratik İnisiyatifleri” ibaresini taşımaktaydı. Unutmadan ekleyeyim: USAID, NED [National Endowment for Democracy - Ulusal Demokrasi Vakfı] ile birlikte, ABD yönetiminin ayrılıkçı Doğu oligarklarının faaliyetlerini destekleyecek finans kaynaklarını tevzi ve muhalefeti koordine etme işlevlerini üstlenen iki kurumdan biridir.)
[4] Buket Şahin, İnka Ruhu Uyanıyor: Bolivya Gerçeği yazı dizisi, “Che Guevara’yı Örnek Alan Lider”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 2009, s.9.
[5] And bölgesi yerlilerinin kutsal “Toprak Ana”sı. Ne ki bu ifadelere bakıp da Bolivya Anayasası’nın (yerli dini ya da Hıristiyanca) dinsel bir tınıyla donatıldığı sonucuna varılmamalı. Anayasa’nın 4. maddesi net bir dille ifade ediyor: “Devlet din ve kozmos tasarımlarıyla uyumlu manevî inanç özgürlüğüne saygı duyar ve onları güvence altına alır. Devlet, dinden bağımsızdır.”
[6] Örneğin Bolivya’nın resmi dillerinden Yaminawa’nın Peru, Brezilya ve Bolivya’da toplam 1000 kadar konuşmacısı vardır ( http://www.native-languages.org/yaminawa.htm). Weenhayek dilini konuşan halkın toplam nüfusu ise, 2860 kişidir ve Bolivya ve Arjantin topraklarında yaşamaktadırlar (http://globalrecordings.net/+language/18296). Hayatta kalan Pacawara sayısı ise 11 (onbir) olarak kaydedilmektedir! (http://ipsnews.net/+news.asp?idnews=33557)
[7] “Su ve kanalizasyona erişim insan hakları arasındadır ve ne imtiyaz ne de özelleştirmeye konu olabilir ve yasaya uygun lisans ve kayıt sistemine tabidirler” (Madde 20/III).
[8] Ayrıca: “İstikrar sergileyen özgür ya da fiilî birlikler (…) sivil evlilikle aynı sonuçları taşır (…)” (Madde 63/II)
[9] Bunun için örneğin Cumhuriyet gazetesinin Strateji ekinde yayınlanan Latin Amerika konulu yazılara bir göz atmak yetecektir.
[10] Buket Şahin, İnka Ruhu Uyanıyor: Bolivya Gerçeği yazı dizisi, “Amerika’yı Keşfeden Türkler”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2009, s.10.
[11] yagk.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)