Hilmi Bulunmaz
3 Mayıs 2010
Yeni Tiyatro dergisi okurları için geçen ay kaleme aldığım "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım, acaba okurların herhangi bir tiyatral işine yaradı mı ve bu yazımı okuyanlar, bu yazım üzerinde biraz olsun kafa yorup herhangi bir tiyatral düşünce geliştirebildiler mi? Yani, tiyatro denizine kattığım bir damla su, denizin büyümesine neden oldu mu? Yeni Tiyatro dergisi okurları, "kuramsal bilgi birikimi" izleğini işlediğim "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım hakkında, olumlu ve/ya olumsuz herhangi bir tepki vermedikleri için, yukarıda sorduğum soru, doğal olarak havada kalıyor. Ben de, şimdilik, sadece bir soru olmanın ötesine geçemeyen bu konuda, bir damla su kadar bile bir düşünce geliştiremiyorum.
Ancak, yukarıda sorduğum sorunun, hiç olmazsa şimdilik, bir düşünce balonu gibi havada asılı kalmasına, platonik bir aşkın karşılık bulamayan "ide"si dönüşmesine karşın, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'nun "ücretsiz oyunculuk çalışmaları"na uzun zamandır katılan Oğuzcan Önver'le Uğur Özkan, yazımı çok rahat bir biçimde, hiç zorlanmadan okuduklarını ve okur okumaz, şu atasözünü anımsadıklarını dile getirdiler: "Adam olacak çocuk bokundan belli olur." (Bakınız: Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.)
Bulunmaz Tiyatro'daki oyunculuk çalışmalarına katılan "çalışkan öğrencilerim" Oğuzcan'la Uğur, sadece "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlığının çağrıştırdığı atasözünü değil, bu başlığı taşıyan yazının içeriğini de doğru anladıklarını dile getirdiler. Zâten, terminoloji girdabında boğulmayan, karmaşık formüllerle "süslenmemiş", bu nedenle okunurken bir sınav havası vermeyen bir yazı olduğundan, okurun anlaması için büyük bir çaba harcanarak yazılmış bir yazının anlaşılamamasının ve/ya yanlış anlaşılmasının olanaksız olduğunu; hattâ, bu yazının ışığında düşündüklerinde, tiyatro sanatını anlamak için, çetrefilli yollara sapmak yerine, kuramsal çalışmalara önem vermek gerektiğinin altını çizdiler. Henüz on altı yaşında, lise iki öğrencisi olan Oğuzcan'la Uğur'un, "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazımı, hemen her gün okudukları lisedeki derslerden bile daha rahat anlayabildiklerini ve bu yazıdan çıkarsadıklarını, yalın bir dille bana anlatabildiklerini görünce, bu yazının, Yeni Tiyatro dergisi okurlarını bilmem ama, hiç olmazsa benim "öğrencilerim" için bir işe yaradığını kavradım. Bu durum, beni son derecede mutlu etti.
***
Benim isim babalığını yapıp slogan hâline getirdiğim ve Yeni Tiyatro dergisinin Kadıköy Sanat Tiyatrosu'nda düzenlediği "'Yeni Bir Dünya İçin' Yeni Tiyatro Toplantıları"nın ikincisini yaptığımız 25 Nisan 2010 günü, Sema Göktaş, üçüncü toplantı başlığının ne olması gerektiğini sorunca, ben, kafamda sürekli olarak taşıdığım için, hiç düşünmeden, 30 Mayıs 2010'daki toplantı konusunun "tiyatro kuramı" olması gerektiği önerisinde bulundum. Üzerinde pek durup düşünülmeyen yakıcı bir sorun olduğunu bildiğimizden, sürekli olarak tartışılması gereken bir konu olduğunda mutabık kaldığımız "tiyatro kuramı" konusu, benim dikkat çekip öneri hâline getirmemle birlikte, zâten ivedi ve yaşamsal bir gereksinim olduğundan, içinde bulunduğumuz zikr-i mahalde (Kadıköy Sanat Tiyatrosu), daha o anda hemen kabul gördü.
***
Bir tiyatro kuramcısının, tiyatro dünyasında evrensel nitelikte herhangi bir devrimci, yenilikçi, dönüştürücü, yani gerçek anlamda ve işlevsel boyutta bir kuram oluşturabilmesi için, tiyatro sanatıyla sadece kuramsal olarak ilgilenmesi asla yeterli değildir. Tiyatro kuramcısı, tiyatro sanatına kuramsal ilgi göstermesinin, bu alanda kültürel, siyasal, sanatsal, bilimsel ve "akademik" uğraş vermesinin yanı sıra, aynı zamanda, bu sanat dalıyla kılgısal olarak da ilgilenip "teori - pratik dengesini" oluşturabilmeli, tiyatro terazisinin her iki kefesini de aynı düzeyde tutabilmelidir. Bir tiyatro kuramcısı, sadece kuramcı olarak kalıp kılgısal anlamda tiyatral sürece hiçbir zaman dahil olmazsa; tiyatral mekânlarda iş yaparak terlemek yerine, kendisini bir ev kedisi gibi hissedebileceği koruganlara tutsak ederse, ister istemez, niyetten bağımsız olarak, istenç dışı, "başka" kuramların, "başka" kuramcıların taklitçisi, öykünmecisi olur. Böyle bir dezestetik karaktere sahip olan, yani taşıma suyla değirmen döndürmeye çabalayan zavallılara öykünen düşünce cücesi kuramcılar, olsa olsa, kendilerinden önceki gerçek kuramcıların basit birer "temrincisi", papağanı ve/ya kılgısal tiyatro sürecinde tiyatro sanatını iliklerine dek yaşayarak kuram oluşturmuş çağdaş kuramcıların kötü birer fotokopisi olurlar. Sentetik ve konservatör kuramcılar, yani "kuram için kuram" yapanlar, "başka" kuramcılardan ezberledikleri kuramsal kırıntıları, birer suflör gibi davranarak, soluklarının yettiği oranda tiyatro emekçilerinin kulaklarına fısıldayarak, "dön baba dönelim hacılara gidelim" deyimi kadar bile ağırlığı olmayan, "kulağa hoş gelen, ama laf kalabalığı yapan kelimeler topluluğu"na benzer sözler etmeye çalışırlar.
Bu arada, hiçbir silginin asla silemeyeceği nitelikte bir tükenmez kalemle şu gerçeğin altını kalın çizgilerle ağır ağır ve ellerimiz titremeden çizmeliyiz:
Kuramsal bir donanım kazanmak, siyasal bir bilinç geliştirmek, kültürel bir düzlem tutturmak gibi dertleri bulunmayan; kuramsal, siyasal ve kültürel bir birikime sahip olmadıkları gibi, aslında böyle bir birikimden bîhaber olmaları nedeniyle, halkı sınıfsal bilinçten uzaklaştırıp, emekçileri kapitalizmin vahşiliğine tutsak etmek için kötü televizyon dizilerinde oynayarak, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi adına bedenini siper edinme alışkanlığındaki tiyatrocular; içinde bulundukları tinsel yoksulluk, düşünsel yoksunluk ve eylemsel düşkünlük nedenleriyle, bu nakliyatçı, bu sentetik, bu dezestetik, bu yaşam ve sanat dersi almaya hiçbir zaman niyetlenmemiş, bu kavga kaçkını kuramcıların atraksiyon numaralarına kanabilirler. Ancak, sadece sahneye çıkıp gövde gösterme becerisinin dışında ve ötesinde, büyük bir derdi bulunan, topluma sadece birer bürokrat, birer teknokrat, birer akrobat olarak değil, aynı zamanda birer demokrat olarak da seslenme gibi büyük dertlere sahip olan tiyatro sanatçıları, bu atraksiyonlara asla kanmazlar.
Topluma bir demokrat aydın olarak seslenmek, toplumu bir koyun sürüsü olarak görmek yerine, onu ikna edilecek büyük bir canlı olarak algılamak isteyen tiyatro sanatçıları, hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar, hem kendilerini ve hem de toplumu "kendi ideolojilerinin gerektirdiği yere" taşıyabilirler. Tiyatro tarihine şöyle göz ucuyla bile bir baktığımızda, toplumu ikna etmek isteyen aydınların sayısız örnekleriyle karşılaşabiliriz. Henüz elli dört yıl önce, genç denilebilecek bir yaşta, hayata gözlerini kapayan Bertolt Brecht, bu "sayısız örneklerden" sadece biridir.
Elli sekiz yıllık kısa denilebilecek ömründe, iki tane "dünya paylaşım savaşı" görme "şansına" erişen Bertolt Brecht, hem bu savaşların insanı erken olgunlaştıran etkisiyle ve hem de entelektüel bir donanıma sahip olması nedeniyle, zâten bir kuram geliştirebilecek düzeyde bir insandı. Ne var ki, Bertolt Brecht'in, büyük bir tiyatro okyanusunda yüzmesi, onu gerçek bir kuramcı hâline getirdi; tabirî caizse, okyanusta yüzebilme cesaretine sahip olduğu için, siyasal ve tiyatral düzeyi son derecede gelişti.
Bütün sanatlarda olduğu gibi, tiyatro sanatında da "şiirin özü imge" çok önemli, olmazsa olmaz, başat bir etmendir. "Epik ve Diyalektik Tiyatro" gibi çok önemsenen ve devrimci kavramları dünya tiyatrosuna armağan etmiş Bertolt Brecht'in, aynı zamanda bir şair olması, hiç de rastlantı değildir. Zâten imgeye, şiire uzak duran biri, hiçbir sanat alanında, hiçbir zaman asla "başarılı" olamaz. Şiirden uzak duran, şiirle hiç mi hiç ilgilenmeyen kişiler, ancak "çevrenin" desteğiyle ayakta durabilirler. Bu "çevre", fabrikatör bir baba olabileceği gibi, Kültür Bakanlığı çanağı da olabilir. Kültür Bakanlığı çanağı yalayanların "sanatsal künyesi" okunduğunda, hemen hemen hiçbirinin şiir sanatıyla (aslında hiçbir sanatla, tiyatroyla bile) arasının pek iyi olmadığı görülebilir. Bir fabrikatör baba ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı sayesinde tiyatro yapanların birer gözü, halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, yorgan iğnesiyle sıkı sıkıya dikilmiş gibi, sürekli olarak kapalı dururken, diğer gözleri de faltaşı gibi açılıp televizyon dizilerindeki "pasta fırınlarının" nöbetini tutarlar.
Evet, ortada bir ikilem var: Halkın sorunlarını görmekle birlikte, bu sorunları yakıcı bir biçimde anlatabilecek imgeye sahip olunursa, kapitalizme hizmet etmek söz konusu olamaz. Kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için bir köle gibi çalışıldığında, yani bir gözün halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, sürekli olarak kapalı durmasına razı olunursa, o gözün sahibi sanatçıyı, çok büyük toplumsal ve tinsel sıkıntılar bekliyor demektir. Bir fabrikatör babanın kıyağıyla tiyatro yapmak ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı yalama seansına katılmak, bizi maddî anlamda ihya edebilir. Ancak böyle bir sırt dayamacılık, kendi ve halkının gücüne güvenmek yerine, egemenlere güvenmek, manevi olarak bizi âdeta bir paspasa dönüştürüp ayaklar altında ezilmemize ve paspas rolünden bir daha asla çıkamamamıza neden olabilir!
William Shakespeare ışık içinde yatsın: Teslim olmak yada teslim olmamak; işte bütün mesele bu!
***
Ayrıca bakınız:
Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder