27 Eylül 2010 Pazartesi

Mesut Alptekin
25 Eylül 2010


21 Eylül 2010 Salı günü, özgür bir vaktimde, herhangi bir kitap okumak istemiş ve henüz adını koyamadığım bu kitabı almak üzere, sanatçısı olduğum Bulunmaz Tiyatro'ya gittim. Tiyatrodaki kitapların bulunduğu bölüme göz gezdirirken, bir dergi dikkatimi çekti: Yeni Tiyatro... Bu derginin dikkatimi çekmesinin nedeni; kapağındaki Coşkun Büktel fotoğrafı oldu!

Haziran-Temmuz 2010 tarihli yirminci sayısı olmasına rağmen, yeni dikkatimi çekmisti bu Yeni Tiyatro'nun üzerindeki Coşkun Büktel fotoğrafı. İlk bakışta, eski olabileceğini düşünsem de, elime alıp incelediğimde, pek de eski olmadığını zâten görebilmiştim. Peki neydi Coşkun Büktel'i Yeni Tiyatro Dergisi'ne kapak fotoğrafı yapan neden? Biraz daha yakından incelediğimde, bu nedeninin; Coşkun Büktel'le Sema Göktaş'ın röportajı olduğunu gördüm. Her ne kadar, benim daha okumuş olduğum röportajlardan herhangi birine benzemese de, evet, röportajdı. Değişik bir heyecanla, röportajın bulunduğu sayfaya yoğunlaştım. Ancak, daha başından, Büktel'e yöneltilen soruların kanıksanmışlığı karşısında pek fazla şaşırmadan okumaya devam ettim. Röportajın bana tuhaf olan tarafı, tekrar ısıtılıp önümüze konulan bir yemekten farksız oluşuydu. Soruların kanıksanmışlığı, röportajın gerekli olup olmadığını düşündürttü bana. Röportajın başlığı "Coşkun Büktel'le 'Coşkun Büktel üzerine'…" olmasına karşın, konuşmanın omurgası "Theope" üzerine kurulmuş gibiydi. "Coşkun Büktel" denilince akla ilk gelenlerden birisi şüphesiz ki "Theope"dir elbette…

Büktel, haklı olarak, başyapıtı Theope'nin arkasında duracak, her fırsatta kendisine ve bu değerli yapıta yapılan saygısızlığı kınayacaktır. Tabii buna karşılık, Büktel'e yöneltilen sorularda genel olarak bu konu üzerinde yoğunlaşacaktır. Ancak gelgelelim ki, Sema Göktaş'ın sorduğu soruların, Büktel'e daha önce de yöneltilen sorulardan pek farkı yok gibiydi. Bu röportaj, bundan on sene evvel de yapılmış olsa, yine aynı röportaj ortaya çıkmış olacaktı kanımca. Büktel'e yöneltilen sorular ve karşılığında alınan cevaplar, zaten tiyatro dünyasını yakından takip edenlerce bilinen konulardı. Coşkun Büktel'in vermiş olduğu cevaplar, yıllardır yazdığı yazılar ile aynı olabilir. Çoğunlukta da böyledir zâten. Ancak Büktel'in yanıtlarının hep aynı olmasının sebebi, yaşanan olaylar içerisindeki şahısların bu cevapları bir türlü anlamaması yada anlayıpta içselleştirebilecek yapıya sahip olmamaları nedeni ile, sürekli aynı soruları kendisine yöneltmelerinden kaynaklandığı su götürmez bir gerçek. Sadece bu inatlaşma da, şunu merak ediyorum: Bir derdi olup ta bunu dile getiren ve sadece dile getirmekle kalmayıp aynı zamanda kanıtlar ve belgelerle de destekleyen bir insanın, bu denli tokat gibi cevaplarının, bir takım insanlar tarafından anlaşilamaması mıdır bu soruları yinelettiren, yoksa "yenilen pehlivanın güreşe doymaması" mıdır?

Bu röportaj, bütünüyle kanıksanmış bir röportaj gibi geldi bana. Bir röportajın yapılmasıyla yapılmaması arasında nasıl bir fark olduğunu sormadan edemedim kendime. Bu röportajın yapılıp yapılmaması konusunda, benim bir söz hakkım olsaydı, sanırım yapılmamasını tercih ederdim.

Coşkun Büktel, ciddi bir sanatsal duruşa sahip olan bir yazar. Böyle olmasına rağmen, Sema Göktaş'la yaptığı röportajın ciddiyeti beni pek tatmin etmedi. Ancak Sema Göktaş, böyle bir röportaj için seçtiği kişinin, çok da isabetli olmaması, "Yeni Tiyatro" dergisi okurları haricinde, geri kalan kesimi de, benim gibi hayâl kırıklığına uğratmış olabilir...

16 Eylül 2010 Perşembe

sen konuşunca uluyan bir kurt sesi geliyor kulağıma

henüz taslak hâlinde olan bu şiir bütün dünya işçileri birleşip iktidara yerleşinceye dek hep taslak olarak kalacak ve ancak sınıfsız toplum oluştuğunda mükemmel bir boyut kazanacak

ıslak ruhlarına sığınmış umarsız insanların kenti moskova
umarsız insanları ıslak ruhlara tutsak eden putin
ve onun küçük çırağı
medvedev'in dev evi
işte burası

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin

gülüyorlar her daim

ey kapitalizme secde eden medvedev
rusya'nın insanları ıslak ruhlara tutsaksa
bu tutsaklıkta senin de payın var unutma

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin
gülüyorlar her daim

ey putin'in küçük çırağı medvedev
caddelerinde ağaçtan çok otomobil reklâmı olan bu kentte
böyle rahat yaşamaya utanmıyor musun sen

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin
gülüyorlar her daim

konuştuğunda kulağıma kurt uluması sesi veren putin
senin hırçınlığın ruhundaki çarlıktan
ve sen
bir elinde bıçak
bir elinde çatal
bir çakal gibi rusya'nın kemiklerini yiyorsun

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin
gülüyorlar her daim

putin
medvedev
ve moskova
yazıklar olsun sana
sol elindeki çatala lenin'in kemikleri takılacak
ve sağ elindeki bıçak
kurt ve çakal ulumaları arasında
insanları tek tek yüreğinden vuracak

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin
gülüyorlar her daim

ve medvedev
sana soruyorum sana
neden sırtını dönüyorsun insana
porselen bir vazoyu kıran çocuk hırçınlığıyla neden saklanıyorsun kremlin duvarına

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin
gülüyorlar her daim

ey medvedev
gözleri bağlı devlet
ey medvedev
bir saniye dursan
ve normal bir insan gibi düşünüp
normal bir insan gibi baksan dünyaya
doğduğun kentin yüzü suyu hürmetine bir saniye normal bir insan olsan
ve
ey medvedev
yüzünü dönsen leningrad'ın gün kokulu yollarına
hey medvedev heeey

moskova kentinin boynunda ateşten bir atkı kremlin
ve kremlin'in aynasında medvedev'le bay putin
gülüyorlar her daim

1 Eylül 2010 Çarşamba

bugün bir eylül dünya barış günü
bugün bütün sözcüklerin arasında mayın
bütün cümlelerin içinde ihanet
ve bütün paragrafların yüreğinde acı
bugün emperyalistler ikinci kez paylaştılar dünyayı
bugün yıllardan bin dokuz yüz otuz dokuz aylardan eylüldü

bugün bir eylül dünya barış günü
bugün polonya'dan başladılar dünyayı kemirmeye
ardından elli iki milyon insan bir daha güneşi göremedi
ve milyonlarca yaralı koşamadı güneşe
dünya moloz yığınının altında can çekişti günlerce
bugün umut hüzne gözyaşı tuza dönüştü

bugün bir eylül dünya barış günü
bugün bütün silahlar ölüm kustu
bütün kuşlar göç ettiler cennete
ve savaş durdu bin dokuz yüz kırk beşte
bugün konuşacak derman kalmadı kimsede
bugün dünya yeniden jüpiter'e öykündü

12 Ağustos 2010 Perşembe

Hiçbir "birey"in "AŞİL TOPUĞU" olmayı asla kabul etmeyen sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz, sadece "İŞÇİ SINIFININ AŞİL TOPUĞU" olabileceğini yazıyor!

Sema Göktaş: "Hangi konuda 1100 tane imza toplandı?"

Coşkun Büktel: Bana karşı niye o insanlar o imzaları verdiler? Ve o imza attıkları bildiride ne yazıyordu? Benim Özdemir Nutku'ya iftira attığım yazıyordu. Yani diğer Hilmi Bulunmaz ile ilgili, benim de zaten karşı olduğum, ölülerin arkasından konuşmak gibi şeyler de vardı içinde… Ya da benim de karşı olduğum köpek resmi ve çanak yalatma şeyi. Bunları Hilmi'ye yapmamasını ben de söyledim. Ama “Çanak resmi koydu-lar!", "-lar!", özellikle "Bunlar!" diye vurgulayarak, "Ölülerin arkasından konuştu-lar!", "-lar!", "Ölüm halinde olan Lale Oraloğlu'na hakaret etti-ler!" gibi cümleler var o bildiride. Bütün bunlara ben karşıydım. Bu konularda Hilmi Bulunmaz'ı uyarmıştım, yazılı olarak da eleştirmiştim. Yazılı olarak eleştirilerim orada. Mustafa Demirkanlı, o linç kampanyasını kuran adamların başındaki adam da bunları okumuştu. Biliyordu. Bunu bile bile bu ifadeleri oraya koydu ve 1100 kişi de bunları kuzu kuzu imzaladı. Özdemir Nutku dahil! Bir kere Özdemir Nutku'nun o linç kampanyasını imzalaması onun kalitesini ele vermiyor mu sizce?... Benim bunlarla ilgili Hilmi'yi eleştiren yazılarım vardı. Ama onlar "böyle yaptı-lar, böyle etti-ler, bilmem ne" diyerek, hani manavlar yaparlar ya kese kağıdının altına çürükleri koyarlar ve üstüne de iki tane iyisini koyarlar, bu çürüklerle dolu bildiriye iki tane de Hilmi hakkında doğru olan, gerçekten gayri insani saydığım benim de, Hilmi'ye de söyledim, yazdım da bunları, "ben Lale Oraloğlu'nu severdim" filan dedim, niye dedim yani, "insanların arkasından konuşmak zaten gayri insani, bu yüzden bir kere karşıyım, bu senin aleyhine ve dolayısıyla benim aleyhime çok kullanılabilecek bir şey" dedim. "Lütfen benim Aşil topuğum olma", dedim. Evet, özetle bu şeyi aynen söylemiştim. "Lütfen benim Aşil topuğum olma", demiştim. Ama bundan öteye bir şey söyleyemem, elli beş yaşında adam, ne isterse onu söyler, ne isterse onu yazar. İsterse de Aşil topuğum olur. Ben topuğumu kendim kollamak zorundayım, o benim topuğumu kollamak zorunda değil. O istediğini söyledi, ben de eleştirilerimi yazdım Hilmi’yle ilgili. Ama buna rağmen öyle yaptı-lar böyle yaptı-lar bilmem ne yaptı-lar… Bu arada, araya da "Özdemir Nutku'ya iftira ettiler" diye de bir ifadeyi koydular ve 1100 tane imza topladılar. 1100 tane iftiracı dolaşıyor şu anda Türk tiyatrosunda. Ben "böyle bir ülkede tiyatrodan filan bahsedilemez" diyorum. "Benim oyunlarım oynansa ne olur, oynanmasa ne olur" diyorum, "böyle bir ülkede... Böyle bir tiyatro ortamında?…" Çok önemsemiyorum oyunlarımın oynanmasını.


***

Yukarıdaki yazı, Yeni Tiyatro Dergisi'nde yayınlanan "Coşkun Büktel'le 'Coşkun Büktel' Üzerine..." başlıklı röportajın içerisinde bir bölümdür. İçerisinde beş fotoğraf bulunan bu röportaj, bu fotoğrafları saymazsak, yaklaşık olarak on bir sayfalık bir alan kaplıyor. Fotoğraflarlarla birlikte on dört sayfalık bir boyuttaki bu röportajın, hiçbir "kesme biçme" işlemine tabi tutulmadan yayınlanmasını, baştan beri arzu ediyordum.

Bu röportajın yapılma niyeti oluştuğundan röportajın yayınlandığı an'a dek, bütün süreçleri çok yakından izledim. Bu süreçle ilgili olarak, herhangi bir söz söylemeyi, en azından şimdilik kaydıyla, pek işlevsel bulmuyorum.

Ancak, bu röportajı okur okumaz, hem Yeni Tiyatro Dergisi sorumlularına ve hem de Coşkun Büktel'e, bu röportajın Cuma Boynukara'ya "gereğinden çok" yer ayırmış olduğunu ve bu durumun pek hoşuma gitmediğini, anında belirttim. Röportaj yayınlandıktan sonra, bir de "okur gözüyle" baktığımda, gerçekten haklı olduğumu ve Cuma Boynukara'yla ilgili bölümün hem fazla olduğunu ve hem de "çözümlemeci" bir boyutu olmadığını (yeniden) gördüm.

Şimdilik kaydıyla, beni çok yakından ilgilendiren ve yukarıya aktarmış olduğum bölümü değerlendirmenin dışına çıkmamaya özen göstermeye çalışacağım...

***

Gelelim, yukarıdaki alıntının değerlendirilmesine...

"Sema Göktaş: 'Hangi konuda 1100 tane imza toplandı?'"

Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş'ın eşi ve (bence) bu derginin "politikası ve poetikası" için önemli bir görevi buluman Sema Göktaş, Coşkun Büktel'le röportaj yapmadan önce, büyük bir ön hazırlık yapmadığı kanısındayım. Coşkun Büktel de, bu röportaj için, büyük bir ön hazırlık yapmamışa benziyor. Dolayısıyla, röportaj, tabiri caizse, "doğaçlama röportaj" olarak inşa edilmiş. Bunun kanıtı olarak, röportajın yüzde yirmi beşinin Cuma Boynukara üzerine olduğunu belirtmeliyim. Cuma Boynukara'nın adının bu denli yoğun bir biçimde kullanılmasına karşın, her iki taraf, Sema Göktaş ve Coşkun Büktel, Cuma Boynukara'nın oyunlarının içeriğine değgin, "somut oyun adı vererek" pek değinmemeyi yeğlemişler.

Neyse...

Daldan dala konan bir kuş misali yürüyen, çözümlemeci bir mantıkla kurgulanmamış bir röportaj olsa da, yukarıda da belirttiğim gibi, bu röportajın yayınlanması, "Coşkun Büktel hayaleti"nin görünür kılınması açısından son derecede önemli.

Yazının fazla uzamasını istememekle birlikte, Sema Göktaş'ın yukarıya aktardığımız sorusunu bir kez daha yinelemek istiyorum:

"Sema Göktaş: 'Hangi konuda 1100 tane imza toplandı?'"

Malumunuz, yaklaşık olarak bir buçuk yıl önce Coşkun Büktel'le benim sanatsal ifade olanaklarımızı imha etmek için, başta Mustafa Şükrü Demirkanlı, Ahmet Ertuğrul Timur, İsmail Can Törtop, Yaşam Kaya, Özdemir Nutku, Hülya Nutku, Hasan Anamur, Nurhan Tekerek, Hasan Erkek, Yusuf Eradam, T. Murat Demirbaş, Orhan Aydın, Cüneyt Yalaz olmak üzere, tam 1100 kişi, içerisinde bol miktarda iftira, yalan, karalama bulunan bir LİNÇ KAMPANYASI başlattılar. İşte Sema Göktaş, bu 1100 alçak tarafından imzalanan kampanyanın konusunu soruyor ve Coşkun Büktel yanıtlıyor...

Şimdi, Coşkun Büktel'in yanıtını değerlendirmeye başlayalım... Bu değerlendirmede, Coşkun Büktel'in sözleri yatık ve tırnak işareti içerisinde vereceğim.

"Bana karşı niye o insanlar o imzaları verdiler?"

Gerçi yazının bütününden ortaya çıkıyor; ama ben, sadece benimle ilgili olan ve sadece yarım sayfa boyutunda olan yukarıdaki alıntının değerlendirmesi yaptığım için, tümce tümce ilerlemek ve tümcelere teker teker açıklama getirmek istiyorum.

O insanlar, o imzaları, sadece Coşkun Büktel'e karşı vermediler. Bana karşı da verdiler...

"Ve o imza attıkları bildiride ne yazıyordu?"

O bildiride, Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarının imha edilmesi için bir cadı kazanı kaynatılıyor; bir iftira potpurisi yapılıyor, bir yalanı gerçek, gerçeği yalan gibi gösterme gözbağcılığı yapılıyordu.

"Benim Özdemir Nutku'ya iftira attığım yazıyordu."

Benim de Özdemir Nutku'ya iftira attığım yazıyordu.

"Yani diğer Hilmi Bulunmaz ile ilgili, benim de zaten karşı olduğum, ölülerin arkasından konuşmak gibi şeyler de vardı içinde…"

Coşkun Büktel, "ölülerin arkasından konuşmak" eylemini doğru bulmadığını söylüyor. Ancak, aynı röportajda, yıllar önce ölmüş Memet Baydur'un arkasından konuşuyor. Peki, ben, bu "arkadan konuşma" eylemine karşıyım. Hayır, asla değilim. Karşı olmama karşın, neden Büktel'in Memet Baydur'un arkasından konuşmasını gündeme getiriyorum. Sadece tutarlılığa davet etmek için...

Burada, Coşkun Büktel'in Memet Baydur'la ilgili olarak söylediklerinin, bizi ilgilendiren bölümünü aktaralım:

"Rahmetli Memet Baydur... Şimdi tanık öldüğüne göre bunu anlatmam etik olmayabilir diye düşünülebilir, ama değil. Çünkü bilinen bir şey olması lazım bu anlatacağım şeyin. Çünkü en azından Devlet Tiyatrosunda Repertuvar Kurulu’nun biliyor olması gereken bir şey diye düşünüyorum. Ankara'dan beni aramıştı ve “Aşk” diye bir oyun yazdığını ve bunun Devlet Tiyatrosu’ndan geçmediğini söylemişti. Grup seks mi ne varmış oyunda, sonradan bunu öğrendim. O söylememişti bana. Galiba öyle bir şey varmış. Ama ondan çok emin değilim, oyunu okumadım."

Yukarıdaki alıntıda, Coşkun Büktel ne yapıyor? Ölünün arkasından konuşuyor. Ben, Mehmet Akan öldüğü zaman ne yapıyorum? Ölünün arkasından konuşuyorum. Bu arada yineliyorum; ben, ölünün arkasından da, önünden de konuşulmasından yana biriyim. Şimdi, Adolf Hitler yada Karl Marks öldü diye, onların arkasından hiç konuşmayacak mıyım?

"Ya da benim de karşı olduğum köpek resmi ve çanak yalatma şeyi."

"Köpek resmi ve çanak yalatma şeyi"ne, baştan beri karşı olduğunu söylüyor Coşkun Büktel. Ancak, benim adım Coşkun Büktel değil; benim adım Hilmi Bulunmaz. Ben, kapitalizmi ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek için, günde beş vakit, kapitalist "tapınakların duvarına işeyen" insanlara, Coşkun Büktel gibi bakmak zorunda değilim. Ben, sosyalist bir insan olarak, bana, halkıma ve tüyü bitmemiş yetime hiçbir şey vermekdikleri gibi, benden, halkımdan ve tüyü bitmemiş yetimden alınan vergilerle gününü gün edenlere gününü gösteririm. Benim bu tavrıma hiçbir kimse karşı çıkamaz. Bu konuyu asla tartışmam.

"Bunları Hilmi'ye yapmamasını ben de söyledim."

Tabii ki dinlemedim... Mezardan babam çıksa, mezardan Karl Marks çıksa ve bana "bunları yapma"m dese kesinlikle ve asla dinlemem.

"Ama 'Çanak resmi koydu-lar!', '-lar!', özellikle 'Bunlar!' diye vurgulayarak, 'Ölülerin arkasından konuştu-lar!', '-lar!', 'Ölüm halinde olan Lale Oraloğlu'na hakaret etti-ler!' gibi cümleler var o bildiride."

Coşkun Büktel'in vurguladığı konuyu, bir de ben vurgulamış olayım: Evet, çanak fotoğrafını, biz koymadık, ben koydum. Evet, ölülerin arkasından biz konuşmadık, ben konuştum. Bu arada şunu hemen belirtmem gerekir: Ben, asla ve asla Lale Oraloğlu'na hakaret etmedim. Bu sözün, bir örnek olarak bile kullanılmasına karşıyım. O yazımı, buraya tekrar alıyorum:

"Kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" olan insanlardan biri, Lale Oraloğlu, yoğun bakımda. Seksen iki yaşında olan Lale Oraloğlu, doğal bir sürecin sonuna geldi; ölecek!…

Beyin kanaması geçiren Lale Oraloğlu, kendine gelir gibi olduğu anlarda neler düşünüyor acaba? Bunu çok merak ediyorum doğrusu!…

Lale Oraloğlu, şöyle bir soru sormuş olabilir mi:

"Politik ve ekonomik sosyeteye hizmet edeceğime, işçi sınıfına hizmet etmiş olsaydım, daha doğru bir iş yapmış olur muydum?"Lale Oraloğlu, bu ve buna benzer sorular soracak düşünce kırıntılarına sahip bir insan olabilir mi?"

Upuzun ömrüne "kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" olarak nokta konulmak üzere olan Lale Oraloğlu, geri dönebilecek durumda değil; çok doğal bir sürece girdi. Bu süreçten dönüş yok!"

Yukarıya aktarmış olduğum, Lale Oraloğlu'yla ilgili yazının neresinde hakaret var? Coşkun Büktel, farkından olmadan, benim hakkımda yanlış bir düşünce oluşmasına neden oluyor. Büktel, farkında olmadan "düşman ordusuna cephane taşıyor." Mustafa Şükrü Demirkanlı'nın yönlendirdiği insanlara "katkı" sağlıyor. Bunu asla kabul etmiyorum. Ben, sosyalist bir sanatçı olarak, Lale Oraloğlu figürünü ele alarak, sanatçıların burjuvaziye değil, işçi sınıfına hizmet etmeleri gerektiğini anımsatıyorum.

"Bütün bunlara ben karşıydım."

Senin karşı olduğunu biliyordum. Senin karşı olduğun bu görüşlerimi değiştirmeye hiç niyetlenmedim ve hiçbir zaman niyetlenmeyi düşünmüyorum. Ancak, ben, Lale Oraloğlu'na asla hakaret etmedim. Böyle bir duygunun gelişmesine, okurların beni yanlış tanımalarına asla izin veremem. Ben, ölümün de, tıpkı yaşam gibi doğal bir durum olduğunu belirtmekle birlikte, işçi sınıfının bir sanatçısı olarak, sosyalist bir sanatçı olarak, bilimsel düşünüşe sahip bir insan olarak, sınıfımın çıkarları için, çok kısa bir değerlendirme yaptım. Nasıl ki, sen, benim gibi düşünmek, benim gibi davranmak zorunda değilsen, ben de, senin gibi düşünmek, senin gibi davranmak zorunda değilim. Ben, yaşamımın çok büyük bir kısmını sosyalizme, işçi sınıfına hizmet etmek için "harcamış" bir aydın olarak, tabii ki, "Kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" olan kişilerden hesap soracağım. Hem yaşarken ve hem de öldükten sonra hesap sormayı sürdüreceğim. Benim göbeğim, "Kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" kişilerin göbeğiyle birlikte kesilmedi. Benim göbeğim, işçi sınıfının iktidara gelmesi için siyasal ve ideolojik mücadele veren kişilerle birlikte kesildi. Ha, işçi sınıfı, bu durumdan habersiz olabilir yada ben kendimi "fasulye gibi nimetten" sayabilirim. Ancak ben, işçi sınıfının sanatsal, siyasal, ideolojik mücadelesini verirken, hiç kimseden izin almam, hiç kimseye tabi olmam. Bu kişi, çok sevdiğim biri ve Türkiye tiyatrosunun dramatik yazarlığının "Everest"i Theope'yi yazmış bile olsa, benim için hiçbir şey değişmez. Çünkü, ben öldükten sonra, eğer yazılarım kalırsa, yazılarım üzerinden değerlendirileceğim. "Ahbap-çavuş ilişkilerim" bağlamında değerlendirilmeyeceğim.

"Bu konularda Hilmi Bulunmaz'ı uyarmıştım, yazılı olarak da eleştirmiştim."

Evet, doğru, uyarmıştın ve ben de asla oralı olmamış, kulak arkası etmiş ve bu konuyla hiç ilgilenmemiştim bile. Çünkü, ben dünya görüşü gereği, bütünlüklü yaşayan biriyim. Ben, sadece işçi sınıfına hesap veririm. Yalnız, lütfen, çok dikkatli okuyunuz. Sarı, pembe yada bir başka renkteki sendika ağalarına değil, işçi sınıfının kendisine hesap veririm. İşçi sınıfı adını kullanarak şaklabanlık yapan, daha bir bildiri bile yazmasını beceremeyen, henüz "da"ları, "de"leri bile ayrı yazmaktan yoksun geri zekâlı "işçi sınıfı kıçı yalayan tiyatro esnafı"na değil, işçi sınıfının kendisine hesap veririm. 1100 alçağı biraraya getiren insanlık dışı, solu kendi çıkarları için kullanan şerefsizlere hesap değil, sadece işçi sınıfına hesap veririm.

"Yazılı olarak eleştirilerim orada."

Nerede? Tabii ki, ben nerede olduğuni biliyorum da, okurlar bilmiyor. Okurlara, bu eleştirelir nerede olduğunu çok net biçimde anlatmak gerekir-di!

"Mustafa Demirkanlı, o linç kampanyasını kuran adamların başındaki adam da bunları okumuştu."

Vallahi, yapılan bu röportaj, tüm yayınlanmasını arzu etmelerime karşın, çok genellemeci, çok düzeysiz bir biçime bürünmüş. Burada da durum kendisini dayatıyor. Mustafa Demirkanlı'nın kimliğinin ve eşkâlinin tam ortaya konulması gerekir-di! Yirmi yılı aşkındır Türkiye tiyatrosunun ensesine bir Kırım Kongo Kenesi gibi nüfuz etmiş ve sürekli olarak, hem tiyatro sanatçılarının ve hem de Kültür Bakanlığı üzerinden halkın kanını emek bu kişi, enine boyuna, sağdan sola, soldan sağa, çok iyi betimlenmeli-ydi. Ha, o zaman, şu söylenebilir; o zaman, bu röportaj uzardı yada "bir Mustafa Demirkanlı röportajı" olabilirdi. Doğru, öyle olabilirdi. Ancak, bu röportaj, birkaç sayıya yayılabilir yada şu andaki boyutun iki katına çıkabilirdi. Ne yani, bu dergide yayınlanan diğer yazıların önemi, bu röportajın öneminden çok mu fazla? Coşkun Büktel'le konuşmak, diğer yazıların değerinden çok mu daha aşağıda? Hem "bu bir Mustafa Demirkanlı röportajı" damgası yemeyen bu röportaj, şu anda "bu bir Cuma Boynukara röportajı" damgasını yemiş bile. En azından benim için bu durum böyle...

"Biliyordu."

Mustafa Şükrü Demirkanlı, o kadar çok şey biliyor ve o kadar çok gerçeği yalana dönüştürüyor ki, adam tam bir Ortaçağ kimyacısı, adam tam bir simyacı. Adamın eline hangi "gerçek" geçse, hemen, anında "yalan" dönüşüyor.

"Bunu bile bile bu ifadeleri oraya koydu ve 1100 kişi de bunları kuzu kuzu imzaladı."

Coşkun ağabeyciğim, kapitalizm böyle bir şeydir. Kapitalizm, yalanlar silsilesinin oluşturuduğu bir yanılsamayla ayakta durur. Bu yanılsamanın oluşması için, "meta estetiği" oluşturan reklâmcılara, yalancılara gereksinim duyulur. Mustafa Şükrü Demirkanlı da, Türkiye tiyatrosunun hızla, hem de şimşek hızıyla çürüyüp, kapitalizme hizmet etmesi için "kiralanmış" biridir. Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nden aldığı reklâm adlı sadakayla çorbasını kaynatan ve bu çorbanın içerisine sarkıttığı bıyıklarıyla, bu çorbanın içerisindeki benim, halkımın ve tüyü bitmemiş yetimin veridiği vergiler, yani alın terlerini şapır şapır içen bu adam, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için "kiralanmış" bir "asker"dir. Nasıl ki, Anzak askerleri dünyanın öbür ucundan gelip Çanakkale'de öldüler, öldürdülerse, bu "kiralık asker" de, düzenin, tam da AKP'li Ertuğrul Günay'giller familyasının istekleri doğrulutusunda rotadan asla çıkmamısı için, aldığı reklâmın, aldığı sadakanın, aldığı "kiranın" karşılığını ya seve seve, yada söke söke ödemek zorunda. Yani, Mustafa Şükrü Demirkanlı, ya kapitalizmi sevecek yada terk edecek! Durum bu kadar basit!

1100 alçağın bu LİNÇ KAMPANYASI için imza vermesine gelince... O 1100 kişi de, kapitalizmin önlerine koyduğu çanağın içerisindeki iğrenç kırıntıları sıyırmak için, "kiralık asker" Mustafa Demirkanlı'nın emrettiğini yapmak zorundaydılar. Komutanları Demirkanlı "Hazır Ol!" çekti, onlar "Hazır Ol!"dular. Komutanları "Tüfek omza!" dedi; onlar "Tüfek omza!" yaptılar. Komutanları "İmza veeer!" diye emretti; onlar imza verdiler. Durum bu kadar basit. Çünkü, kapitalizmin iç örgütlenmesinde, böyle bir efendi-köle, emreden-emir alan ilişkisi vardır. Bazen Özdemir Nutku emreder, Mustafa Demirkanlı yapar; bazen de Mustafa Demirkanlı emreder, Özdemir Nutku yapar. Konjonktür neyi gerektirirse ona göre davranış geliştirirler.

"Özdemir Nutku dahil!"

Özdemir Nutku, taaa başından beri, zâten kapitalizmi hizmet etme aşkıyla tutuşan bir nefer olduğu için, buna de pek şaşmamak gerekir. Durum gözümüzde tam olarak canlansın diye, şöyle bir benzetme yapabiliriz; kapitalist tiyatro esnafı bir kırkayaksa (yada binyüzayaksa), Mustafa Şükrü Demirkanlı ve Prof. Dr. Özdemir Nutku da bu "ayak"lardan biridir. Biri olmadan, diğeri asla yaşayamaz. Bir kırkayak yürürken, kırk ayak birden gayet uyumlu bir hareket içerisinde bulunurlar. Kırkayak yürürken, ayaklardan biri, diğer otuzdokuzayak'a uymamazlık edebilir mi? Yada bir başka benzetme yapabiliriz; bir ahtapotu düşünelim. Bilindiği gibi ahtapotun birçok kolu vardır. Ahtapotun, herhangi bir kolu; "Hayır, ben diğer kollarla birlikte yaşamak istemiyorum. Ben bağımsız olarak yüzüp başka denizlere açılacağım!" diyebilir mi? Dese bile ne kadar gerçekçi olur! Coşkun ağabeyciğim, benim için durum çok net. Kapitalizm, yalanlar silsilesiyle yanılsama oluşturmak için, tiyatro sanatını da kullanır ve bu alandaki profesörler bile bu yalanlar silsilesiyle oluşan yanılsama zincirinin birer halkası olmaya mahkûmdurlar. Onlar bile, kırkayaktaki bir "ayak"tır. Ahtapottaki bir "kol"dur. Onların bir "ayak"tan, bir "kol"dan hiçbir farkları yoktur.

"Bir kere Özdemir Nutku'nun o linç kampanyasını imzalaması onun kalitesini ele vermiyor mu sizce?..."

Tabii ki ele veriyor. Böylelikle, Prof. Dr. Özdemir Nuktu'nun da bir "ayak"tan, bir "kol"dan öte hiçbir işlevi olmadığını bir kez daha test etmiş oluyoruz. Zâten bu tür kampanyaların düzenlenmesine, onlar da, örnekse Prof. Dr. Özdemir Nutku da razı değildir. Fakat, durum kaçınılmaz hâle gelirse, yani kapitalizmin yalanlar silsilesinin oluşturduğu yanılsama zincirinin halkaları zayıflamaya başlayınca, yapacakları başka bir şey gelmez ellerinden. Bir yandan "gerçekçi" Coşkun Büktel ve diğer yandan "sosyalist sanatçı" Hilmi Bulunmaz, gerçeklerin ve sosyalizmin Türkiye tiyatrosuna nüfuz etmesi için mücadele verirken, onlara, bir tek eylemlilik alanı kalıyor; yalanı kanların son damlasına dek savunmak, yalanlar silsilesinden oluşan yanılsama zincirinin halkalarını sonuna dek korumak. Onların yapabilecekleri hiçbir şey yok. Sen, gerçekleri asla bırakmayacaksın ve ben, sosyalizmin oluşumuna katkıda bulunarak işçi sınıfının kültürel gelişimine katkı sunmayı asla bırakmayacağım. Onlar da yalanlarıyla başbaşa kalmayı sürdürecekler.


***


Ayrıca bakınız:

Olay ve olgulara, metafizik idealizm mantığıyla yaklaşmak yerine, diyalektik materyalizm mantığıyla yaklaşan H. Bulunmaz'ın dört yıl önceki yazısı!

LİNÇÇİ Ertuğrul Timur, öznesiz tümce kuruyor!

Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!

Linç imzacıları listesi

4 Temmuz 2010 Pazar

bir ölünün yüzündeki göstergebilimsel gerçeklik

yüzün
hüzünlü bir türkünün sesiydi

yüzün
toprağa düşen bir tohum gibi sessiz ve sakindi

yüzün
gizil zamanların mahzeninde ağır ağır sararan bir renkti

yüzün
hiçbir zaman doğmamış cenin hâlinde bir güneşti

yüzün
parçalanmış bulutlar için bestelenmemiş bir senfoniydi

fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
beş temmuz iki bin on

Tam bağımsız tiyatro yapabilmek için Kültür Bakanlığı çanağı yalamamak, resmî tiyatro dergisi olmamak için Devlet Tiyatroları reklâmı almamak gerekir!

Hilmi Bulunmaz
4 Temmuz 2010


Alışkanlık hâline gelmiş bir uygulamayla, herhangi bir yazının "ana fikri", o yazının gelişme yada sonuç bölümünde belirtilir. Bunun asal nedeni, merak duygusunu diri tutup, yazının okunurluluğunu artırma isteğidir. Ancak ben, söylemek istediğim "ana fikri" yazının gelişme yada sonuç bölümüne ertelemek yerine, yazının hemen başında belirtiyorum:

Bir tiyatro, Kültür Bakanlığı çanağı yalarsa, asla tam bağımsız olamaz. Bir tiyatro dergisi, Devlet Tiyatroları reklâm pastası yerse, resmî dergi olmaktan asla kurtulamaz.

Başta LİNÇÇİ Mustafa Şükrü Demirkanlı'nın yönettiği LİNÇÇİ Tiyatro... Tiyatro... Dergisi olmak üzere, Erbil Göktaş tarafından yönetilen Yeni Tiyatro Dergisi ve Hilmi Bulunmaz yönetimindeki Sosyalist Oyun Dergisi dışında tiyatro dergilerinin tamamı (LİNÇÇİ T. Murat Demirbaş yönetimindeki LİNÇÇİ Sahne Dergisi, LİNÇÇİ Cüneyt Yalaz yönetimindeki LİNÇÇİ Mimesis Dergisi, LİNÇÇİ Hasan Anamur yönetimindeki LİNÇÇİ TEB Oyun Dergisi, LİNÇÇİ OrhanAydın ve arkadaşlarının yönettiği LİNÇÇİ Kavuklu Dergisi) siyasal iktidarı besleyen bir tiyatral anlayışla yayın yaptılar, yapıyorlar. Yine başta LİNÇÇİ Tiyatro... Tiyatro... Dergisi olmak üzere, Sosyalist Oyun Dergisi dışında, tiyatro dergilerinin tamamı Devlet Tiyatroları reklâm pastası yiyor yada bu pastanın tadına bakabilmek için büyük bir sabırla paşa paşa sırasını bekliyorlar.

Bu arada LİNÇÇİ sözcüğünün anlamını açıklayalım: Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için, başta LİNÇÇİ Tiyatro... Tiyatro... Dergisi'nin "sorumlu kişisi" LİNÇÇİ Mustafa Şükrü Demirkanlı olmak üzere, ülkemizde yayın yapan hemen hemen bütün dergi ve Internet siteleri, büyük bir LİNÇ KAMPANYASI başlattılar. (Bakınız: http://www.coskunbuktel.com/lincimzacilari.htm)

27 Haziran 2010 Pazar

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

yoksul bir semtin gözyaşıydın sen
hiç kimse utanmadı tarihi delen gözlerinden
oysa bayram gelmişti senin semtinin dışındaki her yere

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

sabahtı
kuşluk vakti
öğlene çok az bir zaman kalmıştı
daha akşam olmadan hüzünlendin ben

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

sen bir sonbahar günü doğdun
her yerde sararmış çınar yaprakları vardı
her yer kan revan içindeydi
ve lâl sessizliğin bir gölge gibi vuruyordu yüzüme

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

uyumadın
büyümedin
senin fesleğen kokulu geçmişini
benim felsefe renkli geleceğimi çalıyorlardı senin gözlerinde

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

gözlere perde geriliyordu
kulaklara kurşun dökülüyordu
ve dünyanın dört bir yanında sessiz oyunlar oynanıyordu
kötü aktörler tarafından

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

sen geldin
bana baktın
ben geldim
sana baktım
bana bakınca düşündün sen
sana bakınca düşündüm ben

tuz renkli gölgen yüreğime değince öfkelenip ağladım

ve seni yazdım


fotoğraf: oğuzcan önver
şiir: hilmi bulunmaz
yirmi yedi haziran iki bin on

21 Haziran 2010 Pazartesi

Ne konuşursan dilinle, o gelir kalemine...

Hilmi Bulunmaz
22 Haziran 2010


Ben, yirmi yaşıma dek İslamî kültürün şemsiyesi altında yaşadım. Arap kökenli biri olmam ve henüz beş yaşımdayken Kuran-ı Kerim'i hatmetmem, İslamî kültürün şemsiyesi altında yürümeme temel hazırladı. Şu anda tam elli beş yaşımda olmama karşın, belleğim bu denli güçlüyse, bunda İslamî kültürün de payı var.

İslamî kültür içerisinde yaşamak ne demektir? Bana göre, sadece kitaplarla sınırlı kalmayıp, bu kültürün gerektirdiği pratik görevleri de, hiç aksatmadan yerine getirmektir. "Tanrı", insan belleğinin zayıf olduğunu, insanın unutkan olduğunu varsaymış olacak ki, bu nedenle insanlara Namaz'ı zorunlu kılmış. Günde beş vakit, yani sık sık namaz kılmalı, "Tanrı"yı unutmamalı ki, içine düşme olasılığı bulunduğu günah kuyusundan kendini korusun.

Ben de, özellikle babamın büyük etkisiyle, uzun yıllar beş vakit namaz kıldım. Namaz kılmazsam, "Tanrı"yı ve hemen ardından da "günah"ı unutabileceğimi, böylelikle "yoldan sapacağımı" düşünüyordum. Namazlarımı da, "evde tek başına" kılmak yerine, işin ritüel boyutuna önem vererek cemaatle birlikte kılardım. Yapılan eylemin "dua okuyarak kıyam, rükû, sücut, kuut denilen beden durumlarını, kuralınca tekrarlayarak Tanrı'ya edilen ibadet" olduğunu bilmeyi yeterli görmeyerek, cemaatle birlikte hareket etmemin nedenlerinden biri de, camiden çıkarken, söylenen sözlerdi. Bunlardan biri de şuydu:

"Ne verirsen elinle, o gelir seninle!..."

***

Malumunuz, elinizde tuttuğunuz bu tiyatro dergisinde, yazı yazan biriyim. Ben, yazı yazarken, halkın aydınlanmasına özen gösteren biriyim. Kanıksanmış, hiçbir işlevi olmayan bir söylem geliştirmek bana göre değil.

Yukarıda anlattığım İslamî kültürün bir ögesi olan "ne verirsen elinle, o gelir seninle" mantığını, sosyalist sanat bağlamında düşünen biri olarak, bu yazının başlığını bir kez daha yinelemek istiyorum: Ne konuşursan dilinle, o gelir kalemine.

Ancak, Internet ortamındaki yazı yazmanın getirdiği yorgunluk nedeniyle bu sayı dergi yazısı yazamama durumuyla karşı karşıya kaldım. Bu durumun esas nedeni Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği'nin bana yönelik bir "komplo" kurma girişimiydi. Neyse ki, güçlü bir iradeye ve müthiş bir mücadele yeteneğine sahip olduğum için, OYÇED'in bu komplo girişimini hemen püskürttüm.

Peki, neydi bu komplo girişimi?

Şimdi, aşama aşama durumu anlatayım ki, sizin de gözünüzün önünde bir fotoğraf belirsin:

SÜRECEK...

6 Haziran 2010 Pazar

İzlenebilecek bir site...

Tıklayınız: EBRULİ GÜNCE


Yukarıda linkini verdiğimiz sitenin aşağıda sunduğumuz tanıtım yazısını okuyunuz. (HB)


***


Yazı yazmayı seviyorum...


Birçok blog yazarı gibi ben de biraz teşhircilik ruhu taşıyorum sanırım. Yoksa neden internet üzerinden yazayım ki, oturur evimde deftere yazarım, saklarım değil mi?

Birileri bizi okusun, demek istediklerimizi duysun, bize bir şeyler desin diye açıyoruz sonuçta bu blogları, hepimiz biraz teşhirciyiz...

Şikayetçi değilim yanlış anlaşılmasın, kendimi ifade edip, hoşuma giden şeyleri beğeniye sunmayı seviyorum.

Kim bilir, belki içten içe takdir görme isteğimi tatmin etmeye çalışıyorumdur.

Ha, şimdi bu yazdıklarıma bakıp da, yazılarda bir mesaj kaygısı, edinilmiş bir misyon falan aramayın sakın, sanatsal içerik de yok, hani şairlerden, yazarlardan falan alıntılar, feyz alacağınız edebî eserler hak getire; benim kalemimden dökülenler, içimden gelenler var sadece, sıradan bir kadının, sıradan bir blogu anlayacağınız.

Uyarmadı demeyin, benden söylemesi.

Bulunmaz'dan ücretsiz tiyatro çalışması! from BTV on Vimeo.

25 Mayıs 2010 Salı

Yeniden merhaba...

Hilmi Bulunmaz
25 Mayıs 2010


Ben, zaman zaman gazete, dergi ve kitap yayınlama hastalığına tutulan biriyim. Bu hastalığa tutulup, şimdiye dek yayınladığım dergilerden bazıları, ilk aklıma geliş sırasına göre şöyle: MuM Kültür-Sanat Dergisi, Sevi Şiir Dergisi, Günebakan Sanat Dergisi, Burun Karikatür ve Mizah Dergisi, Katırtırnağı Şiir Dergisi, Görsel İzdüşüm Sinema ve Tiyatro Dergisi, Oyun Tiyatro Dergisi, Kuyumcu Dünyası... Adlarını sıralamayı unuttuğum dergilerden özür dilemeyi sözlerime eklemeliyim!

Ben, dergi yayınlama hastalığına, beni bu konuda "gaza getirenler" olursa tutulurum. Bir yıla yakındır, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'da çalışan Sercan Koca, Sabri Can Locva, Oğuzcan Önver ve Uğur Özkan, beni düşünsel olarak "gaza getirmeye" başladıkları için, yine dergi yayınlama hastalığına tutuldum. Daha önce, yayını iki kez kesintiye uğramış ve ancak dokuz sayı yayınlanabilen Oyun dergisini, bu kez, biçimsel olarak küçücük, minnacık bir boyutta yayınlama kararı aldık. Oyun dergisini, yeni dönemde minnacık bir boyutta yayınlama kararımızın başat nedeni, dergi yayınlama işinden para kazanma isteği içerisinde olmamamızdır.

***

Altıncı sayıdan başlayarak, Oyun dergisinin başına "yönetici" olarak getirdiğim Toprak Karaoğlu ve onun yardımcısı Ozan Akgül, sudan bahaneler, anlamsız gerekçelerle benim yazılarımı ve benim siyasal önderim olan Lenin'in sözlerini sansürlemeleri nedeniyle, yeni dönemde de dergiye "yönetici" atamaktan vazgeçtim. Bundan böyle, yasal sorumluluk nedeniyle olması gereken "yönetici" kişilerden başkasına yönetsel görevler vermeyi asla düşünmüyorum.

Ancak...

"Yönetici" sözcüğünü kullanmasak da, dergiciliğin zorunlu kıldığı kolektif üretimin dayatması sonucu, Oyun dergisine omuz veren herkes, bu derginin yöneticisi gibi bir ruh hâline sahip olacak. Buna eminim!...

Peki, somutlarsak kim olacak bu "yöneticiler"?...

Yukarıda adlarını sıraladığım, henüz yaş ortalaması on altı olan gençler; Sercan Koca, Sabri Can Locva, Oğuzcan Önver ve Uğur Özkan. Bunların yanı sıra, derginin mutfağına katılabilecek yeni kişilerin de birer "yönetici" olabileceğini düşünüyorum.

***

Neden bir tiyatro dergisi ve neden Oyun?...

Çünkü, Türkiye'de yayınlanan hiçbir tiyatro dergisinin yeterli ve güvenilir bir devrimci yayın politikasına sahip olduğunu düşünmüyoruz. Hiçbir tiyatro dergisini, yeteri denli muhalif bulmuyoruz. Hiçbir tiyatro dergisinin siyasal ve tiyatral olarak kapitalizme karşı, karşın, karşıt yayın yaptığını sanmıyoruz.

İstisnasız bütün tiyatro dergileri, Kültür Bakanlığı çanağı yalamak, Devlet Tiyatroları ve diğer ödenekli tiyatrolardan reklâm alabilmek için yayınlanıyorlar. Bu dergiler, içinde bulundukları çaresizlik nedeniyle, halkın çıkarlarını değil, halkın çıkarlarıyla çelişen kurum ve kuruluşların çıkarlarını savunmak zorundalar. Bu dergiler, kapitalizmi ilelebet muhafaza ve müdafaa ederken, sosyalizme karşıt, Lenin'in sözlerini sansürleyen ve/ya bu sansüre aldırmayan bir mantıkla hareket etmek zorundalar.

"Hayır biz, kapitalizme karşı, karşın, karşıt yayın yapıyoruz. Biz, Oyun dergisinin her sayısında mutlaka yayınlanan ve Cemal Bulunmaz'ın çevirisini yaptığı Lenin'e ait sözlerin sansürlenmesine karşıyız. Biz, gerçekçi yazar Coşkun Büktel'le sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için düzenlenmiş LİNÇ KAMPANYASI iğrençliğine karşıyız!" diyebilme niyeti, isteği, gücü olan tiyatro dergileri varsa, onların hakkını yemiş olacağımız için, daha şimdiden onlardan binlerce kez özür dileriz. Ne var ki, bu yürekliliği gösterebilecek tiyatro dergisi yöneticilerinin çıkabileceğini pek sanmıyoruz. Şu anda, LİNÇ KAMPANYASI alçaklığının üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, bu kampanya tazeliğini ve korkunçluğunu yitirmiş, yani Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın sert ve sersemletici muhalefeti bu LİNÇ KAMPANYASI alçaklığını iyice geriletmişken görüş belirtmek çok daha rahat ve çok daha kolaydır. Ancak, alçakça bir niyetle düzenlenmiş bu iğrenç kampanya, henüz taze ve korkunçken, yani kudurmuş köpek sürüsü gibi, Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın üzerine gelindiğinde, sonucun ne olacağı tam netleşmediği bir dönemde, Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş'ın gösterdiği tavrın dışında, hiçbir tiyatro dergisi yöneticisi, gerçeklerden ve sosyalizmden yana tavır takınmadı; tam tersine, bütün tiyatro dergisi yöneticileri gerçeklere ve sosyalizme aykırı tavır takındı ve böylece bizzat LİNÇ KAMPANYASI düzenleyicileri oldular.

Bu arada Oyun dergisinin "atanmış yöneticileri" Toprak Karaoğlu'yla Ozan Akgül de, kendilerini "yönetici olarak atayan" Oyun dergisinin kurucusu ve sahibi Hilmi Bulunmaz'ın sosyalist sanatçı olmasını bilmelerine ve Hilmi Bulunmaz'ın LİNÇ KAMPANYASI ile düşünsel olarak imha edilmek istenmesine karşın, onlar da bu konuda "Kuzuların Sessizliği Korosu"na katılıp sustular ve bu suskunluklarıyla, LİNÇ KAMPANYASI düzenleyen alçaklara cesaret vermiş oldular.

Dergimiz minnacık olduğu için, sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Özetle, tiyatro dünyasında gerçeklerin ve sosyalizmin yaşayabilmesi için tiyatro dergisi yayınlıyoruz!

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Oyuncu Sercan Koca*, şiir de yazıyor!

DENİZ................HÜSEYİN................YUSUF


Dumanlı gecelerin sessizliğinde
Emin adımlarla yürüdü özgürlüğe
Ne var ki kendisinden
İstediler bir tek kelime; "pişmanım"
Zalimce katlettiler onu istediklerini vermeyince

Hayatının ilkbaharındaydı daha
Ümidini yitirenler unutulmaya ittiler onu
Solmaz bir çiçek olduğunu unuttular oysa
Elinde sımsıkı tuttuğu özgürlüğü çalmak
Yurt sevgisini silmek
İnancını örselemek
Namussuzluklarına katık etmek istediler onu

Yüzündeki ay ışığından
Uzandığı sonsuzluktan
Sonsuzluğundaki ışıktan korktular
Unutturmak istediler
Fakat bilemediler asla unutulmaz o



* Sercan Koca, Bulunmaz Tiyatro sanatçılarındandır!

5 Mayıs 2010 Çarşamba

her gün altı mayıs

dün altı mayıstı
deniz'i astılar sabaha karşı

zaman mayıs zamanı
tan yerindeyiz artık
zaman bir su gibi kokusuz
ve bir fidan gibi delikanlı

damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan

bugün altı mayıs
hüseyin ihtiyar bir ağacın kollarında yalnız

zaman paslı hayatlara gebe
büyük umutlara
zaman yalın bir kavga
belki bugün belki yarın

damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan

yarın altı mayıs
yusuf küçük bir derenin içinde büyük bir okyanus

güneşin doğmak üzere olduğu an
zaman doğuracak
ufukta küçük bir açelya açacak
gül
ve
kıpkızıl üç karanfil açacak
güvercinler gülleri güneşe taşıyacak
ve ölümü yenen gözleriyle
önce deniz
sonra hüseyin
ve sonra yusuf
ağız dolusu gülecek

damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan


fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
altı mayıs iki bin on perşembe

2 Mayıs 2010 Pazar

Tiyatroyu tiyatro yapan içerisindeki kuramdır; tiyatro, eğer uğrunda kafa yoran varsa sanattır!

Hilmi Bulunmaz
3 Mayıs 2010


Yeni Tiyatro dergisi okurları için geçen ay kaleme aldığım "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım, acaba okurların herhangi bir tiyatral işine yaradı mı ve bu yazımı okuyanlar, bu yazım üzerinde biraz olsun kafa yorup herhangi bir tiyatral düşünce geliştirebildiler mi? Yani, tiyatro denizine kattığım bir damla su, denizin büyümesine neden oldu mu? Yeni Tiyatro dergisi okurları, "kuramsal bilgi birikimi" izleğini işlediğim "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım hakkında, olumlu ve/ya olumsuz herhangi bir tepki vermedikleri için, yukarıda sorduğum soru, doğal olarak havada kalıyor. Ben de, şimdilik, sadece bir soru olmanın ötesine geçemeyen bu konuda, bir damla su kadar bile bir düşünce geliştiremiyorum.

Ancak, yukarıda sorduğum sorunun, hiç olmazsa şimdilik, bir düşünce balonu gibi havada asılı kalmasına, platonik bir aşkın karşılık bulamayan "ide"si dönüşmesine karşın, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'nun "ücretsiz oyunculuk çalışmaları"na uzun zamandır katılan Oğuzcan Önver'le Uğur Özkan, yazımı çok rahat bir biçimde, hiç zorlanmadan okuduklarını ve okur okumaz, şu atasözünü anımsadıklarını dile getirdiler: "Adam olacak çocuk bokundan belli olur." (Bakınız: Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.)

Bulunmaz Tiyatro'daki oyunculuk çalışmalarına katılan "çalışkan öğrencilerim" Oğuzcan'la Uğur, sadece "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlığının çağrıştırdığı atasözünü değil, bu başlığı taşıyan yazının içeriğini de doğru anladıklarını dile getirdiler. Zâten, terminoloji girdabında boğulmayan, karmaşık formüllerle "süslenmemiş", bu nedenle okunurken bir sınav havası vermeyen bir yazı olduğundan, okurun anlaması için büyük bir çaba harcanarak yazılmış bir yazının anlaşılamamasının ve/ya yanlış anlaşılmasının olanaksız olduğunu; hattâ, bu yazının ışığında düşündüklerinde, tiyatro sanatını anlamak için, çetrefilli yollara sapmak yerine, kuramsal çalışmalara önem vermek gerektiğinin altını çizdiler. Henüz on altı yaşında, lise iki öğrencisi olan Oğuzcan'la Uğur'un, "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazımı, hemen her gün okudukları lisedeki derslerden bile daha rahat anlayabildiklerini ve bu yazıdan çıkarsadıklarını, yalın bir dille bana anlatabildiklerini görünce, bu yazının, Yeni Tiyatro dergisi okurlarını bilmem ama, hiç olmazsa benim "öğrencilerim" için bir işe yaradığını kavradım. Bu durum, beni son derecede mutlu etti.

***

Benim isim babalığını yapıp slogan hâline getirdiğim ve Yeni Tiyatro dergisinin Kadıköy Sanat Tiyatrosu'nda düzenlediği "'Yeni Bir Dünya İçin' Yeni Tiyatro Toplantıları"nın ikincisini yaptığımız 25 Nisan 2010 günü, Sema Göktaş, üçüncü toplantı başlığının ne olması gerektiğini sorunca, ben, kafamda sürekli olarak taşıdığım için, hiç düşünmeden, 30 Mayıs 2010'daki toplantı konusunun "tiyatro kuramı" olması gerektiği önerisinde bulundum. Üzerinde pek durup düşünülmeyen yakıcı bir sorun olduğunu bildiğimizden, sürekli olarak tartışılması gereken bir konu olduğunda mutabık kaldığımız "tiyatro kuramı" konusu, benim dikkat çekip öneri hâline getirmemle birlikte, zâten ivedi ve yaşamsal bir gereksinim olduğundan, içinde bulunduğumuz zikr-i mahalde (Kadıköy Sanat Tiyatrosu), daha o anda hemen kabul gördü.

***

Bir tiyatro kuramcısının, tiyatro dünyasında evrensel nitelikte herhangi bir devrimci, yenilikçi, dönüştürücü, yani gerçek anlamda ve işlevsel boyutta bir kuram oluşturabilmesi için, tiyatro sanatıyla sadece kuramsal olarak ilgilenmesi asla yeterli değildir. Tiyatro kuramcısı, tiyatro sanatına kuramsal ilgi göstermesinin, bu alanda kültürel, siyasal, sanatsal, bilimsel ve "akademik" uğraş vermesinin yanı sıra, aynı zamanda, bu sanat dalıyla kılgısal olarak da ilgilenip "teori - pratik dengesini" oluşturabilmeli, tiyatro terazisinin her iki kefesini de aynı düzeyde tutabilmelidir. Bir tiyatro kuramcısı, sadece kuramcı olarak kalıp kılgısal anlamda tiyatral sürece hiçbir zaman dahil olmazsa; tiyatral mekânlarda iş yaparak terlemek yerine, kendisini bir ev kedisi gibi hissedebileceği koruganlara tutsak ederse, ister istemez, niyetten bağımsız olarak, istenç dışı, "başka" kuramların, "başka" kuramcıların taklitçisi, öykünmecisi olur. Böyle bir dezestetik karaktere sahip olan, yani taşıma suyla değirmen döndürmeye çabalayan zavallılara öykünen düşünce cücesi kuramcılar, olsa olsa, kendilerinden önceki gerçek kuramcıların basit birer "temrincisi", papağanı ve/ya kılgısal tiyatro sürecinde tiyatro sanatını iliklerine dek yaşayarak kuram oluşturmuş çağdaş kuramcıların kötü birer fotokopisi olurlar. Sentetik ve konservatör kuramcılar, yani "kuram için kuram" yapanlar, "başka" kuramcılardan ezberledikleri kuramsal kırıntıları, birer suflör gibi davranarak, soluklarının yettiği oranda tiyatro emekçilerinin kulaklarına fısıldayarak, "dön baba dönelim hacılara gidelim" deyimi kadar bile ağırlığı olmayan, "kulağa hoş gelen, ama laf kalabalığı yapan kelimeler topluluğu"na benzer sözler etmeye çalışırlar.

Bu arada, hiçbir silginin asla silemeyeceği nitelikte bir tükenmez kalemle şu gerçeğin altını kalın çizgilerle ağır ağır ve ellerimiz titremeden çizmeliyiz:

Kuramsal bir donanım kazanmak, siyasal bir bilinç geliştirmek, kültürel bir düzlem tutturmak gibi dertleri bulunmayan; kuramsal, siyasal ve kültürel bir birikime sahip olmadıkları gibi, aslında böyle bir birikimden bîhaber olmaları nedeniyle, halkı sınıfsal bilinçten uzaklaştırıp, emekçileri kapitalizmin vahşiliğine tutsak etmek için kötü televizyon dizilerinde oynayarak, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi adına bedenini siper edinme alışkanlığındaki tiyatrocular; içinde bulundukları tinsel yoksulluk, düşünsel yoksunluk ve eylemsel düşkünlük nedenleriyle, bu nakliyatçı, bu sentetik, bu dezestetik, bu yaşam ve sanat dersi almaya hiçbir zaman niyetlenmemiş, bu kavga kaçkını kuramcıların atraksiyon numaralarına kanabilirler. Ancak, sadece sahneye çıkıp gövde gösterme becerisinin dışında ve ötesinde, büyük bir derdi bulunan, topluma sadece birer bürokrat, birer teknokrat, birer akrobat olarak değil, aynı zamanda birer demokrat olarak da seslenme gibi büyük dertlere sahip olan tiyatro sanatçıları, bu atraksiyonlara asla kanmazlar.

Topluma bir demokrat aydın olarak seslenmek, toplumu bir koyun sürüsü olarak görmek yerine, onu ikna edilecek büyük bir canlı olarak algılamak isteyen tiyatro sanatçıları, hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar, hem kendilerini ve hem de toplumu "kendi ideolojilerinin gerektirdiği yere" taşıyabilirler. Tiyatro tarihine şöyle göz ucuyla bile bir baktığımızda, toplumu ikna etmek isteyen aydınların sayısız örnekleriyle karşılaşabiliriz. Henüz elli dört yıl önce, genç denilebilecek bir yaşta, hayata gözlerini kapayan Bertolt Brecht, bu "sayısız örneklerden" sadece biridir.

Elli sekiz yıllık kısa denilebilecek ömründe, iki tane "dünya paylaşım savaşı" görme "şansına" erişen Bertolt Brecht, hem bu savaşların insanı erken olgunlaştıran etkisiyle ve hem de entelektüel bir donanıma sahip olması nedeniyle, zâten bir kuram geliştirebilecek düzeyde bir insandı. Ne var ki, Bertolt Brecht'in, büyük bir tiyatro okyanusunda yüzmesi, onu gerçek bir kuramcı hâline getirdi; tabirî caizse, okyanusta yüzebilme cesaretine sahip olduğu için, siyasal ve tiyatral düzeyi son derecede gelişti.

Bütün sanatlarda olduğu gibi, tiyatro sanatında da "şiirin özü imge" çok önemli, olmazsa olmaz, başat bir etmendir. "Epik ve Diyalektik Tiyatro" gibi çok önemsenen ve devrimci kavramları dünya tiyatrosuna armağan etmiş Bertolt Brecht'in, aynı zamanda bir şair olması, hiç de rastlantı değildir. Zâten imgeye, şiire uzak duran biri, hiçbir sanat alanında, hiçbir zaman asla "başarılı" olamaz. Şiirden uzak duran, şiirle hiç mi hiç ilgilenmeyen kişiler, ancak "çevrenin" desteğiyle ayakta durabilirler. Bu "çevre", fabrikatör bir baba olabileceği gibi, Kültür Bakanlığı çanağı da olabilir. Kültür Bakanlığı çanağı yalayanların "sanatsal künyesi" okunduğunda, hemen hemen hiçbirinin şiir sanatıyla (aslında hiçbir sanatla, tiyatroyla bile) arasının pek iyi olmadığı görülebilir. Bir fabrikatör baba ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı sayesinde tiyatro yapanların birer gözü, halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, yorgan iğnesiyle sıkı sıkıya dikilmiş gibi, sürekli olarak kapalı dururken, diğer gözleri de faltaşı gibi açılıp televizyon dizilerindeki "pasta fırınlarının" nöbetini tutarlar.

Evet, ortada bir ikilem var: Halkın sorunlarını görmekle birlikte, bu sorunları yakıcı bir biçimde anlatabilecek imgeye sahip olunursa, kapitalizme hizmet etmek söz konusu olamaz. Kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için bir köle gibi çalışıldığında, yani bir gözün halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, sürekli olarak kapalı durmasına razı olunursa, o gözün sahibi sanatçıyı, çok büyük toplumsal ve tinsel sıkıntılar bekliyor demektir. Bir fabrikatör babanın kıyağıyla tiyatro yapmak ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı yalama seansına katılmak, bizi maddî anlamda ihya edebilir. Ancak böyle bir sırt dayamacılık, kendi ve halkının gücüne güvenmek yerine, egemenlere güvenmek, manevi olarak bizi âdeta bir paspasa dönüştürüp ayaklar altında ezilmemize ve paspas rolünden bir daha asla çıkamamamıza neden olabilir!

William Shakespeare ışık içinde yatsın: Teslim olmak yada teslim olmamak; işte bütün mesele bu!


***


Ayrıca bakınız:

Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!

19 Nisan 2010 Pazartesi

LİNÇ KAMPANYASI ana sponsorlarından Ahmet Ertuğrul Timur (nam-ı diğer 3. Abdülhamid), sosyalist sanatçı H. Hilmi Bulunmaz'a iftira atmayı sürdürüyor!

LİNÇÇİ (İngilizce: LYNCHER) Ahmet Ertuğrul Timur (nam-ı diğer 3. Abdülhamid)
aetimur 1 year ago
ozgursanat.blogspot.com/


HÜSEYİN HİLMİ BULUNMAZ!

GÜNDE 5 VAKİT BESMELE ÇEKER GİBİ SOSYALİSTLİĞİNİ VURGULUYOR ÇEREZLİK LEBLEBİ NİYETİNE SOL ARGÜMANLARI GEVELEYEN HÜSEYİN HİLMİ BULUNMAZ ÇORUM'UN, MARAŞ'IN, BAHÇELİEVLER'İN, SİVAS'IN KANLI KATİLİ, KASAPLARIN BAŞI FAŞİST BİR LİDERE TODER ADINA(!) GERİCİLİĞİN TİYATRODAKİ SESİ ULVİ ALACAKAPTAN TARAFINDAN SUNULAN TAZİYEYE SESSİZ KALIYOR!

SESSİZ KALARAK ONAYLAMAKLA KALMIYOR SES ÇIKARANLARI KARALAMA GİRİŞİMLERİ BAŞLATIYOR!

GEÇEN YIL DA KARANLIKLARIN İKTİDARINA KARŞI SOSYALİSTLERİN, KOMÜNİSTLERİN, DEMOKRATLARIN, SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN ORTAK "AKM YIKILMASIN" EYLEMİNE KARŞI KAMPANYA BAŞLATMIŞ, BUNCA ADI SANI GEÇMİŞİ VE DURUŞU BELLİ SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN EYLEMİNİ GÜNLERCE KARALARKEN GERİCİ AKP BEYOĞLU BELEDİYESİ VE ULVİ ALACAKAPTAN'IN "EYLEM KIRICI" KANTOLU , BELEDİYE BANDOLU EĞLENCESİNE KİTLELERİ DAVET EDREK VE ONLARLA KOLKOLA BU EYLEME KATILARAK DURUŞUNU SERGİLEMİŞTİ.

BU SÖZDE VE SLOGANDA SOSYALİST OLAN HİLMİ BULUNMAZ'IN GEÇMİŞTE DE FETULLAH GÜLEN CEMAATİYLE BİRLİKTE ÇALIŞMA VE ETKİNLİKLERİ DE ARTIK GİZLEYEMEDİĞİ GERÇEKLERDENDİR.

BU SAHTE, SLOGAN SOSYALİSTİ, MEHMET AKAN, ZEKİ GÖKER, LALE ORALOĞLU ÖLDÜĞÜNDE YADA ÖLÜM DÖŞEĞİNDEYKEN ONLARI SIRF TV DİZİLERİNDE YER ALDILAR DİYE AŞAĞILIKÇA KÜFÜR VE HAKARETLE ANARKEN EN YAKIN DOSTLARININ EN ADİCE DİZİLERDE YAZARLIKLARINI GÖRMEZDEN GELDİ.

EN YAKIN ARKADAŞLARI GENÇLİĞİ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEDEN KOPARIP BİREYSELLİĞE YÖNLENDİREN "KURTLAR VADİSİ"NİN GENÇLİK VERSİYONU "ARKA SIRADAKİLER"İN SENARİSTİ COŞKUN BÜKTEL VE HALKIN VERGİLERİYLE TİYATRO EĞİTİMİ ALIP REKLAMCILIĞI SEÇEN FERİDUN ÇETİNKAYA.

BUNLAR EN TEMİZ GÜNAHLARI BELKİ DE...

DOSTLAR TİYATROSUNU, ANKARA SANAT TİYATROSUNU VE DAHA PEK ÇOK TİYATROCUYU KÜLTÜR BAKANLIĞI ÖDENEĞİ ALDIĞI İÇİN "ÇANAK YALAYAN KÖPEK" İMASIYLA RESMEDEN, SOSYALİST YENİKAPI TİYATROSUNA VERİLEN ÖDÜLÜ BİR KABAHAT GİBİ SUNAN HİLMİ BULUNMAZ 2 YILDIR BAKANLIK DESTEĞİ ALANLARA "ÇANAK YALAYAN KÖPEK" YAKIŞTIRMASINI AÇIK YADA İMAYLA YAPARKEN, KENDİSİNİN DE İKİ YIL BOYUNCA DÜZENLİ BİR TİYATRO ÇALIŞMASI OLMADIĞI HALDE BAKANLIK YARDIMI ALDIĞI ORTAYA ÇIKARILDI.

PUSUDA YATIP ZAMAN ZAMAN KİMİNE YAKLAŞIP KİMİNİ KARŞISINA ALARAK SIRASI GELDİĞİNDE TÜM TİYATRO DÜNYASI İÇİN HELE Kİ SOL TİYATRO İÇİN ADETA BİR TERMİNATÖR GÖREVİ ÜSTLENEN HÜSEYİN HİLMİ BULUNMAZ'IN SAHTE TAVIRLARI DA FİİLİYATLARI DA SLOGANLARINDAN ÖTE GİTMEYEN SOSYALİST TAVRI DA KATİL FAŞİST VE GERİCİLERLE AÇIK VE GİZLİ DAYANIŞMASI DA GÜNDEN GÜNE NETLEŞİYOR

ARTIK SOL'DA DURAN ÇEVRELER GÜN BE GÜN TANIYOR VE MAHKUM EDİYOR!

BUGÜN İTİBARIYLA ORHAN AYDIN GEÇEN YILKİ YAZISINI KISA BİR SUNUŞLA BASINA GEÇEREK BU SAHTEKAR TAVRI VE İKİYÜZLÜLÜĞÜ BİR KEZ DAHA MAHKUM ETTİ.

İATP-G BİR BİLDİRİ DAHA YAYIMLAYARAK BU ŞAHSIN SANSÜRCÜ VE BASKICI TAVRINI BİR KEZ DAHA MAHKUM ETTİ

ARTIK BU İHANETİN DÜRÜLÜP KENARA ATILMASI VE BU İHANETE YAŞAM HAKKI VERİLMEMESİ İÇİN SİZLERİ DE BİR KEZ DAHA DEĞERLENDİRME YAPMAYA DAVET EDİYORUZ

(Kaynak: vimeo.com)

10 Nisan 2010 Cumartesi

Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!

Hilmi Bulunmaz
10 Nisan 2010


Herhangi bir etkinliğin sanat, o etkinliği yapan kişinin sanatçı olabilmesi için, birçok etmen gerekir. "Sanatı sanat yapan" etmenlerin başında "kuramsal bilgi birikimi" gelir. Kuramsal bilgi birikimi elde etmeden sanat dünyasına "atılmak"; yüzme bilmeyen bir kişinin, okyanusun ortasında hızla giden bir transatlantikten denize atlamasına benzeyen çılgınca bir davranıştır. Yüzme bilmeden okyanusun ortasında kendini hızla denize bırakan kişiyle, kuramsal bilgi sahibi olmadan sanata bulaşan kişinin, aynı ruh durumunda olduğunu öğrenerek işe başlamakta sayılamayacak denli büyük yararlar var.

Kuramsal bilgi birikimi elde etmek için, okumak gerekir. Bunun başka yolu yordamı yoktur. "Okumak" sözcüğünü, sadece "okul okumak" kavramıyla sınırlamamalıyız. Okul okusa da, okumasa da, sanatla uğraşan kişi, mutlaka "kitap okumak" zorundadır. Kitap okuma edimini, sadece "meslekî kitap" okumakla sınırlı tutmamalı. Kitap okumayı, sadece meslekî, yani konumuz tiyatro olduğuna göre, sadece tiyatro mesleğini ilgilendiren kitapları okumakla sınırlı tutarsak, bir bacağı olmayan bir insanın maratona katılıp "başarı" elde etmek istemesini düşleyen hülyalı bir yola girmiş, yani abesle iştigâl etmiş oluruz.

Ben, tiyatro sanatçısı olmanın yanı sıra, "tiyatro eğitimi" veren bir kişi olduğumdan, el yordamıyla da olsa tiyatroyu sanat olarak algılayıp bu sanat içinde kulaç atmak isteyenlere, tiyatro kitaplarının dışında kitap okuma zorunluluğunu anlatmakta sıkıntılar yaşıyorum. Tabii bu arada, hiçbir kitap okumadan tiyatrocu olmak isteyenlere de tanık olduğumu belirtmeliyim.

Kitap okumak, doğal zenginliklerle yüklü bir adaya ulaşmaksa, bu adaya ulaşmak için, çeşitli yollar vardır. Bu yolların en sağlam, en güvenilir, en kestirme olanı da dergi okumaktır. Konumuz tiyatro olduğuna göre, tiyatro etkinliğini sanat boyutuna taşıyabilmeyi sağlayacak kitap okuma edimine giden yolda, tiyatro dergisi okumak çok önemli bir kilometre taşı, şaşmaz bir yol haritasıdır.

Peki, ülkemizde nitelikli bir yada birkaç tiyatro dergisi yayınlanıyor mu? Her ne denli "nitelik" sözcüğü, bizim bu sözüğü kavramsallaştırmamız sonucu bir durum, toplumsal bir işlev kazansa da, yani bu sözcük, "nesnel olduğu denli öznel" olsa da, bu sözcüğü kullanmadan edemiyorum. İster istemez burada, okura bir ödev veriyorum: "Peki, ülkemizde nitelikli bir yada birkaç tiyatro dergisi yayınlanıyor mu?" sorusunu soran Hilmi Bulunmaz'ın dünya görüşünü anlamak için, bu adamın tiyatro sanatı adına düşündüklerini, konuştuklarını, yazdıklarını, yaptıklarını öğrenin.

Peki neden?

Çünkü, "Peki, ülkemizde nitelikli tiyatro dergisi çıkıyor mu?" sorusunun samimîyetini duyumsamak ve bu soruyu soran kişinin, bu soruyu yanıtlamak için ne/ler yaptığını algılamak için...

Benim, dokuz sayı yayınlayıp başarısız olduğum OYUN dergisi serüveninde de görülebileceği gibi, ülkemizde "nitelikli tiyatro dergisi" yayınlamak, olanaksıza yakın zorlukta!

Peki, benim kafamdaki tiyatro dergisinin hayatiyet bulamamasıyla birlikte, kafamdakine "en az uzak olan" tiyatro dergisi hangisi? Elinizde tuttuğunuz dergiye herhangi bir borcum olmadan belirtiyorum ki, kafamdakine "en az uzak olan tiyatro dergisi" Yeni Tiyatro'dur.

***

Bu gece, Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş telefon edip, www.tiyatroyun.blogspot.com sitesinde yayınlanan "Eleni ve Gül'ü oynadıkları kumbaracı50'nin kirasını bile Hollandalıların verdiği RAST, olgun bir oyunculuğa sahip olsa da, devrimci bir tiyatro değil!" başlıklı yazımı beğendiğini belirtti. Bu yazıyı ne zaman yayınladığımı sordu. Henüz birkaç dakika olduğunu söylediğimde, "Bu yazıyı hemen Internet'ten kaldırıp bize gönder, Yeni Tiyatro'nun birkaç gün sonra çıkacak yeni sayıısında yayınlayalım!" dedi. Ben, Erbil'in bu önerisi karşısında, her zamanki yayıncılık tavrımı takınıp; "Birkaç saniye önce bile yayımlamış olsam, herhangi bir yazımı asla yayından kaldırmam." diye karşılık verdim. Ayrıca, Yeni Tiyatro'ya sürekli olarak reklam veren "bir tiyatro sahibi" olarak, bu dergiye yazı yazmamın "pek işlevsel olmayabileceğini" dile getirip, topu taca atmak yada ipe un sermek için, Sema Göktaş'ın bu konuda ne düşündüğünü sordum. Henüz sorum tam olarak sona ermemişti ki, Erbil, ahizeyi Sema'nın eline tutuşturdu.

Sema Göktaş'la aramızda, aşağı yukarı şöyle bir diyalog geçti:


- Sema hanım, biz sürekli olarak, Erbil'le uzun uzun sohbetler edip "tiyatral değerlendirmeler"de bulunduğumuz için, Erbil'in bana yaptığı yazı yazma önerisini önemsemekte zorlanıyorum. Peki siz ne diyorsunuz? Örnekse, "Eleni ve Gül'ü oynadıkları kumbaracı50'nin kirasını bile Hollandalıların verdiği RAST, olgun bir oyunculuğa sahip olsa da, devrimci bir tiyatro değil!" başlıklı yazım hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Yazınızı, Erbil'le birlikte, sesli olarak okuduk ve çok samimî, değişik bir perspektif sunan bir yazı olarak değerlendirdik.

- Peki, hemen yeni bir yazı yazıp yollayacağım. Ancak, yayınlanma garantisi istemiyorum. "İşinize gelirse" yayınlarsınız.

- Yazınınızı bekliyoruz.


Erbil Göktaş'ın yönettiği bir dergi için, Erbil'in eşi olan Sema Göktaş'la konuşmamın tek bir nedeni vardı:

Yeni Tiyatro Dergisi'yle ilgili olarak, her türlü maddi-manevi sorunları sürekli olarak ameliyat masasına yatırdığımız için, Erbil'le ilişkimiz biraz feodal bir hâl almaya başladı. Ahbap-çavuş ilişkisine savrulma olasılığı olan bu durum, ister istemez beni, "dikkatli olmaya" zorluyor. Özellikle Coşkun Büktel ile benim sanatsal ifade olanaklarımızı imha etmek için başlatılan LİNÇ KAMPANYASI olgusunun belleğime çiviyle çaktığı bir gerçek var; tiyatronun sanat olması için mücadele verirken, ne zaman ve kimlerden çelme yiyeceğim "korkusu".

Beni yıpratmaları olanaksız ama Göktaş'ların dergisi Yeni Tiyatro'yu yıpratmak için yeni bir "iğrençlikler komedisi" sahnelemek için fırsat kollayan "tiyatro canavarları" var. "İğrençlikler komedisi sergileyen tiyatro canavarları"nın kimler olduğunu ve işi nerelere dek götürdüklerini algılamak için benim yayınladığım www.tiyatroyun.blogspot.com ile Coşkun Büktel'in yayınladığı www.coskunbuktel.com sitelerini izlemenizi mutlaka öneririm.

***

Cengiz Gündoğdu'nun yönettiği İnsancıl Dergisi'nde aralıksız olarak on sekiz sayı, Güngör Gençay'ın yönettiği Gerçek Sanat Dergisi'nde aralıksız on üç sayı, İsmet Arslan'ın yönettiği Berfin Bahar Dergisi'nde sayısını anımsayamadığım kültür-sanat yazıları yazdım.

Ayrıca kendi kurduğum; MuM Kültür-Sanat Dergisi, Sevi Şiir Dergisi, Burun Karikatür-Mizah Dergisi, Günebakan Dergisi, OYUN Tiyatro Dergisi'nde, başta tiyatro sanatı olmak üzere, birçok kültür-sanat yazısı yayımladım.

Bunların yanı sıra, zaman zaman Cumhuriyet, Evrensel, Özgür Gündem, Azadi, Ronahi, Yeni Adana, Sentez, Ozan gazetelerinde de kültür-sanat yazıları yayımladım.

Bu yayın organlarını kurup yönetirken yada "başka" yayın organlarında yazılarımı yayımlarken, tek bir düşüncem vardı; "kuramsal bilgi birikimi" elde etmek için zorunlu olan kitap okuma edimine "yolcu taşımak". Ne denli "başarılı" olduğum tartışılır. Ancak tartışılmayacak bir şey var ki, tüm bu çabalarım sonucu, ben, müthiş bir estetik haz duygusuna ulaşıp entelektüel evrenimi zenginleştirdim.

Bundan böyle, olanaklar(ım) izin verirse, Yeni Tiyatro sayfalarındaki düşünsel seyahatimi sürdüreceğim.