Sibel Özbudun
15 Ağustos 2009
"Ah kimsenin vakti yok,
durup ince şeyleri anlamaya."[1]
*Son dönemde Kürt sorununun çözümü konusunda yürütülen tartışmaları ve hükümetin demokratik açılım adını verdiği süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
*Hükümetin yaklaşımlarını samimi buluyor musunuz?
*CHP ve MHP’nin çözüm karşıtı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle CHP’yi nasıl değerlendirmek lazım?
*Kürt sorununun çözümü konusundaki muhatap tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce muhatap kimdir?
*Bu tartışmalarla birlikte kadınların barış arayışı da arttı. Çeşitli kesimlerden kadınların Berçelan’da gerçekleştirdikleri barış nöbeti, Barış annelerinin çağrıları vb. Bir kadın olarak bu eylemlilikleri ve çağrıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlar bu sürece daha fazla nasıl dahil olabilir?
*Çatışmalarda çocuklarını kaybeden ailelerin, annelerin Diyarbakır’da gerçekleştirdikleri buluşmayı nasıl ele alıyorsunuz? Çatışmalı sürecin acısını en yoğun şekilde yaşayan bu kesimlere kadın ve akademisyen cephesinden nasıl bir destek sunulabilir?…………… sorularınız tümüne ilişkin olarak şunları diyebilirim…[2]
Halkların kendi kaderini tayin hakkını ve Kürt ve Türk halklarının kardeşliğini ilkesel, aslî ve tartışılmaz kabul eden bir sosyalist olmakla, sorularınızı barışın gerekliliğini vurgulayarak yanıtlamayı abes buluyorum…
Bu coğrafyada hepimizi zehirleyen, zedeleyen, yaralayan, siyasal atmosferi kirleten, devletin mafyalaşmasının yolunu açan, şovenizmin dizginden boşanmasını tetikleyen “düşük yoğunluklu çatışma” ortamının bir an önce son bulmasını istemek, elbette ki vicdanını cüzdanına tahvil etmemiş her insanın ortak arzusu, talebidir.
Ne ki, barış, ancak ve ancak “adaletli” olduğunda adını hak eder. “Teslimiyet” ilişkileri, “zafer kazandık, şimdi koşullarımızı dayatabiliriz” hezeyanı üzerine yerleşen bir “barış” ise, bir süre sonra yeniden yüzeye çıkmak üzere toprağa gömülen, patlamamış bir mayındır olsa olsa. Barış, çatışan tarafların içine sinen koşullar çerçevesinde inşa edilir.
Hâl böyle ise, barışın yaslanabileceği temellerin taraflarca; mevcut bağlamda ise, özellikle mağdur ve isyancı taraf açısından hiçbir kısıtlama, tehdit, baskı olmaksızın, açıkça tartışılabildiği bir ortamda net bir şekilde ifade edilmesi gerekecektir.
Yani Kürt tarafı, “ayrılma” dâhil, tüm seçenekleri özgürce tartışıp ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini kendini hiçbir tehdit altında hissetmeksizin, net bir dille ifade edebilmelidir; bundan sonraki yaşam biçimimizi özgürce saptayabilmemiz için.
Oysa, mevcut “açılım” süeci, yalnızca mevcut “kırmızı hatlar” (üniter devlet, bölünmez bütünlük, tek resmî dil vb.) dahilindeki çözümleri tartışmaya tahammül gösteren bir düzenleme görüntüsü arz etmekte. Bir başka deyişle, rejim-içi bir düzeltimi hedefler gözükmekte.
“Gözükmekte,” diyorum, çünkü AKP hükümetinin “paket”inin neyi ihtiva ettiğini anlayabilmiş değilim. Bilen varsa da beri gelsin… Hükümet şimdilik askerî çevreler, siyaset sınıfı, iş dünyası, Kürt eşrafı arasında bir nabız yoklamasıyla, kendisine en fazla getiriyi sağlayacak en düşük riskli “ortalama”yı yakalamaya çalışır gözükmekte. Yani Nuray Mert’in ifadesiyle bir “kamuoyu çalışması” yürütüyor.[3] Bir başka deyişle, RP İstanbul İl Başkanı iken Recep Tayyip Erdoğan’ın 1991’de Mehmet Metiner’e hazırlatıp Genel Başkan Necmettin Erdoğan’a sunduğu, “Kürt Sorunu Raporu” nun daha gerisindeyiz.[4]
Öte yandan, gerçekten de T.C.’nin “eli”nin, şu ya da bu biçimde “çözmek” zorunda olduğu Kürt sorunu için en güçlü olduğu konjonktürlerden birinden geçmekteyiz kanımca.
Hayır, uluslararası siyasal koşullara, Orta Doğu’daki güç dengelerine vb. girerek sözü uzatmak niyetinde değilim. Ancak, şuna dikkat çekmek gerekiyor: Kürt mücadelesinin de hareket noktasını oluşturan “ulusların/halkların kaderini tayin hakkı”nın sessiz sedasız bir biçimde uluslararası hukukun gündeminden el çabukluğuyla kaldırıldığını fark etmemiş olamazsınız. AB, BM gibi uluslararası kuruluşların, “ulusal” hukuklara rehberlik eden çerçeve sözleşmeleri nicedir, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne de kaynaklık eden “bireysel haklar” çerçevesinde formüle ediliyor. Bir başka deyişle, herhangi bir ulus, azınlık, halk vb.’nin kültürel, siyasal vb.’ne ilişkin her türlü hak talebinin, bünyesinde yer aldıkları devletin egemenlik haklarını ihlâl etmeksizin, “bireysel” düzenlemeler olarak formüle edilmesini öngören bir anlayış biçimlenmiş durumda, uluslararası arenada. “Kolektif” bir özne olarak “muhatap” sorununu ortadan kaldıran ve düzenlemeleri yaygın, kaypak ve öznesiz bir müzakere zeminine yayan böyle bir çözüme T.C.’nin de itirazı olamaz: Olmadığı, müteveffa Gündüz Aktan’ın ya da mevcut Genelkurmay Başkanı’nın söylemleri incelendiğinde görülecektir.
Gelelim CHP ve MHP ile ilgili sorunuza. Aslına bakarsanız bu iki (“milliyetçi” ve “ultra-milliyetçi”) partinin, kendi niyetlerinden bağımsız bir danışıklı dövüş içinde oldukları kanısındayım. Hırçın, kavgacı çıkışlarla AKP hükümetinin yapabileceklerinin “sınırlarını” tayin ediyor, Kürtlerin bu süreç içerisindeki inisiyatif alanlarını daraltıyorlar. AKP’nin, CHP/MHP muhalefeti sayesinde, Kürtleri sıtmaya razı edebileceği için, bu çıkışlardan rahatsız olduğunu hiç sanmıyorum.
Tabii, sürecin “elde patlaması” olasılığında başvurulabilecek “kırk satır” seçeneğinin bu muhalefet aracılığıyla diri tutulması da cabası…
Bu koşullarda, Barışı sağlama çabalarının tepeden değil de, tabandan yürütülmesi, yani yoksullaşma koşullarına, yoğun baskı ortamlarına razı olarak, savaş alanına sürülerek, ekmekleri, özgürlükleri ve canları pahasına bu çatışmaya yakıt olan sıradan insanların, Kürt ve Türk emekçilerinin, yoksullarının kardeşleşme perspektifini geliştirip benimsemeleri hayatî önem taşıyor. Bu konuda, Fırat’ın batı yakasındaki emekçilerin, yoksulların Kürt halkının acı ve özlemlerini sahiplenmesi çok önemli… Bir Türk “Ya Basta!”sı, Kürt sorununu ulusal ya da uluslararası arenada pazarlık konusu olmaktan çıkartan bir “oyun bozan” işlevi görecektir. Devletin “kırmızı hatları”nı ciddiye almayan, birlikte yaşamın ancak tarafların özgür iradesi ve tam eşitliği altında gerçekleşebileceğinin bilincinde, örneğin Kürtlerin anadillerini nerede, ne ölçüde, nasıl kullanabilecekleri konusunu elinde cetvelle ölçüp biçmedense, kendileri Kürtçe öğrenmeye hevesli Türkiyeli emekçiler… Bu toprakların Türkçe, Kürtçe, Lazca, Ermenice, Boşnakça, Arapça, Megrice, Rumca… velhasıl bir zamanlar üzerinde konuşulmuş ve hâlen konuşulan her dilden türküler söyleyen onurlu ve çalışkan insanlarının kardeşliğini bir zenginlik, bir mutluluk olarak algılayan bir gelecek görüsü…
Güler Zere’yi ölüme terk eden zihniyete, bu toprakların altın arama adına siyanüre belenmesine, kayıtdışı gencecik kot taşlama işçilerinin bile isteye silikozisin pençesine bırakılmasına, töre, namus vb. adına süregiden kadın katliamlarına, kriz bahanesiyle toplu işten atılmalara, köy boşaltmalara, çoban çocukların “terörist” diye vuran katillerin aklanmasına, parmak kadar çocukların “terör örgütüne yardım yataklık”tan yargılanmasına, Hrant Dink’in katillerinin sırtının emniyet ve istihbarat güçlerince sıvazlanmasına… velhasıl bu yaralı coğrafyada insanlık onurunu, insanca yaşamı lekeleyen, zedeleyen, boğan her türlü haksızlık ve zulme birlikte, omuz omuza karşı durabilmek…
Gerçek barışın ancak tabandan gelen böyle bir iradenin sırtında yükselebileceğini düşünüyorum.
Kadınların böyle bir barışın sağlanmasında katkısı aslidir…
Teşekkürlerimle.
Not: Herhangi bir kadın kuruluşunun üyesi değilim.
N O T L A R
[1] Gülten Akın.
[2] Dicle Haber Ajansı’nın soruları, 13 Ağustos 2009.
[3] Radikal, 11 Ağustos 2009, s.10.
[4] bkz. Ruşen Çakır, “Erdoğan’ın 16 yıl önce Erbakan’a verdiği Kürt Raporu, http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Erdoganin_16_yil_%20once%20_Erbakana_verdigi_Kurt_raporu_153885_1&tarih=27.12.2007&Newsid=153885&Categoryid=1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder