Canan Ateş
28 Ağustos 2009
UNASUR’un (Unión de Naciones Sudamericana / Güney Amerika Ulusları Birliği) 10 Ağustos tarihinde Ekvator’un başkenti Quito’da yapılan son toplantısında, Kolombiya’daki ABD askeri üsleri ile ilgili görüşmede Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe’nin bulunmaması nedeniyle Arjantin devlet başkanı Christina Fernandez, bir sonraki toplantının Arjantin’de yapılmasını önermişti. Arjantin’in Bariloche kentinde yapılan UNASUR olağanüstü toplantısına evsahipliği yapan Arjantin devlet başkanı Christina Fernandez, Uruguay, Bolivya, Şili, Ekvator, Brezilya, Paraguay, Venezuela, Kolombiya, Peru ve Surinam devlet başkanlarının katılımıyla Latin Amerika için son derece kritik önem taşıyan bu toplantıya UNASUR dönem başkanı Rafael Correa ile birlikte başkanlık etti.
Christina Fernandez, UNASUR ülkeleri olarak Güney Amerika’nın bir parçası olmayan bir ülkenin bölgede askeri üsler kurması ile ilgili olarak bir doktrinin netleştirilmesi gerektiğini vurguladı. Kendilerinin de benzer bir tecrübeye sahip olduğunu belirten Fernandez, İngiltere’nin 1982 yılında işgal ettiği ve Arjantin kıyılarına sadece birkaç km uzaklıktaki Las Malvinas adalarında askeri üsler kurduğunu ve bunların yalnız ada halkı için değil tüm kıta için bir tehlike oluşturduğunu vurguladı. Bu nedenle tüm kıta ülkelerinin bu konuda net bir çizgide durması ve UNASUR’un bu toplantısından geçenkinden farklı olarak bu yönlü bir sonuç çıkması gerektiğini ifade etti. Güney Amerika’yı bir barış bölgesi olarak tutmanın önemini vurgulayan Fernandez, kıtayı aslında kendisinin olmayan çatışmalardan uzak tutmak gerektiğini belirtti.
Geçen seferki UNASUR toplantısına, aslında konunun muhatabı olmasına rağmen katılmayan Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe, ABD ile kurulacak askeri üsler konusundaki anlaşmanın imzalandığını belirterek bu üslerin Kolombiya için ne kadar ‘gerekli’ olduğunu ispatlamaya uğraştı. Önce ülkedeki uyuşturu kaçakçılığının geldiği vahim durumu açıklamaya çalışan Uribe, ABD desteğinin bu ‘mücadelede’ son derece etkili olduğunu belirtti. Kolombiya’nın ABD ile ilişkisinin aslında yeni olmadığını, 1950’lerden bu yana devam ettiğini ve bu yıllarda gelişen gerillaya karşı verilen mücadelede ‘ABD’nin büyük katkısı olduğunu’ itiraf etti. Halen Plan Kolombiya çerçevesinde ABD’den alınan mali ve askeri yardımların kıtanın güvenliğini tehdit etmekten çok Kolombiya gibi yoksul bir ülkenin uyuşturucuya ve gerillaya karşı savaşında yardımcı olmak maksadı taşıdığını belirten Uribe, daha sonra hazırlamış olduğu kimi fotoğrafları göstererek gerillanın ‘katliamlar’ yaptığını iddia ederek kimseye inandırıcı gelmeyen şovunun ilk kısmını tamamladı.
Uribe’nin ardından söz alan Uruguay devlet başkanı Tabare Vasquez ise Kolombiya’daki ABD üslerine karşı net bir tavır sundu. Vasquez, Arjantin’in Las Malvinas Adaları’ndaki İngiliz askeri güçlerine karşı nasıl bir tavır alıyorlarsa ABD üslerine de karşı aynı tavrı aldıklarını belirterek, Güney Amerika’nın barışın, özgürlüğün ve bağımsızlığın toprakları olması gerektiğini vurguladı.
Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez, UNASUR’un Kolombiya’da barışın sağlanması için bir inisiyatif oluşturması gerektiğini belirtti. Bir Venezuellalı olarak Kolombiya’da bulunan 7 adet ABD askeri üssünden endişe duyduğunu belirten Chavez, internetten edindiği ve kamuya açık olarak ABD’nin savunma politikasını belirten bir dokümandan kimi dikkat çekici noktaları vurguladı. Uribe’nin ısrarla vurguladığı ‘ABD üslerinin tamamen Kolombiya’nın iç meselelerini çözmeye yardımcı olmak amacıyla bulunuşunun’ temelsiz olduğunu, bu belgedeki 12 nolu madde ile somutlayan Chavez, ABD Güney Komandosu’nun Güney Amerika kıtasında hareketli operasyonlar yapabilecek bir noktada konuşlanma konusundaki niyetinin altını çizdi. Ekvator devlet başkanı Correa ise Chavez’in satır aralarından çıkarıp altını çizdiği ve kamuya açık bir belgede dahi bulunan bu niyetin kendilerini çok kaygılandırdığını ve Obama’dan gelip bu konuyu kendilerine bir toplantıda net bir şekilde açıklaması gerektiğini ifade etti.
Chavez, ABD Kolombiya’dan kıtaya yönelik bir saldırı yapmayacağına dair bin kez söz verse dahi, kendilerinin emperyalizmin yalanlarına kulak asmayacaklarını ve bu durumun Venezuela’yı ve Ekvator’u, Kolombiya’nın daha önce topraklarına saldırı yaptığı komşuları olarak kaygılandırdığını vurguladı. Kolombiya’nın ABD ile yaptığı anlaşmayı tüm açıklığı ile ortaya sermesini talep eden Chavez, Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya’nın darbe sonrası Kosta Rika’ya götürülmeden önce zorla bindirildiği uçağın sözü edilen belgede adı geçen Palanquero ABD üssüne indiğini ve bunun da ne anlama geldiğini açıkladı. Venezuela devlet başkanı, ABD’nin Honduras darbesindeki rolünü açıkça ortaya koyan Palanquero’daki üsten Güney Amerika ve hatta Afrika’ya müdahale niyetini vurguladı.
Uribe’ye destek veren ve onun ‘gerçek bir vatansever’ olduğunu iddia eden Peru’nun sağcı devlet başkanı Alan Garcia’nın, bu üslerin kıtadaki bir işgal girişimi olmadığını düşündüğünü ve bu üslerin oradaki uyuşturucu kaçakçılığına karşı mücadeledeki etkili olması gerektiğini söylemesi üzerine Ekvator devlet başkanı Correa’nın cevabı ise, bu mücadeleyi ABD ile değil, kıtanın ülkelerinin birlikte vermesi gerektiği şeklinde oldu. Latin Amerika kıtasının Bolivya’daki geçen yıl gerçekleşen darbe girişimini püskürtmeyi başaracak denli etkili bir örgütü olan UNASUR’un uyuşturu ile mücadelede konusundaki tüzük maddesini ise Arjantin devlet başkanı Fernandez okudu. Garcia, Uribe’nin Kolombiya’daki askeri üsleri denetime açması ve casus uçaklar, radarlar olup olmadığının görülmesi gerektiğini talep ederek kendisinin benzer bir durumda bu şekilde davranacağını iddia etti.
Bolivya devlet başkanı Morales ise, kıtadaki ABD varlığını kesin bir dille reddetti. Obama’nın Kolombiya’daki askeri üslerle ilgili açıklamasına ironik bir dille ‘onlar üs değil, sadece uniformalı askeri birlikler’ kariılık veren Morales, sözlerine ‘ABD, oradaki yasadışı uyuşturucu pazarına UNASUR ülkeleri olarak askeri güç göndererek müdahale etmek istesek bize nasıl karşı çıkacaksa biz de buradaki emperyalist askeri varoluşa izin vermemeliyiz’ şeklinde devam etti. Morales, bu üslerin ABD’nin kıtadaki baskısını arttırmak ve yerlileri katleden, emekçi halklara saldıran sömürgeciliğin devamından başka bir olmayacağını vurguladı.
Şili devlet başkanı Michel Bachelet, kıta ülkelerinin kendi iç işlerinden kendilerinin sorumlu olduğunu ifade ederek konunun kıta güvenliği olması durumunda yapılacak anlaşmaların UNASUR nezdinde açıklanması ve içeriğinin bilinmesine ihtiyaç olduğu belirtti.
Paraguay devlet başkanı Fernando Lugo, ülkesinde olduğu iddia edilen ABD üslerinin varlığını yalanlayarak ülkesinin son otuz yıl içerisinde kıtada silahlanmaya en az kaynak ayıran ülke olduğunu ifade etti. Kolombiya’daki ABD üsleriyle ilgili olarak ise ‘bu üslerin, ülkelerin sınırlarını bağımsızlık ve demokrasilerimizi tehdit edecek şekilde ihlal etmesi endişesi taşıyorum’ dedi. Kolombiya’nın bu üslerin UNASUR ülkeleri tarafından denetlenmesine izin vermesi gerektiğini belirten Lugo ‘ eğer saklanacak birşey yoksa tebrikler, yok eğer uygunsuz bir durum varsa UNASUR bunu ülkelerimizin demokrasisine zarar vermeyecek şekilde adapte etmelidir’ dedi.
UNASUR ülkelerinin devlet başkanları, sonuç bildirgesinde ‘Latin Amerika halklarının bağımsızlıklarına yönelik her türlü müdahaleyi engelleme’ konusunda ortak hareket edeceklerini ve kıtayı bir barış bölgesine dönüştürme niyetlerini vurguladılar. Devlet başkanları, kıtadaki yabancı askeri güçlerin varlığının, barışı ve bölgenin güvenliğini tehdit edemeyeceğinin altını çizerek, buradan hareketle Chavez’in ortaya çıkardığı dokümanın Güney Amerikalı bileşenlerden oluşacak olan bir konsey tarafından incelenip bu konuya ilişkin saptamanın yapılması kararını aldılar.
29 Ağustos 2009 Cumartesi
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Kolombiya'daki ABD "işgal"i sürüyor hâlâ!
ABD Kolombiya büyükelçisi:
"FARC, Kolombiya'daki ABD güçlerinin hedefi olacak"
Canan Ateş
20 Ağustos 2009
Kolombiya’nın başkenti Bogota’da bulunan ABD büyükelçisi William Brownfield, Kolombiya ve ABD ortak operasyonlarının hedefi FARC olacaktır dedi.
ABD büyükelçisi günlük El Tiempo gazetesine verdiği demeçte, "Bana eğer, bu anlaşmadan (ABD’nin Kolombiya’daki askeri üs sayısını 7’e çıkaran anlaşma) gelecekte ne gibi faydalar sağlanacak diye sorarsanız size cevabım hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, FARC’ı hedeflediğimiz alanlardan çıkarmak olacaktır," dedi.
"Kolombiya ile yaptığımız bu ikili anlaşma çerçevesinde, komşu ülkelerin izni olmadığı sürece bu sınırlardan geçmeyeceğiz. Plan Kolombiya çerçevesinde Kolombiya Hükümeti ile olan işbirliğimiz yeni değil ve en az on yıldır sürüyor ve bu zamana kadar bu işbirliğini Kolombiya dışındaki misyonlar için kullanmadık. Amaçlarımızdan birisi FARC’ı bitirmek ve yıllardır süren bu mücadelede bir sonuç alacağımıza inanıyorum. Bu aşamalı bir pazarlık, askeri operasyonlar üzerinden olabilir, ya da FARC’ı bölme süreci dolayımında olabilir ama Kolombiya’nın bu FARC dramından kurtulması gerekiyor’ diyen büyükelçi şöyle devam etti: ‘Sınırlarda tam olarak çizgiler belli değil. ABD operasyonlarının hangi sınırlarda gerçekleşeceğini belirlemek için sınır boylarında varolagelen olayları tanımlamak gerekiyor bunun için beklemeliyiz."
Kolombiya’daki ABD büyükelçisinin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere yeni kurulacak 7 ABD askeri üssünün birincil hedefinin gerilla hareketine yönelik olduğu konusunda bir itiraf var. Ancak son zamanlarda Venezuela ve Ekvator’a yönelik provokasyonlardaki temel olgunun FARC meselesi olduğu ve ABD’nin Kolombiya topraklarındaki operasyonlarının sadece son 10 yıla değil, FARC-EP kurucu önderleri Manuel Marulanda, Jacobo Arenas ve beraberindeki 45 gerillanın Marquetalia Dağlarındaki direnişini ezmek amaçlı 16 bin askeri kapsayan bizzat ABD destekli Plan LASO adlı operasyona dayandığı ve 45 yıllık bu savaşta sonuç almak şöyle dursun karşısındaki halk direnişinin gittikçe geliştiği ortadayken, ‘amacın sadece FARC’a karşı savaş kazanmak’la sınırlı olmadığı, bunun yanında FARC’ın sınır hatlarındaki varlığını bahane ederek Venezüella, Ekvator ve Brezilya’nın stratejik Amazon bölgelerini işgal etmek olduğu yıllardır planı yapılan gerçekler.
Öte yandan Venezuela’ya yönelik olası bir ABD-Kolombiya işgal girişiminde Venezüella halkının doğrudan stratejik ittifakının FARC-EP olacağı net olduğu için (ki bu yaklaşık bir yıl önce, FARC-EP’nin başkent Bogota’dan Kolombiya-Venezüella sınır hattına kadarki bölgelerde örgütlü en kalabalık bloğu olan 25-30 cepheye sahip Doğu Bloğu komutanlığı tarafından açıkça dile getirilmişti.) ABD ve Kolombiya Devleti için FARC-EP’yi bir şekilde etkisizleştirmek stratejik bir öneme sahip. Yani Chávez önderliğindeki Bolivarcı anti-emperyalist ilerleme ve bütünleşmeyi faşist Kolombiya devleti üzerinden durdurmak için FARC-EP’yi yoketmek ABD’nin güncel olarak nihai olmasa da birincil hedefi. Paramiliter-faşist Kolombiya Devletinin Marksist Bolivarcı FARC-EP öncülüğündeki bir devrim ya da ABD yanlısı olmayacak bir iktidar lehine devrilmesi, ABD için Latin Amerika’nın büyük oranda kaybedilmesi anlamına gelecektir. Latin Amerika, Karayipler ve Orta Amerika’nın birleşme noktasında jeopolitik açıdan büyük öneme sahip Kolombiya -ABD’nin yoğunlaşması bu yüzden- bu bölgelerde yaşayan yoksul halkların kaderini belirleyecek kilit bir öneme sahip.
Bölge ilerici hükümetleri ve halkları ya Kolombiya’daki direnişe sahip çıkıp Simon Bolivar’ın ‘Gran Colombia/ Büyük Kolombiya’ projesini (Bolivar bütün Latin Amerika’yı bu isim altında tek bir ülke olarak birleştirmek istiyordu ve bunu Venezuela, Kolombiya ve Ekvador’da birleşik bir cumhuriyet kurarak kısa süreliğine kısmen başarmıştı) gerçekleştirmek için uğraşacaklar ya da Bolivar’ın ölümünden sonra dağılıp günümüze kadar büyük güçlerin sömürgesi haline geldikleri gibi tekrar emperyalist boyunduruğa girip kardeş düşmanlığına sürüklenecekler.
19 Ağustos 2009, Caracas.
"FARC, Kolombiya'daki ABD güçlerinin hedefi olacak"
Canan Ateş
20 Ağustos 2009
Kolombiya’nın başkenti Bogota’da bulunan ABD büyükelçisi William Brownfield, Kolombiya ve ABD ortak operasyonlarının hedefi FARC olacaktır dedi.
ABD büyükelçisi günlük El Tiempo gazetesine verdiği demeçte, "Bana eğer, bu anlaşmadan (ABD’nin Kolombiya’daki askeri üs sayısını 7’e çıkaran anlaşma) gelecekte ne gibi faydalar sağlanacak diye sorarsanız size cevabım hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, FARC’ı hedeflediğimiz alanlardan çıkarmak olacaktır," dedi.
"Kolombiya ile yaptığımız bu ikili anlaşma çerçevesinde, komşu ülkelerin izni olmadığı sürece bu sınırlardan geçmeyeceğiz. Plan Kolombiya çerçevesinde Kolombiya Hükümeti ile olan işbirliğimiz yeni değil ve en az on yıldır sürüyor ve bu zamana kadar bu işbirliğini Kolombiya dışındaki misyonlar için kullanmadık. Amaçlarımızdan birisi FARC’ı bitirmek ve yıllardır süren bu mücadelede bir sonuç alacağımıza inanıyorum. Bu aşamalı bir pazarlık, askeri operasyonlar üzerinden olabilir, ya da FARC’ı bölme süreci dolayımında olabilir ama Kolombiya’nın bu FARC dramından kurtulması gerekiyor’ diyen büyükelçi şöyle devam etti: ‘Sınırlarda tam olarak çizgiler belli değil. ABD operasyonlarının hangi sınırlarda gerçekleşeceğini belirlemek için sınır boylarında varolagelen olayları tanımlamak gerekiyor bunun için beklemeliyiz."
Kolombiya’daki ABD büyükelçisinin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere yeni kurulacak 7 ABD askeri üssünün birincil hedefinin gerilla hareketine yönelik olduğu konusunda bir itiraf var. Ancak son zamanlarda Venezuela ve Ekvator’a yönelik provokasyonlardaki temel olgunun FARC meselesi olduğu ve ABD’nin Kolombiya topraklarındaki operasyonlarının sadece son 10 yıla değil, FARC-EP kurucu önderleri Manuel Marulanda, Jacobo Arenas ve beraberindeki 45 gerillanın Marquetalia Dağlarındaki direnişini ezmek amaçlı 16 bin askeri kapsayan bizzat ABD destekli Plan LASO adlı operasyona dayandığı ve 45 yıllık bu savaşta sonuç almak şöyle dursun karşısındaki halk direnişinin gittikçe geliştiği ortadayken, ‘amacın sadece FARC’a karşı savaş kazanmak’la sınırlı olmadığı, bunun yanında FARC’ın sınır hatlarındaki varlığını bahane ederek Venezüella, Ekvator ve Brezilya’nın stratejik Amazon bölgelerini işgal etmek olduğu yıllardır planı yapılan gerçekler.
Öte yandan Venezuela’ya yönelik olası bir ABD-Kolombiya işgal girişiminde Venezüella halkının doğrudan stratejik ittifakının FARC-EP olacağı net olduğu için (ki bu yaklaşık bir yıl önce, FARC-EP’nin başkent Bogota’dan Kolombiya-Venezüella sınır hattına kadarki bölgelerde örgütlü en kalabalık bloğu olan 25-30 cepheye sahip Doğu Bloğu komutanlığı tarafından açıkça dile getirilmişti.) ABD ve Kolombiya Devleti için FARC-EP’yi bir şekilde etkisizleştirmek stratejik bir öneme sahip. Yani Chávez önderliğindeki Bolivarcı anti-emperyalist ilerleme ve bütünleşmeyi faşist Kolombiya devleti üzerinden durdurmak için FARC-EP’yi yoketmek ABD’nin güncel olarak nihai olmasa da birincil hedefi. Paramiliter-faşist Kolombiya Devletinin Marksist Bolivarcı FARC-EP öncülüğündeki bir devrim ya da ABD yanlısı olmayacak bir iktidar lehine devrilmesi, ABD için Latin Amerika’nın büyük oranda kaybedilmesi anlamına gelecektir. Latin Amerika, Karayipler ve Orta Amerika’nın birleşme noktasında jeopolitik açıdan büyük öneme sahip Kolombiya -ABD’nin yoğunlaşması bu yüzden- bu bölgelerde yaşayan yoksul halkların kaderini belirleyecek kilit bir öneme sahip.
Bölge ilerici hükümetleri ve halkları ya Kolombiya’daki direnişe sahip çıkıp Simon Bolivar’ın ‘Gran Colombia/ Büyük Kolombiya’ projesini (Bolivar bütün Latin Amerika’yı bu isim altında tek bir ülke olarak birleştirmek istiyordu ve bunu Venezuela, Kolombiya ve Ekvador’da birleşik bir cumhuriyet kurarak kısa süreliğine kısmen başarmıştı) gerçekleştirmek için uğraşacaklar ya da Bolivar’ın ölümünden sonra dağılıp günümüze kadar büyük güçlerin sömürgesi haline geldikleri gibi tekrar emperyalist boyunduruğa girip kardeş düşmanlığına sürüklenecekler.
19 Ağustos 2009, Caracas.
18 Ağustos 2009 Salı
Kolombiya'nın Venezuela'yı taciz ettiği haberini Canan Ateş yaptı!
Venezuela Komünist Partisi (PCV), Kolombiya ordusunun Venezuela sınırındaki ihlâlleri konusunda hükümeti uyardı
Venezuela Komunist Partisi politbürosu, 18 Ağustos 2009’da yaptığı açıklamada, geçtiğimiz hafta sonu Kolombiya ordusunun Venezuela topraklarına yönelik iki kez sınır ihlâlinde bulunduğunu ve bunu "Venezuela halkına karşı yapılan emperyalist bir provokasyon" olarak nitelendirdiklerini belirtti.
Milletvekili ve PCV Genel Sekreteri Oscar Figuera, bu olayları "Kolombiya ile Venezuela ordusu arasında silahlı çatışma çıkarmayı hedefleyen istikrarsızlaştırma planının bir parçası" olarak nitelendirdi. Venezuela Komünist Partisi (PCV) tarafından yapılan açıklamada; "14 Ağustos 2009 günü Kolombiyalı 150 paramiliter, Zulia eyaletine bağlı Jose Maria Semprun bölgesinde bulunan Tarra köprüsünden geçerek Venezuela topraklarına yönelik kısa süreli bir işgal gerçekleştirdiler. Bu olayın üzerinden 24 saatten kısa bir süre sonra, 15 Ağustos 2009 günü saat 17.00'de Uribe Velez’in yönettiği 'narko-paramiliter' Kolombiya devletine ait, sınırda dolaşan 3 helikopterden 'blackhawk' tipi bir helikopter 10 dakika boyunca yine aynı bölgedeki Simón Bolívar de la Parroquia Barí kasabasının üzerinde uçtu," denildi.
Komünist yönetici, bu olayların 3-4 yıl öncesinde de yaşandığını ve o dönem bu bölgeye giren paramiliterlerin bir ilkokulu yaktıklarını hatırlattı.
"Elimize ulaşan bu bilgiler doğrultusunda Venezuela Hükümeti'nin dikkatini çekiyor, bu olayları derhal araştırmasını ve uluslararası diplomasiyi harekete geçirmesini talep ediyoruz" dedi.
Haber: Canan Ateş, 18 Ağustos 2009, Caracas
Venezuela Komunist Partisi politbürosu, 18 Ağustos 2009’da yaptığı açıklamada, geçtiğimiz hafta sonu Kolombiya ordusunun Venezuela topraklarına yönelik iki kez sınır ihlâlinde bulunduğunu ve bunu "Venezuela halkına karşı yapılan emperyalist bir provokasyon" olarak nitelendirdiklerini belirtti.
Milletvekili ve PCV Genel Sekreteri Oscar Figuera, bu olayları "Kolombiya ile Venezuela ordusu arasında silahlı çatışma çıkarmayı hedefleyen istikrarsızlaştırma planının bir parçası" olarak nitelendirdi. Venezuela Komünist Partisi (PCV) tarafından yapılan açıklamada; "14 Ağustos 2009 günü Kolombiyalı 150 paramiliter, Zulia eyaletine bağlı Jose Maria Semprun bölgesinde bulunan Tarra köprüsünden geçerek Venezuela topraklarına yönelik kısa süreli bir işgal gerçekleştirdiler. Bu olayın üzerinden 24 saatten kısa bir süre sonra, 15 Ağustos 2009 günü saat 17.00'de Uribe Velez’in yönettiği 'narko-paramiliter' Kolombiya devletine ait, sınırda dolaşan 3 helikopterden 'blackhawk' tipi bir helikopter 10 dakika boyunca yine aynı bölgedeki Simón Bolívar de la Parroquia Barí kasabasının üzerinde uçtu," denildi.
Komünist yönetici, bu olayların 3-4 yıl öncesinde de yaşandığını ve o dönem bu bölgeye giren paramiliterlerin bir ilkokulu yaktıklarını hatırlattı.
"Elimize ulaşan bu bilgiler doğrultusunda Venezuela Hükümeti'nin dikkatini çekiyor, bu olayları derhal araştırmasını ve uluslararası diplomasiyi harekete geçirmesini talep ediyoruz" dedi.
Haber: Canan Ateş, 18 Ağustos 2009, Caracas
16 Ağustos 2009 Pazar
Venezuela Mektubu / 1
Yavuz Kulu
16 Ağustos 2009
Bir kavram olarak sosyalist gerçekçilik bir yaratı yöntemi olarak sanatsal duruşun ve kavrayışın ifadesidir. Çağımızın keskinleşen sınıf savaşımı içerisinde duruşunu ve dışavurumunu bu savaşımda taraf olarak koyar sosyalist gerçekçilik. Sosyalist gerçekçilik kendi alt yapısını oluşturan gerçekçi yaratı yönteminden ayrı ele alınamaz. Önceli olan sanat hareketi gerçekçiliğin başlıca ilkeleri sosyalist gerçekçilik için de geçerlidir.
***
Gerçekçilik bu adla 19.yy’da anılmaya başlamıştır. Ancak izlerine daha önceki yüzyıllarda da rastlayabiliriz. Romantizm, izlenimcilik, neo-klasizm gibi bir akım olmaktan ziyade bir sanat anlayışı, yaratı yöntemidir. Gerçekçilik temel dayanağını yansıtma kuramından alır. Dış dünyanın yeniden dışavurumu sanatın ele aldığı en temel yodur. Sanatçının algıladığı nesnelliği iletmesi sanat tarihinin başından beri süregelen sanatsal eylemdir. Ancak yansıtılan her gerçeklik gerçekçi sanat olarak ele alınamaz. Yansıtma kuramından yola çıkan natüralizm de dış dünyanın nesnelliğini kabul eder ve sanatçının da bu ‘yalın’ gerçekliği tanımlaması gerektiğini koşullar. Ancak gerçekçilik ve natüralizm aynı kuramdan yola çıkmalarına rağmen taban tabana zıttırlar. "Gerçekçi yaklaşım, gerçek olguların doğalcı(natüralizm) kaydına da karşıdır." (s.234 Avner Ziss) Çünkü natüralizm dış dünyanın algılandığı biçimiyle yansıtılmasını amaçlar. Natüraliste göre bizden bağımsız olarak var olan gerçeklik tüm çıplaklığıyla gözümüzün önündedir. Ve algılandığı biçimiyle yansıtılması yeterlidir. "...sanatçının şu gördüğümüz dünyayı burada ki nesneleri, insanları, eleinden geldiğince onlara sadık kalarak yansıttığına ya da yansıtması gerektiğine inanır bu kavram. Doğalcı(natüralist) olan bu anlayışa göre, sanatçı bize hayatı, ya da hayatın bir parçasını, bir yönünü, bir kesitini olduğu gibi sunar. Yüzeysel bir gerçekliğin kopyasıdır eser." (s. 19 Berna Moran)
Natüralist sanır ki dış dünyayı basit duyumsamayla çözümleyebilir ve aktarabilir. Leninden aktaran Max Rieser şöyle ifade etmekte: "Lenin Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı eserinde Marksist felsefenin bilgi teorisini çizerken, düşüncenin dış gerçekliği doğru olarak yansıttığını ileri sürer. Ancak dış dünyanın görünüşü ile özü aynı değildir. Biz madde dünyasının özünü duyularımızla algılayamayız doğa yasalarını keşfederek öğreniriz.." (s.56,57 B.M.) "Ama ne var, canlı doğa bilimi, biyolojik bir kavramon oluşmasıyla başlar, elmanın yalın gözlemiyle değil." (s.233Avner Ziss) Taklit bize dış dünyanın bilgisini vermez, olsa olsa görünüşünün bilgisini verir. İşte gerçekçilik bu bakış açısıyla natüralizmden ayrılır. "Gerçekçi sanatın hakikati, hakikiliği(véracité) gerçek olayın dışa dönük tıpa tıp bir tasarımı anlamına gelmez; tersine bu olayın özünü, imgenin karşılamasını gerektirir." (s.234A.Z.) "Örneğin Çernişevski’ye göre sanat gerçekliğin yansıtılmasıdır, ama bu bir kopyacılık değildir, zira yazar görüneni olduğu gibi yansıtmamalı öze ait olanla olmayanı ayırt etmelidir." (s.41 B.M.)
Sanatta, bilim de dış dünyanın özünü iç yapısını çözümleyerek gerçekliği ortaya çıkarır.
Kuşkusuz bun da gözleminde yeri vardır ama sanat içinde gözlem tek başına yeterli olamaz. Basit gözlemden öte bütünden parçaya bakma, somut olaylar da geneli kavrama daha önemlidir. Dünya tüm karmaşıklığı ve ayrıntısıyla karşısında durur sanatçının. Onun gerçekliği ortaya çıkarması gerekli ve gereksiz ayrıntıyı ayırabilmesiyle mümkündür. "...belli bir perspektife dayanmadan, yani önemli ve gerekli olnla olmayanı ayırmadan gelişigüzel yığmakla olsa olsa yüzey gerçeklik yaratılır. Gerçekçi eserde sunulan gerçeklik eksik olmasına eksiktir, bütün ayrıntıları içine almaz ama bu öyle bir kopyadır ki eksikliğine karşın yine de bütünü yansıtır." (s.58 B.M.) Gerçekçi sanatın özelde geneli bulması tipiklik kategorisiyle açıklanır. Sanatçı tipik olanı bir zümre/ katmanın karakteristik özelliklerini bularak onu ortaya koyar "Gerçekçi sanatta tipleme(typisation) sanatsal bir bireşim(sentez) aracıdır. Belinski onu özce bir yapıtın kişisinin aynı cinsten büyük sayıda kişilerin temsilcisine dönüştürülmesi gibi görürdü. Ona göre tipik imgeler, cinslerin türlere bağlı olması gibi yaşamdaki olaylara bağlıdır. Her tip kendine türsel(generique) belirtileri, bir çok olaya özgü çizgileri toplar." (s.77 A.Z.)
Gerçekçi tüm ayrıntıları ve karmaşasıyla yaşama onu çözümleyerek bakmış ve böylece dış dünyanın çelişkilerini görebilmiştir.
Gerçekçilik bir sanat hareketi olarak inasanı ve toplumu kendine konu edinmiştir. Bu yüzden toplumdan ve toplumsallıktan kopuk bir gerçekçilikten söz edilemez . Toplumsallık olgusu gerçekçiliğin bir sonraki evresi sosyalist gerçekçiliğe evrimlesin de tartışılmaz faktördür. Ancak gerçekçi yaratı yönteminin ardılı olan sosyalist gerçekçilik alt yapısını gerçekçi yöntemden almış olmasıyla birlikte taraflılığını net bir biçimde koymasıyla ondan ayrılır. "Sosyalist gerçekçiliğin hem değişen, değişebilen; hem de değişmeyen, değişmez özellikleri vardır. Sözgelişi dünyanın pratikteki etkin süreçler içerisinde yansıtılması, toplumsal insanın etkinliğini içeren nesnel gerçekliğin kendi gelişme süreçleri içinde verilmesi toplumcu gerçekçiliğin(sosyalist gerçekçilik) vazgeçilmez bir özelliğidir; çünkü kendi yaratı yönteminden, yansıtma ilkesinden, nesnellik ve tarihsellikten vazgeçmez. İkinci değişmez özelliği yan-tutmadır, yani nesnel gerçekçiliğin dönüşüme uğramasındaki toplumsal belirtenlerin (öznenin) yanında olmasıdır." ( Aziz Çalışlar)
Bu terim her ne kadar ilk kez sosyalist bir ülkede SSCB’de kullanılsa da kökleri gerçekçi döneme dayanır. Terimin kullanılışı değil ama sosyalist gerçekçi yaratı yönteminin kendisi aslında ilk adımlarını çoktan atmıştır. Gerçekçiliğin bir kavram olarak kullanıldığı yıllar, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı ve sınıf savaşımının keskinleştiği yıllara denk gelir. Özellikle bu kavramın ilk kez kullanıldığı Fransa’da yükselen toplumsal hareket dönemin sanat anlayışlarını ve sanatçılarını derinden etkilemiştir. Burjuvazinin Fransa’da hakimiyetini kurduğu bu dönemde işçi sınıfının gelişen muhalefeti egemen sınıfın koltuğunu sallamaya başlıyor dahası toplum bu yükselen hareket karşısında tarafsızlığını yitiriyordu. Sosyalist gerçekçilikten tarafsızlık ilkesiyle ayrılan gerçekçi sanat bu süreçte tarafsızlığını yitirmişti. Özellikle Paris Komünü, dönemin bir çok sanatçısının sosyalizmden yana olmasını sağlamıştır. Ekim devrimine gelinceye kadar da bir çok gerçekçi Marksist/Sosyalist örgütlerle bağ kurmuş ve sanat yapıtlarını da bu yönde şekillendirmiştir. Bu yüzden aslında gerçekçiliği sosyalist gerçekçilik ve eleştirel gerçekçilik olarak ikiye ayrılıncaya kadar bu iki anlayışın toplamı olarak görmek en sağlıklı bakış açısı olur.
Ekim devriminden sonra da devam eden sanatsal hareket kavramlaşmıştır; ve yeni kurulan bir sisteme uygun olarak yeniden şekillenmiştir. Sosyalist gerçekçilik de toplumsal gerçekliği açıklar ve yorumlar. Ancak bu yorumlama sadece taraflılıkta kendini göstermez ve sadece taraflı duruş sosyalist gerçekçiliğin karakteristik özelliği değildir. Çünkü sosyalist gerçekçilik bugünle sınırlı kalmayacaktır. "Gerçekçiler topluma bakıp da bunun özünü yansıtacak şekilde yazmak istedikleri zaman mevcut olan bir durum ve tipleri çiziyorlardı. Toplumcu gerçekçilik ise mevcut değerlerin, kurumların vb. göçmeye mahkum olduklarını bilir ve yeni bir şeyin doğmakta olduğunu gösterir… Radek’in kongredeki sözleri ile gerçekçilik(1934 Sovyet Yazarlar Birliği 1.Kongresi) çöken kapitalizmi ve onun çürüyen kültürünü yansıtmak değildir sadece. Aynı zamanda yeni bir toplumu ve yeni bir kültürü yaratabilecek sınıfın doğuşunu yansıtmaktır. Sosyalist gerçekçi eser, yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir." (s.54 B.M)
Sosyalist gerçekçilik sanatı bir yansıtma olarak tanımlamaz sadece. Aslolan sanatın sınıf savaşımında ideolojik cepheyi tuttuğunu bilmesi ve burjuvaziye karşı emeğin saflarında toplumun bağrında filizlenen yeni dünyanın kurulması için savaşmasıdır.
Sadece sosyalist ülkelerde(proletarya diktatörlükleri) değil kapitalist sistemin geçerli olduğu ülkelerde de devrimci sanatçının yaratı yöntemidir. Hem sosyalist hem de kapitalist sistemde sosyalist gerçekçi kendini çeşitli biçimlerle ifade etmiştir. "Bütün büyük sosyalist gerçekçi sanatçıları düşünelim. Brecht, Neruda, Nazım Hikmet, Ritsos, Aragon, ya da Eisenstein, Wajda, Angelopulos, Siqueros, Surkov’un ne denli biçimsel zenginliklerle doludur yapıtları. Bunları söylememin nedeni sosyalist gerçekçiliğin biçimçiliğe ya da tek biçimliliğe indirgenmeyeceği, özünün buna elvermezliği. Ancak bu yapıtları ortak kılan başlıca biçimce özellik, doğal öğenin çarpıtılmaması, gerçekçi imgenin korunmasıdır. Buysa, yaşamın dış yüzeyle değil ama iç yüzeyle yani doğallıkla değil gerçeklikle bir benzerlik kurulmasıdır." (s48 Aziz Çalışlar)
16 Ağustos 2009
Bir kavram olarak sosyalist gerçekçilik bir yaratı yöntemi olarak sanatsal duruşun ve kavrayışın ifadesidir. Çağımızın keskinleşen sınıf savaşımı içerisinde duruşunu ve dışavurumunu bu savaşımda taraf olarak koyar sosyalist gerçekçilik. Sosyalist gerçekçilik kendi alt yapısını oluşturan gerçekçi yaratı yönteminden ayrı ele alınamaz. Önceli olan sanat hareketi gerçekçiliğin başlıca ilkeleri sosyalist gerçekçilik için de geçerlidir.
***
Gerçekçilik bu adla 19.yy’da anılmaya başlamıştır. Ancak izlerine daha önceki yüzyıllarda da rastlayabiliriz. Romantizm, izlenimcilik, neo-klasizm gibi bir akım olmaktan ziyade bir sanat anlayışı, yaratı yöntemidir. Gerçekçilik temel dayanağını yansıtma kuramından alır. Dış dünyanın yeniden dışavurumu sanatın ele aldığı en temel yodur. Sanatçının algıladığı nesnelliği iletmesi sanat tarihinin başından beri süregelen sanatsal eylemdir. Ancak yansıtılan her gerçeklik gerçekçi sanat olarak ele alınamaz. Yansıtma kuramından yola çıkan natüralizm de dış dünyanın nesnelliğini kabul eder ve sanatçının da bu ‘yalın’ gerçekliği tanımlaması gerektiğini koşullar. Ancak gerçekçilik ve natüralizm aynı kuramdan yola çıkmalarına rağmen taban tabana zıttırlar. "Gerçekçi yaklaşım, gerçek olguların doğalcı(natüralizm) kaydına da karşıdır." (s.234 Avner Ziss) Çünkü natüralizm dış dünyanın algılandığı biçimiyle yansıtılmasını amaçlar. Natüraliste göre bizden bağımsız olarak var olan gerçeklik tüm çıplaklığıyla gözümüzün önündedir. Ve algılandığı biçimiyle yansıtılması yeterlidir. "...sanatçının şu gördüğümüz dünyayı burada ki nesneleri, insanları, eleinden geldiğince onlara sadık kalarak yansıttığına ya da yansıtması gerektiğine inanır bu kavram. Doğalcı(natüralist) olan bu anlayışa göre, sanatçı bize hayatı, ya da hayatın bir parçasını, bir yönünü, bir kesitini olduğu gibi sunar. Yüzeysel bir gerçekliğin kopyasıdır eser." (s. 19 Berna Moran)
Natüralist sanır ki dış dünyayı basit duyumsamayla çözümleyebilir ve aktarabilir. Leninden aktaran Max Rieser şöyle ifade etmekte: "Lenin Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı eserinde Marksist felsefenin bilgi teorisini çizerken, düşüncenin dış gerçekliği doğru olarak yansıttığını ileri sürer. Ancak dış dünyanın görünüşü ile özü aynı değildir. Biz madde dünyasının özünü duyularımızla algılayamayız doğa yasalarını keşfederek öğreniriz.." (s.56,57 B.M.) "Ama ne var, canlı doğa bilimi, biyolojik bir kavramon oluşmasıyla başlar, elmanın yalın gözlemiyle değil." (s.233Avner Ziss) Taklit bize dış dünyanın bilgisini vermez, olsa olsa görünüşünün bilgisini verir. İşte gerçekçilik bu bakış açısıyla natüralizmden ayrılır. "Gerçekçi sanatın hakikati, hakikiliği(véracité) gerçek olayın dışa dönük tıpa tıp bir tasarımı anlamına gelmez; tersine bu olayın özünü, imgenin karşılamasını gerektirir." (s.234A.Z.) "Örneğin Çernişevski’ye göre sanat gerçekliğin yansıtılmasıdır, ama bu bir kopyacılık değildir, zira yazar görüneni olduğu gibi yansıtmamalı öze ait olanla olmayanı ayırt etmelidir." (s.41 B.M.)
Sanatta, bilim de dış dünyanın özünü iç yapısını çözümleyerek gerçekliği ortaya çıkarır.
Kuşkusuz bun da gözleminde yeri vardır ama sanat içinde gözlem tek başına yeterli olamaz. Basit gözlemden öte bütünden parçaya bakma, somut olaylar da geneli kavrama daha önemlidir. Dünya tüm karmaşıklığı ve ayrıntısıyla karşısında durur sanatçının. Onun gerçekliği ortaya çıkarması gerekli ve gereksiz ayrıntıyı ayırabilmesiyle mümkündür. "...belli bir perspektife dayanmadan, yani önemli ve gerekli olnla olmayanı ayırmadan gelişigüzel yığmakla olsa olsa yüzey gerçeklik yaratılır. Gerçekçi eserde sunulan gerçeklik eksik olmasına eksiktir, bütün ayrıntıları içine almaz ama bu öyle bir kopyadır ki eksikliğine karşın yine de bütünü yansıtır." (s.58 B.M.) Gerçekçi sanatın özelde geneli bulması tipiklik kategorisiyle açıklanır. Sanatçı tipik olanı bir zümre/ katmanın karakteristik özelliklerini bularak onu ortaya koyar "Gerçekçi sanatta tipleme(typisation) sanatsal bir bireşim(sentez) aracıdır. Belinski onu özce bir yapıtın kişisinin aynı cinsten büyük sayıda kişilerin temsilcisine dönüştürülmesi gibi görürdü. Ona göre tipik imgeler, cinslerin türlere bağlı olması gibi yaşamdaki olaylara bağlıdır. Her tip kendine türsel(generique) belirtileri, bir çok olaya özgü çizgileri toplar." (s.77 A.Z.)
Gerçekçi tüm ayrıntıları ve karmaşasıyla yaşama onu çözümleyerek bakmış ve böylece dış dünyanın çelişkilerini görebilmiştir.
Gerçekçilik bir sanat hareketi olarak inasanı ve toplumu kendine konu edinmiştir. Bu yüzden toplumdan ve toplumsallıktan kopuk bir gerçekçilikten söz edilemez . Toplumsallık olgusu gerçekçiliğin bir sonraki evresi sosyalist gerçekçiliğe evrimlesin de tartışılmaz faktördür. Ancak gerçekçi yaratı yönteminin ardılı olan sosyalist gerçekçilik alt yapısını gerçekçi yöntemden almış olmasıyla birlikte taraflılığını net bir biçimde koymasıyla ondan ayrılır. "Sosyalist gerçekçiliğin hem değişen, değişebilen; hem de değişmeyen, değişmez özellikleri vardır. Sözgelişi dünyanın pratikteki etkin süreçler içerisinde yansıtılması, toplumsal insanın etkinliğini içeren nesnel gerçekliğin kendi gelişme süreçleri içinde verilmesi toplumcu gerçekçiliğin(sosyalist gerçekçilik) vazgeçilmez bir özelliğidir; çünkü kendi yaratı yönteminden, yansıtma ilkesinden, nesnellik ve tarihsellikten vazgeçmez. İkinci değişmez özelliği yan-tutmadır, yani nesnel gerçekçiliğin dönüşüme uğramasındaki toplumsal belirtenlerin (öznenin) yanında olmasıdır." ( Aziz Çalışlar)
Bu terim her ne kadar ilk kez sosyalist bir ülkede SSCB’de kullanılsa da kökleri gerçekçi döneme dayanır. Terimin kullanılışı değil ama sosyalist gerçekçi yaratı yönteminin kendisi aslında ilk adımlarını çoktan atmıştır. Gerçekçiliğin bir kavram olarak kullanıldığı yıllar, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı ve sınıf savaşımının keskinleştiği yıllara denk gelir. Özellikle bu kavramın ilk kez kullanıldığı Fransa’da yükselen toplumsal hareket dönemin sanat anlayışlarını ve sanatçılarını derinden etkilemiştir. Burjuvazinin Fransa’da hakimiyetini kurduğu bu dönemde işçi sınıfının gelişen muhalefeti egemen sınıfın koltuğunu sallamaya başlıyor dahası toplum bu yükselen hareket karşısında tarafsızlığını yitiriyordu. Sosyalist gerçekçilikten tarafsızlık ilkesiyle ayrılan gerçekçi sanat bu süreçte tarafsızlığını yitirmişti. Özellikle Paris Komünü, dönemin bir çok sanatçısının sosyalizmden yana olmasını sağlamıştır. Ekim devrimine gelinceye kadar da bir çok gerçekçi Marksist/Sosyalist örgütlerle bağ kurmuş ve sanat yapıtlarını da bu yönde şekillendirmiştir. Bu yüzden aslında gerçekçiliği sosyalist gerçekçilik ve eleştirel gerçekçilik olarak ikiye ayrılıncaya kadar bu iki anlayışın toplamı olarak görmek en sağlıklı bakış açısı olur.
Ekim devriminden sonra da devam eden sanatsal hareket kavramlaşmıştır; ve yeni kurulan bir sisteme uygun olarak yeniden şekillenmiştir. Sosyalist gerçekçilik de toplumsal gerçekliği açıklar ve yorumlar. Ancak bu yorumlama sadece taraflılıkta kendini göstermez ve sadece taraflı duruş sosyalist gerçekçiliğin karakteristik özelliği değildir. Çünkü sosyalist gerçekçilik bugünle sınırlı kalmayacaktır. "Gerçekçiler topluma bakıp da bunun özünü yansıtacak şekilde yazmak istedikleri zaman mevcut olan bir durum ve tipleri çiziyorlardı. Toplumcu gerçekçilik ise mevcut değerlerin, kurumların vb. göçmeye mahkum olduklarını bilir ve yeni bir şeyin doğmakta olduğunu gösterir… Radek’in kongredeki sözleri ile gerçekçilik(1934 Sovyet Yazarlar Birliği 1.Kongresi) çöken kapitalizmi ve onun çürüyen kültürünü yansıtmak değildir sadece. Aynı zamanda yeni bir toplumu ve yeni bir kültürü yaratabilecek sınıfın doğuşunu yansıtmaktır. Sosyalist gerçekçi eser, yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir." (s.54 B.M)
Sosyalist gerçekçilik sanatı bir yansıtma olarak tanımlamaz sadece. Aslolan sanatın sınıf savaşımında ideolojik cepheyi tuttuğunu bilmesi ve burjuvaziye karşı emeğin saflarında toplumun bağrında filizlenen yeni dünyanın kurulması için savaşmasıdır.
Sadece sosyalist ülkelerde(proletarya diktatörlükleri) değil kapitalist sistemin geçerli olduğu ülkelerde de devrimci sanatçının yaratı yöntemidir. Hem sosyalist hem de kapitalist sistemde sosyalist gerçekçi kendini çeşitli biçimlerle ifade etmiştir. "Bütün büyük sosyalist gerçekçi sanatçıları düşünelim. Brecht, Neruda, Nazım Hikmet, Ritsos, Aragon, ya da Eisenstein, Wajda, Angelopulos, Siqueros, Surkov’un ne denli biçimsel zenginliklerle doludur yapıtları. Bunları söylememin nedeni sosyalist gerçekçiliğin biçimçiliğe ya da tek biçimliliğe indirgenmeyeceği, özünün buna elvermezliği. Ancak bu yapıtları ortak kılan başlıca biçimce özellik, doğal öğenin çarpıtılmaması, gerçekçi imgenin korunmasıdır. Buysa, yaşamın dış yüzeyle değil ama iç yüzeyle yani doğallıkla değil gerçeklikle bir benzerlik kurulmasıdır." (s48 Aziz Çalışlar)
15 Ağustos 2009 Cumartesi
Barış, tabandan gelen iradeyle yükseltilecek
Sibel Özbudun
15 Ağustos 2009
"Ah kimsenin vakti yok,
durup ince şeyleri anlamaya."[1]
*Son dönemde Kürt sorununun çözümü konusunda yürütülen tartışmaları ve hükümetin demokratik açılım adını verdiği süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
*Hükümetin yaklaşımlarını samimi buluyor musunuz?
*CHP ve MHP’nin çözüm karşıtı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle CHP’yi nasıl değerlendirmek lazım?
*Kürt sorununun çözümü konusundaki muhatap tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce muhatap kimdir?
*Bu tartışmalarla birlikte kadınların barış arayışı da arttı. Çeşitli kesimlerden kadınların Berçelan’da gerçekleştirdikleri barış nöbeti, Barış annelerinin çağrıları vb. Bir kadın olarak bu eylemlilikleri ve çağrıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlar bu sürece daha fazla nasıl dahil olabilir?
*Çatışmalarda çocuklarını kaybeden ailelerin, annelerin Diyarbakır’da gerçekleştirdikleri buluşmayı nasıl ele alıyorsunuz? Çatışmalı sürecin acısını en yoğun şekilde yaşayan bu kesimlere kadın ve akademisyen cephesinden nasıl bir destek sunulabilir?…………… sorularınız tümüne ilişkin olarak şunları diyebilirim…[2]
Halkların kendi kaderini tayin hakkını ve Kürt ve Türk halklarının kardeşliğini ilkesel, aslî ve tartışılmaz kabul eden bir sosyalist olmakla, sorularınızı barışın gerekliliğini vurgulayarak yanıtlamayı abes buluyorum…
Bu coğrafyada hepimizi zehirleyen, zedeleyen, yaralayan, siyasal atmosferi kirleten, devletin mafyalaşmasının yolunu açan, şovenizmin dizginden boşanmasını tetikleyen “düşük yoğunluklu çatışma” ortamının bir an önce son bulmasını istemek, elbette ki vicdanını cüzdanına tahvil etmemiş her insanın ortak arzusu, talebidir.
Ne ki, barış, ancak ve ancak “adaletli” olduğunda adını hak eder. “Teslimiyet” ilişkileri, “zafer kazandık, şimdi koşullarımızı dayatabiliriz” hezeyanı üzerine yerleşen bir “barış” ise, bir süre sonra yeniden yüzeye çıkmak üzere toprağa gömülen, patlamamış bir mayındır olsa olsa. Barış, çatışan tarafların içine sinen koşullar çerçevesinde inşa edilir.
Hâl böyle ise, barışın yaslanabileceği temellerin taraflarca; mevcut bağlamda ise, özellikle mağdur ve isyancı taraf açısından hiçbir kısıtlama, tehdit, baskı olmaksızın, açıkça tartışılabildiği bir ortamda net bir şekilde ifade edilmesi gerekecektir.
Yani Kürt tarafı, “ayrılma” dâhil, tüm seçenekleri özgürce tartışıp ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini kendini hiçbir tehdit altında hissetmeksizin, net bir dille ifade edebilmelidir; bundan sonraki yaşam biçimimizi özgürce saptayabilmemiz için.
Oysa, mevcut “açılım” süeci, yalnızca mevcut “kırmızı hatlar” (üniter devlet, bölünmez bütünlük, tek resmî dil vb.) dahilindeki çözümleri tartışmaya tahammül gösteren bir düzenleme görüntüsü arz etmekte. Bir başka deyişle, rejim-içi bir düzeltimi hedefler gözükmekte.
“Gözükmekte,” diyorum, çünkü AKP hükümetinin “paket”inin neyi ihtiva ettiğini anlayabilmiş değilim. Bilen varsa da beri gelsin… Hükümet şimdilik askerî çevreler, siyaset sınıfı, iş dünyası, Kürt eşrafı arasında bir nabız yoklamasıyla, kendisine en fazla getiriyi sağlayacak en düşük riskli “ortalama”yı yakalamaya çalışır gözükmekte. Yani Nuray Mert’in ifadesiyle bir “kamuoyu çalışması” yürütüyor.[3] Bir başka deyişle, RP İstanbul İl Başkanı iken Recep Tayyip Erdoğan’ın 1991’de Mehmet Metiner’e hazırlatıp Genel Başkan Necmettin Erdoğan’a sunduğu, “Kürt Sorunu Raporu” nun daha gerisindeyiz.[4]
Öte yandan, gerçekten de T.C.’nin “eli”nin, şu ya da bu biçimde “çözmek” zorunda olduğu Kürt sorunu için en güçlü olduğu konjonktürlerden birinden geçmekteyiz kanımca.
Hayır, uluslararası siyasal koşullara, Orta Doğu’daki güç dengelerine vb. girerek sözü uzatmak niyetinde değilim. Ancak, şuna dikkat çekmek gerekiyor: Kürt mücadelesinin de hareket noktasını oluşturan “ulusların/halkların kaderini tayin hakkı”nın sessiz sedasız bir biçimde uluslararası hukukun gündeminden el çabukluğuyla kaldırıldığını fark etmemiş olamazsınız. AB, BM gibi uluslararası kuruluşların, “ulusal” hukuklara rehberlik eden çerçeve sözleşmeleri nicedir, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne de kaynaklık eden “bireysel haklar” çerçevesinde formüle ediliyor. Bir başka deyişle, herhangi bir ulus, azınlık, halk vb.’nin kültürel, siyasal vb.’ne ilişkin her türlü hak talebinin, bünyesinde yer aldıkları devletin egemenlik haklarını ihlâl etmeksizin, “bireysel” düzenlemeler olarak formüle edilmesini öngören bir anlayış biçimlenmiş durumda, uluslararası arenada. “Kolektif” bir özne olarak “muhatap” sorununu ortadan kaldıran ve düzenlemeleri yaygın, kaypak ve öznesiz bir müzakere zeminine yayan böyle bir çözüme T.C.’nin de itirazı olamaz: Olmadığı, müteveffa Gündüz Aktan’ın ya da mevcut Genelkurmay Başkanı’nın söylemleri incelendiğinde görülecektir.
Gelelim CHP ve MHP ile ilgili sorunuza. Aslına bakarsanız bu iki (“milliyetçi” ve “ultra-milliyetçi”) partinin, kendi niyetlerinden bağımsız bir danışıklı dövüş içinde oldukları kanısındayım. Hırçın, kavgacı çıkışlarla AKP hükümetinin yapabileceklerinin “sınırlarını” tayin ediyor, Kürtlerin bu süreç içerisindeki inisiyatif alanlarını daraltıyorlar. AKP’nin, CHP/MHP muhalefeti sayesinde, Kürtleri sıtmaya razı edebileceği için, bu çıkışlardan rahatsız olduğunu hiç sanmıyorum.
Tabii, sürecin “elde patlaması” olasılığında başvurulabilecek “kırk satır” seçeneğinin bu muhalefet aracılığıyla diri tutulması da cabası…
Bu koşullarda, Barışı sağlama çabalarının tepeden değil de, tabandan yürütülmesi, yani yoksullaşma koşullarına, yoğun baskı ortamlarına razı olarak, savaş alanına sürülerek, ekmekleri, özgürlükleri ve canları pahasına bu çatışmaya yakıt olan sıradan insanların, Kürt ve Türk emekçilerinin, yoksullarının kardeşleşme perspektifini geliştirip benimsemeleri hayatî önem taşıyor. Bu konuda, Fırat’ın batı yakasındaki emekçilerin, yoksulların Kürt halkının acı ve özlemlerini sahiplenmesi çok önemli… Bir Türk “Ya Basta!”sı, Kürt sorununu ulusal ya da uluslararası arenada pazarlık konusu olmaktan çıkartan bir “oyun bozan” işlevi görecektir. Devletin “kırmızı hatları”nı ciddiye almayan, birlikte yaşamın ancak tarafların özgür iradesi ve tam eşitliği altında gerçekleşebileceğinin bilincinde, örneğin Kürtlerin anadillerini nerede, ne ölçüde, nasıl kullanabilecekleri konusunu elinde cetvelle ölçüp biçmedense, kendileri Kürtçe öğrenmeye hevesli Türkiyeli emekçiler… Bu toprakların Türkçe, Kürtçe, Lazca, Ermenice, Boşnakça, Arapça, Megrice, Rumca… velhasıl bir zamanlar üzerinde konuşulmuş ve hâlen konuşulan her dilden türküler söyleyen onurlu ve çalışkan insanlarının kardeşliğini bir zenginlik, bir mutluluk olarak algılayan bir gelecek görüsü…
Güler Zere’yi ölüme terk eden zihniyete, bu toprakların altın arama adına siyanüre belenmesine, kayıtdışı gencecik kot taşlama işçilerinin bile isteye silikozisin pençesine bırakılmasına, töre, namus vb. adına süregiden kadın katliamlarına, kriz bahanesiyle toplu işten atılmalara, köy boşaltmalara, çoban çocukların “terörist” diye vuran katillerin aklanmasına, parmak kadar çocukların “terör örgütüne yardım yataklık”tan yargılanmasına, Hrant Dink’in katillerinin sırtının emniyet ve istihbarat güçlerince sıvazlanmasına… velhasıl bu yaralı coğrafyada insanlık onurunu, insanca yaşamı lekeleyen, zedeleyen, boğan her türlü haksızlık ve zulme birlikte, omuz omuza karşı durabilmek…
Gerçek barışın ancak tabandan gelen böyle bir iradenin sırtında yükselebileceğini düşünüyorum.
Kadınların böyle bir barışın sağlanmasında katkısı aslidir…
Teşekkürlerimle.
Not: Herhangi bir kadın kuruluşunun üyesi değilim.
N O T L A R
[1] Gülten Akın.
[2] Dicle Haber Ajansı’nın soruları, 13 Ağustos 2009.
[3] Radikal, 11 Ağustos 2009, s.10.
[4] bkz. Ruşen Çakır, “Erdoğan’ın 16 yıl önce Erbakan’a verdiği Kürt Raporu, http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Erdoganin_16_yil_%20once%20_Erbakana_verdigi_Kurt_raporu_153885_1&tarih=27.12.2007&Newsid=153885&Categoryid=1
15 Ağustos 2009
"Ah kimsenin vakti yok,
durup ince şeyleri anlamaya."[1]
*Son dönemde Kürt sorununun çözümü konusunda yürütülen tartışmaları ve hükümetin demokratik açılım adını verdiği süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
*Hükümetin yaklaşımlarını samimi buluyor musunuz?
*CHP ve MHP’nin çözüm karşıtı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle CHP’yi nasıl değerlendirmek lazım?
*Kürt sorununun çözümü konusundaki muhatap tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce muhatap kimdir?
*Bu tartışmalarla birlikte kadınların barış arayışı da arttı. Çeşitli kesimlerden kadınların Berçelan’da gerçekleştirdikleri barış nöbeti, Barış annelerinin çağrıları vb. Bir kadın olarak bu eylemlilikleri ve çağrıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlar bu sürece daha fazla nasıl dahil olabilir?
*Çatışmalarda çocuklarını kaybeden ailelerin, annelerin Diyarbakır’da gerçekleştirdikleri buluşmayı nasıl ele alıyorsunuz? Çatışmalı sürecin acısını en yoğun şekilde yaşayan bu kesimlere kadın ve akademisyen cephesinden nasıl bir destek sunulabilir?…………… sorularınız tümüne ilişkin olarak şunları diyebilirim…[2]
Halkların kendi kaderini tayin hakkını ve Kürt ve Türk halklarının kardeşliğini ilkesel, aslî ve tartışılmaz kabul eden bir sosyalist olmakla, sorularınızı barışın gerekliliğini vurgulayarak yanıtlamayı abes buluyorum…
Bu coğrafyada hepimizi zehirleyen, zedeleyen, yaralayan, siyasal atmosferi kirleten, devletin mafyalaşmasının yolunu açan, şovenizmin dizginden boşanmasını tetikleyen “düşük yoğunluklu çatışma” ortamının bir an önce son bulmasını istemek, elbette ki vicdanını cüzdanına tahvil etmemiş her insanın ortak arzusu, talebidir.
Ne ki, barış, ancak ve ancak “adaletli” olduğunda adını hak eder. “Teslimiyet” ilişkileri, “zafer kazandık, şimdi koşullarımızı dayatabiliriz” hezeyanı üzerine yerleşen bir “barış” ise, bir süre sonra yeniden yüzeye çıkmak üzere toprağa gömülen, patlamamış bir mayındır olsa olsa. Barış, çatışan tarafların içine sinen koşullar çerçevesinde inşa edilir.
Hâl böyle ise, barışın yaslanabileceği temellerin taraflarca; mevcut bağlamda ise, özellikle mağdur ve isyancı taraf açısından hiçbir kısıtlama, tehdit, baskı olmaksızın, açıkça tartışılabildiği bir ortamda net bir şekilde ifade edilmesi gerekecektir.
Yani Kürt tarafı, “ayrılma” dâhil, tüm seçenekleri özgürce tartışıp ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini kendini hiçbir tehdit altında hissetmeksizin, net bir dille ifade edebilmelidir; bundan sonraki yaşam biçimimizi özgürce saptayabilmemiz için.
Oysa, mevcut “açılım” süeci, yalnızca mevcut “kırmızı hatlar” (üniter devlet, bölünmez bütünlük, tek resmî dil vb.) dahilindeki çözümleri tartışmaya tahammül gösteren bir düzenleme görüntüsü arz etmekte. Bir başka deyişle, rejim-içi bir düzeltimi hedefler gözükmekte.
“Gözükmekte,” diyorum, çünkü AKP hükümetinin “paket”inin neyi ihtiva ettiğini anlayabilmiş değilim. Bilen varsa da beri gelsin… Hükümet şimdilik askerî çevreler, siyaset sınıfı, iş dünyası, Kürt eşrafı arasında bir nabız yoklamasıyla, kendisine en fazla getiriyi sağlayacak en düşük riskli “ortalama”yı yakalamaya çalışır gözükmekte. Yani Nuray Mert’in ifadesiyle bir “kamuoyu çalışması” yürütüyor.[3] Bir başka deyişle, RP İstanbul İl Başkanı iken Recep Tayyip Erdoğan’ın 1991’de Mehmet Metiner’e hazırlatıp Genel Başkan Necmettin Erdoğan’a sunduğu, “Kürt Sorunu Raporu” nun daha gerisindeyiz.[4]
Öte yandan, gerçekten de T.C.’nin “eli”nin, şu ya da bu biçimde “çözmek” zorunda olduğu Kürt sorunu için en güçlü olduğu konjonktürlerden birinden geçmekteyiz kanımca.
Hayır, uluslararası siyasal koşullara, Orta Doğu’daki güç dengelerine vb. girerek sözü uzatmak niyetinde değilim. Ancak, şuna dikkat çekmek gerekiyor: Kürt mücadelesinin de hareket noktasını oluşturan “ulusların/halkların kaderini tayin hakkı”nın sessiz sedasız bir biçimde uluslararası hukukun gündeminden el çabukluğuyla kaldırıldığını fark etmemiş olamazsınız. AB, BM gibi uluslararası kuruluşların, “ulusal” hukuklara rehberlik eden çerçeve sözleşmeleri nicedir, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne de kaynaklık eden “bireysel haklar” çerçevesinde formüle ediliyor. Bir başka deyişle, herhangi bir ulus, azınlık, halk vb.’nin kültürel, siyasal vb.’ne ilişkin her türlü hak talebinin, bünyesinde yer aldıkları devletin egemenlik haklarını ihlâl etmeksizin, “bireysel” düzenlemeler olarak formüle edilmesini öngören bir anlayış biçimlenmiş durumda, uluslararası arenada. “Kolektif” bir özne olarak “muhatap” sorununu ortadan kaldıran ve düzenlemeleri yaygın, kaypak ve öznesiz bir müzakere zeminine yayan böyle bir çözüme T.C.’nin de itirazı olamaz: Olmadığı, müteveffa Gündüz Aktan’ın ya da mevcut Genelkurmay Başkanı’nın söylemleri incelendiğinde görülecektir.
Gelelim CHP ve MHP ile ilgili sorunuza. Aslına bakarsanız bu iki (“milliyetçi” ve “ultra-milliyetçi”) partinin, kendi niyetlerinden bağımsız bir danışıklı dövüş içinde oldukları kanısındayım. Hırçın, kavgacı çıkışlarla AKP hükümetinin yapabileceklerinin “sınırlarını” tayin ediyor, Kürtlerin bu süreç içerisindeki inisiyatif alanlarını daraltıyorlar. AKP’nin, CHP/MHP muhalefeti sayesinde, Kürtleri sıtmaya razı edebileceği için, bu çıkışlardan rahatsız olduğunu hiç sanmıyorum.
Tabii, sürecin “elde patlaması” olasılığında başvurulabilecek “kırk satır” seçeneğinin bu muhalefet aracılığıyla diri tutulması da cabası…
Bu koşullarda, Barışı sağlama çabalarının tepeden değil de, tabandan yürütülmesi, yani yoksullaşma koşullarına, yoğun baskı ortamlarına razı olarak, savaş alanına sürülerek, ekmekleri, özgürlükleri ve canları pahasına bu çatışmaya yakıt olan sıradan insanların, Kürt ve Türk emekçilerinin, yoksullarının kardeşleşme perspektifini geliştirip benimsemeleri hayatî önem taşıyor. Bu konuda, Fırat’ın batı yakasındaki emekçilerin, yoksulların Kürt halkının acı ve özlemlerini sahiplenmesi çok önemli… Bir Türk “Ya Basta!”sı, Kürt sorununu ulusal ya da uluslararası arenada pazarlık konusu olmaktan çıkartan bir “oyun bozan” işlevi görecektir. Devletin “kırmızı hatları”nı ciddiye almayan, birlikte yaşamın ancak tarafların özgür iradesi ve tam eşitliği altında gerçekleşebileceğinin bilincinde, örneğin Kürtlerin anadillerini nerede, ne ölçüde, nasıl kullanabilecekleri konusunu elinde cetvelle ölçüp biçmedense, kendileri Kürtçe öğrenmeye hevesli Türkiyeli emekçiler… Bu toprakların Türkçe, Kürtçe, Lazca, Ermenice, Boşnakça, Arapça, Megrice, Rumca… velhasıl bir zamanlar üzerinde konuşulmuş ve hâlen konuşulan her dilden türküler söyleyen onurlu ve çalışkan insanlarının kardeşliğini bir zenginlik, bir mutluluk olarak algılayan bir gelecek görüsü…
Güler Zere’yi ölüme terk eden zihniyete, bu toprakların altın arama adına siyanüre belenmesine, kayıtdışı gencecik kot taşlama işçilerinin bile isteye silikozisin pençesine bırakılmasına, töre, namus vb. adına süregiden kadın katliamlarına, kriz bahanesiyle toplu işten atılmalara, köy boşaltmalara, çoban çocukların “terörist” diye vuran katillerin aklanmasına, parmak kadar çocukların “terör örgütüne yardım yataklık”tan yargılanmasına, Hrant Dink’in katillerinin sırtının emniyet ve istihbarat güçlerince sıvazlanmasına… velhasıl bu yaralı coğrafyada insanlık onurunu, insanca yaşamı lekeleyen, zedeleyen, boğan her türlü haksızlık ve zulme birlikte, omuz omuza karşı durabilmek…
Gerçek barışın ancak tabandan gelen böyle bir iradenin sırtında yükselebileceğini düşünüyorum.
Kadınların böyle bir barışın sağlanmasında katkısı aslidir…
Teşekkürlerimle.
Not: Herhangi bir kadın kuruluşunun üyesi değilim.
N O T L A R
[1] Gülten Akın.
[2] Dicle Haber Ajansı’nın soruları, 13 Ağustos 2009.
[3] Radikal, 11 Ağustos 2009, s.10.
[4] bkz. Ruşen Çakır, “Erdoğan’ın 16 yıl önce Erbakan’a verdiği Kürt Raporu, http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Erdoganin_16_yil_%20once%20_Erbakana_verdigi_Kurt_raporu_153885_1&tarih=27.12.2007&Newsid=153885&Categoryid=1
11 Ağustos 2009 Salı
KOLOMBİYA’NIN GELECEĞİ, TÜM LATİN AMERİKA’NIN KADERİNİ BELİRLEYECEKTİR…
Canan Ateş
10 Ağustos 2009
4 Ağustos günü Kolombiya Genel Kurmay Başkanı, Kolombiya’nın Cartagena şehrinde yapılan ve 10 Latin Amerika ülkesinin silahlı kuvvetleri komutanları ile ABD Güney Komandosu komutanının da özel statüyle katıldığı toplantıda Kolombiya Ordusu Genel Kurmay Başkanı Freddy Padilla, Kolombiya’daki ABD üslerinin sayısının 7’ye çıkacağının bilgisini vererek, Kolombiya’daki ABD üslerinin durumu hakkındaki ilk resmi açıklamayı yapmış oldu. Ekvator devlet başkanı Rafael Correa’nın ABD ile daha önceki hükümetler döneminde yapılmış olan anlaşmayı yenilememesi sebebiyle Ekvator’un Manta bölgesi’nden ayrılan ABD askeri üssünün, Kolombiya’ya taşınması ihtimali üzerine hız kazanan tartışma bu resmi açıklama ile başka bir boyuta taşındı.
Kolombiya’da iki dönemdir devlet başkanlığını sürdüren Alvaro Uribe ve hükümetinin, Kolombiya oligarşisinin ve narko-paramiliter ağının yalnızca temsilcisi olmayıp bu egemen azınlığın içinden geliyor olmaları, Kolombiya’daki sınıf savaşımını son yıllarda iyice şiddete ve kana bulayan bir faktör durumundadır. Uribe’nin babasının uyuşturucu trafiğinin hava yoluyla organizasyonunu yürüten bir devlet görevlisi, ülkenin en büyük narko-paramiliter ailelerinden olan Santos ailesinden Francisco Santos’un başkan yardımcısı ve kardeşi Juan Manuel Santos’un yakın döneme kadar Savunma Bakanlığı görevini yürütüyor ve bir sonraki başkanlık seçiminin de olası adayı olması bu narko-paramilitarizmin Kolombiya’yı nasıl yönettiğinin en açık göstergelerindendir. Kolombiya devletinin, Kolombiya halkına ve FARC, ELN gibi gerilla örgütlerine karşı yürüttüğü kirli savaşın stratejik belkemiğini oluşturan Plan Kolombiya’nın ABD emperyalizmi tarafından her yıl 500 milyon doların üzerinde finanse edilmesinin ötesinde ülkede bulunan ABD üsleri, Kolombiya’daki ABD emperyalizminin varlığını işgal noktasına vardırmıştır. Narko-paramiliter ve katliamcı Kolombiya hükümeti, ABD emperyalizminin direktifleri haricinde hareket edemez noktadadır.
ABD emperyalizminin Latin Amerika politikasındaki Obama manevrası ise iyice belirginleşmiştir. Obama’nın “diyalog ve uzlaşma“ safsatalarının arkasındaki sistemli saldırı planının ilk ve önemli adımları, kıtadaki ilerici hükümetler ve halk muhalefeti tarafından ilk karşılıklarını almıştır. ABD emperyalizmi, Latin Amerika’da nabız yoklamış, hatta daha da ötesine gecerek Honduras darbesi ile Obama sonrası ilk taşları yerinden hareket ettirme politikasını uygulamış ve planını Latin Amerika kıtası’nın reaksiyonuna göre yeniden düzenleyip hayata geçirme sürecine hız vermiştir. Bunun en somut örneği Kolombiya’daki sayısı resmi açıklamalara göre 7’ye çıkan üslerdir. Daha öncesinde sadece “uyuşturucuya karşı mücadelede“ ABD desteği bahanesi altında Kolombiya’da varlık sürdüren ABD üslerinin sayısı, şu an „uyuşturucu ve terörizme“ karşı bahanesi altında 7’ye çıkarılmıştır. Malambo(kuzey), Palanquero(merkez), Apiay(batı) da bulunan üç hava üssü, Tolemaida(merkez) ve Larandia(güney)da bulunan kara kuvvetlerinin üssü ile Cartagena(kuzey, Atlantik üzerinde) ve Malaga(doğu,Pasifik’te)da bulunan iki deniz üssü ile Kolombiya, bir uçtan diğer uca ABD üsleri ile kuşatılmış durumdadır. Son argümanda sözü edilen „terörizm“ gerekçesi ise savaşın ABD emperyalizmi ve kukla Kolombiya hükümeti tarafından çok daha ciddi boyutlara tırmandırılmak niyetini açığa vurmaktadır.
Savaşın Kolombiya içindeki ayağı, özellikle FARC başta olmak üzere ülkedeki gerilla gruplarına ve yoksul Kolombiya halkına yönelik saldırıların seviyesinin iyice yükselmesi üzerine kuruludur.Yolsuzluk içine batmış ve tüm meşruiyetini kaybetmiş Kolombiya hükümeti daha çok saldırarak ayakta kalmaya çalışacaktır. 45 yıldır mücadeleyi sürdüren FARC, geçtiğimiz dönemde elindeki esirleri, Barış için Mücadele Eden Kolombiyalılar hareketinin girişimleri ile tek taraflı olarak bırakarak barış eksenli çözümlere açık olduğunu göstermişti. Diğer taraftan ülkede süren çatışmaların seviyesi de FARC’ın Kolombiya hükümetinin iddia ettiği gibi çözülmediğini, aksine ciddi bir toparlanma ve güçlenme sürecinde olduğunu ortaya seriyor. (Bknz, www.resistencia-colombia.org; FARC-EP 2009 İlk Altı Aylık Savaş Raporu:Toplam 2547 Düşman Gücü Etkisiz Hale Getirilmiştir.)
Benzer şekilde, bu geniş kapsamlı savaş projesinin kıtasal ayağı ise hızla örülüyor. Geçtigimiz senenin 1 Mart’ında Kolombiya’dan kalkan ABD uçaklarının Ekvator topraklarını bombalaması „terörizmle mücadele“kisvesi altında kıta ülkeleri ile tırmandırılacak gerilimin önemli işaretlerindendi. Yakın döneme kadar savunma bakanlığı yapan Juan Manuel Santos’un FARC’a ait gerilla kamplarının komşu ülkelerin topraklarında bulunduğunu ve buralarda olduklarını iddia ettiği gerilla komutanlarını ele geçirmek için gerekirse komşu ülkelerin topraklarına operasyon yapacaklarını ifade etmesi, Venezüella devlet başkanı Chávez’in sert tepkisini çekmişti. Kolombiya devlet başkanı Uribe’nin, bu açıklamaların maksadını aştığını belirtmesi ve Santos’un savunma bakanlığından ayrılması gerilimi düşürmeye yetmediği gibi Kolombiya’nın ve ABD emperyalizminin bölge ülkelerine yönelik saldırgan politikasını da net bir şekilde gösterdi.
Latin Amerika’daki sol dalga ve ilerici hükümetlerin birbiri ardına iktidara gelmesi, ABD emperyalizminin kıtadaki etkisini sınırlandırmıştır. Ancak ABD emperyalizminin somut ihtiyaçları, Latin Amerika kıtasına yönelik saldırgan temeldeki planın bel kemiğini oluşturuyor. Venezüella devlet başkanı Hugo Chávez, son günlerde açıkca ABD’nin Venezüella’ya saldırma niyetinde ve bu niyetin arkasında Venezüella’nın dünyanın en fazla petrol rezervlerine sahip ülkelerin başında gelmesi olduğunu vurgulamaktadır. Chávez, bu tespitinde aslında hiç de yanılmamaktadır. Kolombiya’da sayısı 7’ye çıkan ABD üsleri bu gerçeği birkez daha doğrulamaktadır.
Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe, 4 Ağustos tarihinde Kolombiya’daki ABD üslerine karşı Latin Amerika ülkeleri arasında yayılan rahatsızlık ve tepkileri azaltma amacıyla UNASUR (Güney Amerika Uluslari Birligi) ülkelerinden olan Peru, Bolivya, Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay’ı kapsayan - diğer UNASUR üyelerinden Venezüella ile Ekvator’u dışında tutan - tura çıkmıstı. Uribe, bölge ülkelerinden ABD ile yaptığı askeri anlaşmaya ve üslere onay almaya yönelik turunun ilk durağı olan Peru’da kendisini rahatlatan bir tavırla karşılaştı. Peru’nun sağcı devlet başkanı Alan Garcia, Uribe’ye destek verdiğini ve onu „büyük bir dost“ olarak gördüğünü söyleyerek Uribe’ye bu zorlu gezisinin devamında karşılaşmayacağı bir tavır gösterdi. Aslında Uribe için bu Latin Amerika gezisi son derece zorludur. Latin Amerika kıtası için son derece aşikar bir tehdit olan bu üsleri temize çıkarmak mümkün gözükmese de bu ülkeleri tarafsız olmaya zorlamak Kolombiya için büyük önem taşıyor. Venezüella’dan kaçan Chávez karşıtı darbeci muhalefet liderlerine mültecilik statüsü tanıyan Peru’nun devlet başkanı Alan Garcia’nın, Uribe için „ülkesi ve kıta için çok şey yaptı“ demesi Garcia’nın ve Peru’nun hangi tarafta konumlandığını göstermesi bakımından önemlidir.
Peru’dan aldığı desteğin ardından Bolivya’ya geçen Uribe, burada Bolivya devlet başkanı Evo Morales’in kıtadaki ABD varlığı karşısında aldığı net tutum ile yüzyüze geldi. Morales, ‚Bolivya’da ABD askeri varlığını kabul etmiyoruz ve isteğimiz tüm kıtada durumun bu şekilde olmasıdır’ diyerek Uribe’nin ABD ile olan anlaşmasını açık bir dille onaylamadığını bildirdi. Her fırsatta ABD emperyalizmine karşı duruşunu ortaya koyan ve emperyalist planları deşifre eden Morales, ABD üslerini kıtada istemeyen bloğun net ve kararlı bir unsuru olduğunu ortaya serdi. Morales, Uribe’nin gezi programı içerisinde yer almayan diğer UNASUR ülkelerinden Venezüella ve Ekvator’un bu konuya ilişkin yaklaşımlarıyla son derece uyumlu bir şekilde „bu üslere izin vermek Latin Amerika’nın demokrasisine ve hükümetlerine saldırı anlamına gelmektedir. Latin Amerika’nın bağımsızlığını savunacağız.“ vurgusunu yaptı.
Bolivya’da karşılaştığı olumsuz tavrın ardından Şili’ye geçen Uribe, UNASUR’un Ekvator’dan önceki dönemsel başkanlığını yapan Michelle Bachelet ile görüştü. İktidara geldiğinden bu yana ABD ile ılımlı bir ilişki içerisinde bulunmayı tercih eden Bachelet daha önce Brezilya devlet başkanı Lula ile birlikte yaptığı basın açıklamasında durumdan kaygı duyduklarını belirtmişti. Uribe’nin bu ziyaretinde kararlı bır tavır sergilemekten oldukça uzak duran Şili devlet başkanı Bachelet, kıtadaki her ülkenin, son durum gözönüne alındığında özellikle Kolombiya’nın ulusal çıkarlarına, politik kararlarına ve egemenliğine saygı duyduklarını ifade ederek kıtadaki ABD emperyalizmine karşı net tavır alamayan liderlerden biri oldu. Peru devlet başkanı Alan Garcia ile birlikte Kolombiya’nın kendi iç meselesi ve egemenliği“ vurgusunu yapan Şili, Morales’in doğru bir şekilde belirttiği Latin Amerika kıtasının kendi egemenliği noktasını bilinçli olarak gözden kaçırmış oldu. Bachelet Uribe’den, 10 Ağustos’ta Ekvator’un başkenti Quito’da yapılacak ve UNASUR dönem başkanlığını Ekvator’a devredeceği UNASUR toplantısına katılmasını ve konuyu bu zeminde tartışmasını talep etti. Ancak Uribe, yeni başkanı Rafale Correa olacak UNASUR’un Ekvator’daki toplantısına gelmeyeceğini bildirdi.
Kolombiya devlet başkanı Uribe, Şili’den sonraki durağı olan Arjantin’de devlet başkanı Christina Fernandez’in Morales kadar net ve kararlı olmasa da ABD emperyalizmi karşıtı tavrına takıldı. Fernandez, bölgedeki çatışmanın seviyesinin düşürülmesi gerektiğini ve Kolombiya’daki üslerin bu amaca hizmet etmekten uzak olduğunu ifade etti. Arjantin devlet başkanından Uribe’nin emperyalist işgale onay alma turuna destek gelmezken, Arjantin halkı da sokaklarda ‚emperyalist işgal girişimini’ ve Uribe’yi protesto etti.
Daha sonraki durak olan Paraguay’da ise devlet başkanı Lugo, Bachelet benzeri kararsız bir tavır sergileyerek diğer ülkelerin güvenliğini tehdit etmediği sürece Kolombiya’nın kendi topraklarını savunmasının kendi egemenliği ve bağımsızlığını ilgilendiren bir mesele olduğunu dile getirdi. Ayrıca Venezüella ve Ekvator ile olan gerilimli durumu düzeltmede kendisinin aracılık yapabileceği önerisinde bulundu. Peru ve Şili’nin ardından Lugo’nun bu net olmayan tutumu, Uribe açısından olumlu bir sonuç niteliği taşıyor. Kıta ülkelerinden Peru’da olduğu gibi somut bir destek olmasa da tarafsıza yakın bir duruşun varlığı, ABD emperyalizminin Kolombiya üzerinden kıtaya yönelik saldırgan tutumunda elini güçlendirmeye hizmet etmekten başka bir şeye yaramıyor.
Paraguay’daki kısmi memnun edici sonucun ardından, Uruguay devlet başkanı Tabaré Vázquez’in ‘diğer ülkelerin iç meselelerine karışmama prensibine rağmen Güney Amerika’da yabancı bir askeri gücün varlığına karşı olduğu’ na dair cevabı, Uribe’nin ABD emperyalizmi elçiliğine kalkışmasının kıtada hiç de sempatiyle karşılanmadığının somut bir göstergesi oldu. Paraguay gibi kıtanın küçük ülkelerinden olan Uruguay’ın bu tavrı, emperyalist işgal karşıtı bloğa zemin kazandırmıştır.
Daha önce kıtadaki ABD askeri gücünün artmasından duyduğu rahatsızlığı belirten Brezilya devlet başkanı Lula da Silva, Uribe’ye Kolombiya’nın ABD ile yaptığı askeri anlaşma kararına saygı duyduklarını, ancak yapılacak askeri operasyonların Kolombiya toprakları ile sınırlı kalmasına dair garanti istediklerini ifade etti. Ancak bu garantinin nasıl olacağı, herhangi bir savaş durumunda kimin bu garantiye uyacağı cevabı boşlukta sorulardır. Brezilya dışişleri bakanı Celso Amorim ise, Uribe’nin ziyareti öncesinde ABD ile yapılan askeri anlaşmanın ve üslerin gerekçesi olarak belirtilen ‘uyusturucu ve teröre karşı mücadele’ nin yeterli bir açıklama olmadığını, her iki ülkeden de gerçek niyetlerini açıklamalarını talep etmişti.
Emperyalist işgal karşıtı bloğun üyeleri olan Ekvator, Venezüella, Nikaragua, Bolivya ve Küba’nın tavırları ise bu yukarıda belirttiğimiz kimi ülkelerin aksine çok daha nettir. Kolombiya hükümetini iyi tanıyan ve bu bilgileri açıkça ifade etmekten çekinmeyen Venezüella devlet başkanı Chávez ve Ekvator devlet başkanı Rafael Correa, bu saldırılara izin vermeyeceklerini, gerekirse askeri olarak yanıtlayacaklarını ve bu mücadelenin en etkili noktasının ise Latin Amerika halklarının ortak mücadele zemininde buluşması olduğunu vurgulamaktadırlar. Ekvator, topraklarının geçen sene Kolombiya tarafından saldırıya uğramasından bu yana Kolombiya ile diplomatik ilişkileri kesmişti. Chávez ise, geçtiğimiz haftalarda Kolombiya hükümetinin “Venezüella, FARC a silah temin ediyor“ şeklindeki asılsız iddiasından sonra ekonomik ve diplomatik ilişkileri dondurak büyükelçisini Bogota’dan geri çağırdı. ABD emperyalizminin kıtada bir tür Israil haline getirmeye çalıştığı Kolombiya’nın komşularından gördüğü bu tavır giderek artan bir şekilde ve ABD’nin ekmeğine yağ sürecek denli saldırganlaşmasına neden olma potansiyelleri taşımaktadır.
Geçenlerde Barış İçin Mücadele Eden Kolombiyalılar hareketi ve bu hareketin önderi Kolombiyalı Senatör Piedad Cordoba ile görüşen Chávez, kardeş toplum Kolombiya ile faşist Kolombiya hükümetini birbirinden ayrı gördüğünü, bu hükümetin Kolombiya halkını temsil etmekten uzak olduğunu belirtti. Kardeş Kolombiya halkının bu gün çok uzakmış gibi görünen barışı elde etmesi için üzerine ne düşerse yapacağını, Kolombiya’daki ABD üslerine karşı kardeş toplum Kolombiyalılar ile “barış üsleri“ oluşturmak için harekete geçme sözü verdi. Asıl gücün halk ve onun temsilcisi sosyal hareketler olduğunu vurgulayan Chávez, Kolombiyalı sosyal hareket Barış İçin Mücadele Eden Kolombiyalılar ile ALBA düzeyinde dayanışma sözü verdi. Chávez’in Kolombiya ile ilişkileri dondurma kararı alması üzerine Venezüella’ya ilişkileri bir düzeyde toparlamaya gelen eski Kolombiya devlet başkanı Ernesto Samper’in Venezüella’dan eli boş dönmesine karşılık, Piedad Cordoba’nın Venezüella büyükelçisinin Bogota’ya geri dönmesi yönündeki isteğine olumlu yanıt veren Chávez, halk hareketlerinin yanında yer alma konusunda ciddi adım atan bir Latin Amerikalı lider oldu. Kolombiya’nın ABD emperyalizmi ile olan işbirlikçi tutumuna karşı son derece kararlı bir tavır alan Rafael Correa ise, emperyalizm karşıtı bloğun önünü açacak bir lider durumundadır. 9 Ağustos’ta devlet başkanlığını yerli töreni eşliğinde ikinci kez devralan Correa, Latin Amerika devriminin halk hareketlerinin ve mücadelelerinin elinde olduğunu kavrayan bir devlet başkanı olduğunun sinyallerini verdi. Bu tören esnasındaki konuşmasına yerli dilinde başlayan Correa, 10 Ağustos günü yapılan UNASUR dönemsel başkanlığını devralma toplantısında Latin Amerika halkalarının emperyalizme karşı birleşmesinden başka alternatifi olmadığının altını çizdi.
ABD emperyalizminin Kolombiya’da sayısını arttırdığı askeri üsler ile attığı bu adım, her iki taraf açısından büyük önem taşıyor. Bu somut adımla tarafların iyice belirginleştiği bu süreçte Latin Amerika’nın ilerici hükümetleri olan Venezüella, Ekvator, Bolivya, Nikaragua ve El Salvador emperyalizmle mücadelede toplumsal yapıyı yoksul ve emekçi sınıflar lehine daha radikal bir şekilde değiştirmek alternatifiyle her zamankinden daha fazla yüzyüzeler. Sosyalist toplum projesinde attıkları her adımın bu ülkeleri birbirlerine nasıl yaklaştırdığı ise çok daha açık gözlenmekte bugün. Öte yandan ABD emperyalizmi ile net bir tavır alma konusunda çelişki içindeki diğer Latin Amerika ülkeleri için ise ABD’nin her attığı adımda daha da saldırganlaşacağını görecekleri yeni bir sürece girilmektedir. Şili, Paraguay gibi ülkelerin tutarsız tavrı Honduras darbesinden henüz yeterince ders alınmadığını göstermektedir.
Öte yandan Kolombiya’nın nasıl bir kilit noktada durduğu bugün her zamankinden daha açıktır. Kolombiya’da süren sınıf savaşımı yoksul ve emekçi halktan yana sonlanmadığı sürece Kolombiya bölge ülkeleri için büyük bir tehlike olmaya devam edecektir. Chávez’in Kolombiya’lı devlet yanlısı RCN televizyonundan bir gazeteci ile yaptığı röportajda, Kolombiya devletini saldırgan olarak gördüğünü belirtip FARC’a dair olan bir soruyu ise onları terörist olarak görmediği şeklinde yanıtlaması ve kardeş toplum Kolombiya’nın barışı elde etmesi için elinden geleni yapacağını ifade etmesi Kolombiya’nın anahtar rolünün anlaşılmaya başlandığını göstermektedir. Kolombiya’nın ABD kuklalığından kurtulmasının orada sürmekte olan mücadelenin başarıya bağlı olduğu gerçeği yalnız Kolombiya’nın değil, tüm Latin Amerika kıtasının kaderini belirleyecek denli önem taşımaktadır.
Canan Ateş
10 Ağustos 2009
4 Ağustos günü Kolombiya Genel Kurmay Başkanı, Kolombiya’nın Cartagena şehrinde yapılan ve 10 Latin Amerika ülkesinin silahlı kuvvetleri komutanları ile ABD Güney Komandosu komutanının da özel statüyle katıldığı toplantıda Kolombiya Ordusu Genel Kurmay Başkanı Freddy Padilla, Kolombiya’daki ABD üslerinin sayısının 7’ye çıkacağının bilgisini vererek, Kolombiya’daki ABD üslerinin durumu hakkındaki ilk resmi açıklamayı yapmış oldu. Ekvator devlet başkanı Rafael Correa’nın ABD ile daha önceki hükümetler döneminde yapılmış olan anlaşmayı yenilememesi sebebiyle Ekvator’un Manta bölgesi’nden ayrılan ABD askeri üssünün, Kolombiya’ya taşınması ihtimali üzerine hız kazanan tartışma bu resmi açıklama ile başka bir boyuta taşındı.
Kolombiya’da iki dönemdir devlet başkanlığını sürdüren Alvaro Uribe ve hükümetinin, Kolombiya oligarşisinin ve narko-paramiliter ağının yalnızca temsilcisi olmayıp bu egemen azınlığın içinden geliyor olmaları, Kolombiya’daki sınıf savaşımını son yıllarda iyice şiddete ve kana bulayan bir faktör durumundadır. Uribe’nin babasının uyuşturucu trafiğinin hava yoluyla organizasyonunu yürüten bir devlet görevlisi, ülkenin en büyük narko-paramiliter ailelerinden olan Santos ailesinden Francisco Santos’un başkan yardımcısı ve kardeşi Juan Manuel Santos’un yakın döneme kadar Savunma Bakanlığı görevini yürütüyor ve bir sonraki başkanlık seçiminin de olası adayı olması bu narko-paramilitarizmin Kolombiya’yı nasıl yönettiğinin en açık göstergelerindendir. Kolombiya devletinin, Kolombiya halkına ve FARC, ELN gibi gerilla örgütlerine karşı yürüttüğü kirli savaşın stratejik belkemiğini oluşturan Plan Kolombiya’nın ABD emperyalizmi tarafından her yıl 500 milyon doların üzerinde finanse edilmesinin ötesinde ülkede bulunan ABD üsleri, Kolombiya’daki ABD emperyalizminin varlığını işgal noktasına vardırmıştır. Narko-paramiliter ve katliamcı Kolombiya hükümeti, ABD emperyalizminin direktifleri haricinde hareket edemez noktadadır.
ABD emperyalizminin Latin Amerika politikasındaki Obama manevrası ise iyice belirginleşmiştir. Obama’nın “diyalog ve uzlaşma“ safsatalarının arkasındaki sistemli saldırı planının ilk ve önemli adımları, kıtadaki ilerici hükümetler ve halk muhalefeti tarafından ilk karşılıklarını almıştır. ABD emperyalizmi, Latin Amerika’da nabız yoklamış, hatta daha da ötesine gecerek Honduras darbesi ile Obama sonrası ilk taşları yerinden hareket ettirme politikasını uygulamış ve planını Latin Amerika kıtası’nın reaksiyonuna göre yeniden düzenleyip hayata geçirme sürecine hız vermiştir. Bunun en somut örneği Kolombiya’daki sayısı resmi açıklamalara göre 7’ye çıkan üslerdir. Daha öncesinde sadece “uyuşturucuya karşı mücadelede“ ABD desteği bahanesi altında Kolombiya’da varlık sürdüren ABD üslerinin sayısı, şu an „uyuşturucu ve terörizme“ karşı bahanesi altında 7’ye çıkarılmıştır. Malambo(kuzey), Palanquero(merkez), Apiay(batı) da bulunan üç hava üssü, Tolemaida(merkez) ve Larandia(güney)da bulunan kara kuvvetlerinin üssü ile Cartagena(kuzey, Atlantik üzerinde) ve Malaga(doğu,Pasifik’te)da bulunan iki deniz üssü ile Kolombiya, bir uçtan diğer uca ABD üsleri ile kuşatılmış durumdadır. Son argümanda sözü edilen „terörizm“ gerekçesi ise savaşın ABD emperyalizmi ve kukla Kolombiya hükümeti tarafından çok daha ciddi boyutlara tırmandırılmak niyetini açığa vurmaktadır.
Savaşın Kolombiya içindeki ayağı, özellikle FARC başta olmak üzere ülkedeki gerilla gruplarına ve yoksul Kolombiya halkına yönelik saldırıların seviyesinin iyice yükselmesi üzerine kuruludur.Yolsuzluk içine batmış ve tüm meşruiyetini kaybetmiş Kolombiya hükümeti daha çok saldırarak ayakta kalmaya çalışacaktır. 45 yıldır mücadeleyi sürdüren FARC, geçtiğimiz dönemde elindeki esirleri, Barış için Mücadele Eden Kolombiyalılar hareketinin girişimleri ile tek taraflı olarak bırakarak barış eksenli çözümlere açık olduğunu göstermişti. Diğer taraftan ülkede süren çatışmaların seviyesi de FARC’ın Kolombiya hükümetinin iddia ettiği gibi çözülmediğini, aksine ciddi bir toparlanma ve güçlenme sürecinde olduğunu ortaya seriyor. (Bknz, www.resistencia-colombia.org; FARC-EP 2009 İlk Altı Aylık Savaş Raporu:Toplam 2547 Düşman Gücü Etkisiz Hale Getirilmiştir.)
Benzer şekilde, bu geniş kapsamlı savaş projesinin kıtasal ayağı ise hızla örülüyor. Geçtigimiz senenin 1 Mart’ında Kolombiya’dan kalkan ABD uçaklarının Ekvator topraklarını bombalaması „terörizmle mücadele“kisvesi altında kıta ülkeleri ile tırmandırılacak gerilimin önemli işaretlerindendi. Yakın döneme kadar savunma bakanlığı yapan Juan Manuel Santos’un FARC’a ait gerilla kamplarının komşu ülkelerin topraklarında bulunduğunu ve buralarda olduklarını iddia ettiği gerilla komutanlarını ele geçirmek için gerekirse komşu ülkelerin topraklarına operasyon yapacaklarını ifade etmesi, Venezüella devlet başkanı Chávez’in sert tepkisini çekmişti. Kolombiya devlet başkanı Uribe’nin, bu açıklamaların maksadını aştığını belirtmesi ve Santos’un savunma bakanlığından ayrılması gerilimi düşürmeye yetmediği gibi Kolombiya’nın ve ABD emperyalizminin bölge ülkelerine yönelik saldırgan politikasını da net bir şekilde gösterdi.
Latin Amerika’daki sol dalga ve ilerici hükümetlerin birbiri ardına iktidara gelmesi, ABD emperyalizminin kıtadaki etkisini sınırlandırmıştır. Ancak ABD emperyalizminin somut ihtiyaçları, Latin Amerika kıtasına yönelik saldırgan temeldeki planın bel kemiğini oluşturuyor. Venezüella devlet başkanı Hugo Chávez, son günlerde açıkca ABD’nin Venezüella’ya saldırma niyetinde ve bu niyetin arkasında Venezüella’nın dünyanın en fazla petrol rezervlerine sahip ülkelerin başında gelmesi olduğunu vurgulamaktadır. Chávez, bu tespitinde aslında hiç de yanılmamaktadır. Kolombiya’da sayısı 7’ye çıkan ABD üsleri bu gerçeği birkez daha doğrulamaktadır.
Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe, 4 Ağustos tarihinde Kolombiya’daki ABD üslerine karşı Latin Amerika ülkeleri arasında yayılan rahatsızlık ve tepkileri azaltma amacıyla UNASUR (Güney Amerika Uluslari Birligi) ülkelerinden olan Peru, Bolivya, Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay’ı kapsayan - diğer UNASUR üyelerinden Venezüella ile Ekvator’u dışında tutan - tura çıkmıstı. Uribe, bölge ülkelerinden ABD ile yaptığı askeri anlaşmaya ve üslere onay almaya yönelik turunun ilk durağı olan Peru’da kendisini rahatlatan bir tavırla karşılaştı. Peru’nun sağcı devlet başkanı Alan Garcia, Uribe’ye destek verdiğini ve onu „büyük bir dost“ olarak gördüğünü söyleyerek Uribe’ye bu zorlu gezisinin devamında karşılaşmayacağı bir tavır gösterdi. Aslında Uribe için bu Latin Amerika gezisi son derece zorludur. Latin Amerika kıtası için son derece aşikar bir tehdit olan bu üsleri temize çıkarmak mümkün gözükmese de bu ülkeleri tarafsız olmaya zorlamak Kolombiya için büyük önem taşıyor. Venezüella’dan kaçan Chávez karşıtı darbeci muhalefet liderlerine mültecilik statüsü tanıyan Peru’nun devlet başkanı Alan Garcia’nın, Uribe için „ülkesi ve kıta için çok şey yaptı“ demesi Garcia’nın ve Peru’nun hangi tarafta konumlandığını göstermesi bakımından önemlidir.
Peru’dan aldığı desteğin ardından Bolivya’ya geçen Uribe, burada Bolivya devlet başkanı Evo Morales’in kıtadaki ABD varlığı karşısında aldığı net tutum ile yüzyüze geldi. Morales, ‚Bolivya’da ABD askeri varlığını kabul etmiyoruz ve isteğimiz tüm kıtada durumun bu şekilde olmasıdır’ diyerek Uribe’nin ABD ile olan anlaşmasını açık bir dille onaylamadığını bildirdi. Her fırsatta ABD emperyalizmine karşı duruşunu ortaya koyan ve emperyalist planları deşifre eden Morales, ABD üslerini kıtada istemeyen bloğun net ve kararlı bir unsuru olduğunu ortaya serdi. Morales, Uribe’nin gezi programı içerisinde yer almayan diğer UNASUR ülkelerinden Venezüella ve Ekvator’un bu konuya ilişkin yaklaşımlarıyla son derece uyumlu bir şekilde „bu üslere izin vermek Latin Amerika’nın demokrasisine ve hükümetlerine saldırı anlamına gelmektedir. Latin Amerika’nın bağımsızlığını savunacağız.“ vurgusunu yaptı.
Bolivya’da karşılaştığı olumsuz tavrın ardından Şili’ye geçen Uribe, UNASUR’un Ekvator’dan önceki dönemsel başkanlığını yapan Michelle Bachelet ile görüştü. İktidara geldiğinden bu yana ABD ile ılımlı bir ilişki içerisinde bulunmayı tercih eden Bachelet daha önce Brezilya devlet başkanı Lula ile birlikte yaptığı basın açıklamasında durumdan kaygı duyduklarını belirtmişti. Uribe’nin bu ziyaretinde kararlı bır tavır sergilemekten oldukça uzak duran Şili devlet başkanı Bachelet, kıtadaki her ülkenin, son durum gözönüne alındığında özellikle Kolombiya’nın ulusal çıkarlarına, politik kararlarına ve egemenliğine saygı duyduklarını ifade ederek kıtadaki ABD emperyalizmine karşı net tavır alamayan liderlerden biri oldu. Peru devlet başkanı Alan Garcia ile birlikte Kolombiya’nın kendi iç meselesi ve egemenliği“ vurgusunu yapan Şili, Morales’in doğru bir şekilde belirttiği Latin Amerika kıtasının kendi egemenliği noktasını bilinçli olarak gözden kaçırmış oldu. Bachelet Uribe’den, 10 Ağustos’ta Ekvator’un başkenti Quito’da yapılacak ve UNASUR dönem başkanlığını Ekvator’a devredeceği UNASUR toplantısına katılmasını ve konuyu bu zeminde tartışmasını talep etti. Ancak Uribe, yeni başkanı Rafale Correa olacak UNASUR’un Ekvator’daki toplantısına gelmeyeceğini bildirdi.
Kolombiya devlet başkanı Uribe, Şili’den sonraki durağı olan Arjantin’de devlet başkanı Christina Fernandez’in Morales kadar net ve kararlı olmasa da ABD emperyalizmi karşıtı tavrına takıldı. Fernandez, bölgedeki çatışmanın seviyesinin düşürülmesi gerektiğini ve Kolombiya’daki üslerin bu amaca hizmet etmekten uzak olduğunu ifade etti. Arjantin devlet başkanından Uribe’nin emperyalist işgale onay alma turuna destek gelmezken, Arjantin halkı da sokaklarda ‚emperyalist işgal girişimini’ ve Uribe’yi protesto etti.
Daha sonraki durak olan Paraguay’da ise devlet başkanı Lugo, Bachelet benzeri kararsız bir tavır sergileyerek diğer ülkelerin güvenliğini tehdit etmediği sürece Kolombiya’nın kendi topraklarını savunmasının kendi egemenliği ve bağımsızlığını ilgilendiren bir mesele olduğunu dile getirdi. Ayrıca Venezüella ve Ekvator ile olan gerilimli durumu düzeltmede kendisinin aracılık yapabileceği önerisinde bulundu. Peru ve Şili’nin ardından Lugo’nun bu net olmayan tutumu, Uribe açısından olumlu bir sonuç niteliği taşıyor. Kıta ülkelerinden Peru’da olduğu gibi somut bir destek olmasa da tarafsıza yakın bir duruşun varlığı, ABD emperyalizminin Kolombiya üzerinden kıtaya yönelik saldırgan tutumunda elini güçlendirmeye hizmet etmekten başka bir şeye yaramıyor.
Paraguay’daki kısmi memnun edici sonucun ardından, Uruguay devlet başkanı Tabaré Vázquez’in ‘diğer ülkelerin iç meselelerine karışmama prensibine rağmen Güney Amerika’da yabancı bir askeri gücün varlığına karşı olduğu’ na dair cevabı, Uribe’nin ABD emperyalizmi elçiliğine kalkışmasının kıtada hiç de sempatiyle karşılanmadığının somut bir göstergesi oldu. Paraguay gibi kıtanın küçük ülkelerinden olan Uruguay’ın bu tavrı, emperyalist işgal karşıtı bloğa zemin kazandırmıştır.
Daha önce kıtadaki ABD askeri gücünün artmasından duyduğu rahatsızlığı belirten Brezilya devlet başkanı Lula da Silva, Uribe’ye Kolombiya’nın ABD ile yaptığı askeri anlaşma kararına saygı duyduklarını, ancak yapılacak askeri operasyonların Kolombiya toprakları ile sınırlı kalmasına dair garanti istediklerini ifade etti. Ancak bu garantinin nasıl olacağı, herhangi bir savaş durumunda kimin bu garantiye uyacağı cevabı boşlukta sorulardır. Brezilya dışişleri bakanı Celso Amorim ise, Uribe’nin ziyareti öncesinde ABD ile yapılan askeri anlaşmanın ve üslerin gerekçesi olarak belirtilen ‘uyusturucu ve teröre karşı mücadele’ nin yeterli bir açıklama olmadığını, her iki ülkeden de gerçek niyetlerini açıklamalarını talep etmişti.
Emperyalist işgal karşıtı bloğun üyeleri olan Ekvator, Venezüella, Nikaragua, Bolivya ve Küba’nın tavırları ise bu yukarıda belirttiğimiz kimi ülkelerin aksine çok daha nettir. Kolombiya hükümetini iyi tanıyan ve bu bilgileri açıkça ifade etmekten çekinmeyen Venezüella devlet başkanı Chávez ve Ekvator devlet başkanı Rafael Correa, bu saldırılara izin vermeyeceklerini, gerekirse askeri olarak yanıtlayacaklarını ve bu mücadelenin en etkili noktasının ise Latin Amerika halklarının ortak mücadele zemininde buluşması olduğunu vurgulamaktadırlar. Ekvator, topraklarının geçen sene Kolombiya tarafından saldırıya uğramasından bu yana Kolombiya ile diplomatik ilişkileri kesmişti. Chávez ise, geçtiğimiz haftalarda Kolombiya hükümetinin “Venezüella, FARC a silah temin ediyor“ şeklindeki asılsız iddiasından sonra ekonomik ve diplomatik ilişkileri dondurak büyükelçisini Bogota’dan geri çağırdı. ABD emperyalizminin kıtada bir tür Israil haline getirmeye çalıştığı Kolombiya’nın komşularından gördüğü bu tavır giderek artan bir şekilde ve ABD’nin ekmeğine yağ sürecek denli saldırganlaşmasına neden olma potansiyelleri taşımaktadır.
Geçenlerde Barış İçin Mücadele Eden Kolombiyalılar hareketi ve bu hareketin önderi Kolombiyalı Senatör Piedad Cordoba ile görüşen Chávez, kardeş toplum Kolombiya ile faşist Kolombiya hükümetini birbirinden ayrı gördüğünü, bu hükümetin Kolombiya halkını temsil etmekten uzak olduğunu belirtti. Kardeş Kolombiya halkının bu gün çok uzakmış gibi görünen barışı elde etmesi için üzerine ne düşerse yapacağını, Kolombiya’daki ABD üslerine karşı kardeş toplum Kolombiyalılar ile “barış üsleri“ oluşturmak için harekete geçme sözü verdi. Asıl gücün halk ve onun temsilcisi sosyal hareketler olduğunu vurgulayan Chávez, Kolombiyalı sosyal hareket Barış İçin Mücadele Eden Kolombiyalılar ile ALBA düzeyinde dayanışma sözü verdi. Chávez’in Kolombiya ile ilişkileri dondurma kararı alması üzerine Venezüella’ya ilişkileri bir düzeyde toparlamaya gelen eski Kolombiya devlet başkanı Ernesto Samper’in Venezüella’dan eli boş dönmesine karşılık, Piedad Cordoba’nın Venezüella büyükelçisinin Bogota’ya geri dönmesi yönündeki isteğine olumlu yanıt veren Chávez, halk hareketlerinin yanında yer alma konusunda ciddi adım atan bir Latin Amerikalı lider oldu. Kolombiya’nın ABD emperyalizmi ile olan işbirlikçi tutumuna karşı son derece kararlı bir tavır alan Rafael Correa ise, emperyalizm karşıtı bloğun önünü açacak bir lider durumundadır. 9 Ağustos’ta devlet başkanlığını yerli töreni eşliğinde ikinci kez devralan Correa, Latin Amerika devriminin halk hareketlerinin ve mücadelelerinin elinde olduğunu kavrayan bir devlet başkanı olduğunun sinyallerini verdi. Bu tören esnasındaki konuşmasına yerli dilinde başlayan Correa, 10 Ağustos günü yapılan UNASUR dönemsel başkanlığını devralma toplantısında Latin Amerika halkalarının emperyalizme karşı birleşmesinden başka alternatifi olmadığının altını çizdi.
ABD emperyalizminin Kolombiya’da sayısını arttırdığı askeri üsler ile attığı bu adım, her iki taraf açısından büyük önem taşıyor. Bu somut adımla tarafların iyice belirginleştiği bu süreçte Latin Amerika’nın ilerici hükümetleri olan Venezüella, Ekvator, Bolivya, Nikaragua ve El Salvador emperyalizmle mücadelede toplumsal yapıyı yoksul ve emekçi sınıflar lehine daha radikal bir şekilde değiştirmek alternatifiyle her zamankinden daha fazla yüzyüzeler. Sosyalist toplum projesinde attıkları her adımın bu ülkeleri birbirlerine nasıl yaklaştırdığı ise çok daha açık gözlenmekte bugün. Öte yandan ABD emperyalizmi ile net bir tavır alma konusunda çelişki içindeki diğer Latin Amerika ülkeleri için ise ABD’nin her attığı adımda daha da saldırganlaşacağını görecekleri yeni bir sürece girilmektedir. Şili, Paraguay gibi ülkelerin tutarsız tavrı Honduras darbesinden henüz yeterince ders alınmadığını göstermektedir.
Öte yandan Kolombiya’nın nasıl bir kilit noktada durduğu bugün her zamankinden daha açıktır. Kolombiya’da süren sınıf savaşımı yoksul ve emekçi halktan yana sonlanmadığı sürece Kolombiya bölge ülkeleri için büyük bir tehlike olmaya devam edecektir. Chávez’in Kolombiya’lı devlet yanlısı RCN televizyonundan bir gazeteci ile yaptığı röportajda, Kolombiya devletini saldırgan olarak gördüğünü belirtip FARC’a dair olan bir soruyu ise onları terörist olarak görmediği şeklinde yanıtlaması ve kardeş toplum Kolombiya’nın barışı elde etmesi için elinden geleni yapacağını ifade etmesi Kolombiya’nın anahtar rolünün anlaşılmaya başlandığını göstermektedir. Kolombiya’nın ABD kuklalığından kurtulmasının orada sürmekte olan mücadelenin başarıya bağlı olduğu gerçeği yalnız Kolombiya’nın değil, tüm Latin Amerika kıtasının kaderini belirleyecek denli önem taşımaktadır.
6 Ağustos 2009 Perşembe
Gencay Gürün'ün yerine Beyhan Murphy getirildi
8/6/2009
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği görevinden geçtiğimiz haziran ayında istifa eden Dikmen Gürün’ün yerine İstanbul Devlet Opera ve Balesi bale başkoreografı Beyhan Murphy getirildi
Yeni görevine dün başlayan Murphy, konuyla ilgili olarak şunları söyledi:“Dikmen Gürün’ün devrettiği bayrağı almış bulunuyorum. Bundan sonraki görev, projelerin yürütücülüğünü yapmak. 2010 sadece İstanbul için değil tüm ülke için son derece önemli bir olaydır. Ekibimizle beraber umarım başarılı bir 2010 gerçekleştireceğiz.” Kaynak: Milliyet
(Kaynak: Tiyatro Dünyası)
8/6/2009
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği görevinden geçtiğimiz haziran ayında istifa eden Dikmen Gürün’ün yerine İstanbul Devlet Opera ve Balesi bale başkoreografı Beyhan Murphy getirildi
Yeni görevine dün başlayan Murphy, konuyla ilgili olarak şunları söyledi:“Dikmen Gürün’ün devrettiği bayrağı almış bulunuyorum. Bundan sonraki görev, projelerin yürütücülüğünü yapmak. 2010 sadece İstanbul için değil tüm ülke için son derece önemli bir olaydır. Ekibimizle beraber umarım başarılı bir 2010 gerçekleştireceğiz.” Kaynak: Milliyet
(Kaynak: Tiyatro Dünyası)
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Bolivya, çağdışı yaşam tarzına karşı!
BOLİVYA DEVLET BAŞKANI EVO MORALES, ÖZERKLİK HAKLARI İLE İLGİLİ YASA TASARISINI SUNDU
Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, 2 Ağustos 2009 günü “Sevgili vatanımızın bağımsızlığı için verilen mücadeleye hizmet edecek” şeklinde ifade ettiği Özerklik ve Desantralizasyon Yasası’nın genel çerçevesini, yerli topluluklarına, sosyal örgütlere ve köylülere bir yasa tasarısı olarak sundu. Bu tasarı, yeni yasal düzenleme için ülkedeki tüm kesimleri kapsayacak halkoylaması sürecinin bir parçası olarak planlanıyor.
Bolivya özerklik haklarından sorumlu devlet bakanı Carlos Romero, yasa tasarısının sunumu esnasına yaptığı açıklamada “ bu yasal düzenlemenin sömürgeci güçlere teslimiyetin zincirlerini kırmak” anlamına geldiğini belirtti.
Ayrıca, bu düzenlemenin, rekabet normlarını belirleyerek, özerk yapılarının finansiyel yapısını güçlendirecek ekonomik kaynaklarının ve hükümet ile diğer oluşumlar arasındaki koordinasyon mekanizmaların yaratılmasını sağlayacak bir sürecin aracı olacağını da sözlerine ekledi.
Doğu Bölgesi Yerli Halkları Konfederasyonu (Cidob) ise, özerk oluşumlarla ilgili bu projenin, Latin Amerika’nın yerli hakları için bir mesaj olacağını vurguladı.
Cidob temsilcisi Pedro Nuni, “bu proje, Bolivya’nın yerli halkları için olduğu kadar Latin Amerika’nın tüm halkları için de bir mesaj olacaktır. Bu noktadan sonra ilerisi için olması gereken, yerli halkların yeni bir paradigmasının gerçekleşmesidir. “ diyerek Morales’in bu girişimini destekledi.
BOLİVYA’NIN YERLİLERİ, 10 MİLYONLUK ÜLKE NÜFUSUNUN YÜZDE 63’ÜNE DENK
Ülkedeki etnik gruplar, şimdiki Bolivya hükümeti’nin bu girişimleri sayesinde ilk Yerli ve Köylü Özerklikler yasasını tanımış olacaklar. Yerli hakları ve özerk oluşumlar konusundaki bu önemli adımın başka bir ülkede örneği bulunmamaktadır.
Özerk yapılardan sorumlu bakan yardımcısı Saúl Ávalos ise bu düzenlemenin Bolivya yerlilerinin ekonomik ve politik bağımsızlığını mümkün kılacağını vurguladı.
Avalos, Yerli Günü olarak bilinen 2 Ağustos gününün tarihi bir gün olduğunu ve Yerli günü isminin Yerlilerin Özerklik Günü olarak değiştirilmesinin daha doğru olacağını belirtti.
Evo Morales ise aynı konu hakkında, bu tarihin yasa tasarısının sunumu açısından anlamlı olduğunu belirterek, sözlerine “1815 yılında yine bu gün bir yerli kardeşimiz bağımsızlık mücadelesinde hayatını kaybetmiştir, bu nedenle bu 2 Ağustos günü onun ölümünü ve özgürlük mücadelesini hafızalarda taze tuttuğu için bir kez daha önem kazanmaktadır” şeklinde devam etti.
Morales, bu yasal düzenlemenin, 2010 yılında ilk toplantısı yapılacak olan Çokkatılımlı Ulusal Yasama Meclisi’nde birincil madde olarak görüşülmek üzere hazır edileceğini vurguladı.
Çeviren: Canan Ateş, Telesur, 2 Ağustos 2009.
Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, 2 Ağustos 2009 günü “Sevgili vatanımızın bağımsızlığı için verilen mücadeleye hizmet edecek” şeklinde ifade ettiği Özerklik ve Desantralizasyon Yasası’nın genel çerçevesini, yerli topluluklarına, sosyal örgütlere ve köylülere bir yasa tasarısı olarak sundu. Bu tasarı, yeni yasal düzenleme için ülkedeki tüm kesimleri kapsayacak halkoylaması sürecinin bir parçası olarak planlanıyor.
Bolivya özerklik haklarından sorumlu devlet bakanı Carlos Romero, yasa tasarısının sunumu esnasına yaptığı açıklamada “ bu yasal düzenlemenin sömürgeci güçlere teslimiyetin zincirlerini kırmak” anlamına geldiğini belirtti.
Ayrıca, bu düzenlemenin, rekabet normlarını belirleyerek, özerk yapılarının finansiyel yapısını güçlendirecek ekonomik kaynaklarının ve hükümet ile diğer oluşumlar arasındaki koordinasyon mekanizmaların yaratılmasını sağlayacak bir sürecin aracı olacağını da sözlerine ekledi.
Doğu Bölgesi Yerli Halkları Konfederasyonu (Cidob) ise, özerk oluşumlarla ilgili bu projenin, Latin Amerika’nın yerli hakları için bir mesaj olacağını vurguladı.
Cidob temsilcisi Pedro Nuni, “bu proje, Bolivya’nın yerli halkları için olduğu kadar Latin Amerika’nın tüm halkları için de bir mesaj olacaktır. Bu noktadan sonra ilerisi için olması gereken, yerli halkların yeni bir paradigmasının gerçekleşmesidir. “ diyerek Morales’in bu girişimini destekledi.
BOLİVYA’NIN YERLİLERİ, 10 MİLYONLUK ÜLKE NÜFUSUNUN YÜZDE 63’ÜNE DENK
Ülkedeki etnik gruplar, şimdiki Bolivya hükümeti’nin bu girişimleri sayesinde ilk Yerli ve Köylü Özerklikler yasasını tanımış olacaklar. Yerli hakları ve özerk oluşumlar konusundaki bu önemli adımın başka bir ülkede örneği bulunmamaktadır.
Özerk yapılardan sorumlu bakan yardımcısı Saúl Ávalos ise bu düzenlemenin Bolivya yerlilerinin ekonomik ve politik bağımsızlığını mümkün kılacağını vurguladı.
Avalos, Yerli Günü olarak bilinen 2 Ağustos gününün tarihi bir gün olduğunu ve Yerli günü isminin Yerlilerin Özerklik Günü olarak değiştirilmesinin daha doğru olacağını belirtti.
Evo Morales ise aynı konu hakkında, bu tarihin yasa tasarısının sunumu açısından anlamlı olduğunu belirterek, sözlerine “1815 yılında yine bu gün bir yerli kardeşimiz bağımsızlık mücadelesinde hayatını kaybetmiştir, bu nedenle bu 2 Ağustos günü onun ölümünü ve özgürlük mücadelesini hafızalarda taze tuttuğu için bir kez daha önem kazanmaktadır” şeklinde devam etti.
Morales, bu yasal düzenlemenin, 2010 yılında ilk toplantısı yapılacak olan Çokkatılımlı Ulusal Yasama Meclisi’nde birincil madde olarak görüşülmek üzere hazır edileceğini vurguladı.
Çeviren: Canan Ateş, Telesur, 2 Ağustos 2009.
2 Ağustos 2009 Pazar
Büktel ile Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için LİNÇ KAMPANYASI başlatan Mustafa Demirkanlı, yaşamla ölüm arasındaki farkı bilmiyor
Peter Zadek Yaşama Yenildi
Dünyanın en tanınmış tiyatro yönetmenlerinden Alman Peter Zadek, geçen gün sabaha karşı 83 yaşında hayatını kaybetti....
Zadek'in Almanya'nın Hamburg kentinde ağır hastalığına yenik düştüğü belirtildi.
Berlin'de 1926 yılında doğan Yahudi asıllı Peter Zadek, 1933 yıl ında Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesinin ardından ailesiyle birlikte İngiltere'nin Oxford kentine göç etti. Oxford'da sahne eğitimi alan Zadek, 50'li yıllarda kendine özgü sahnelemeleriyle Alman tiyatrosuna damgasını vurdu.
1958 yılında Almanya'ya dönen Zadek, 1985'den 1989'a kadar Hamburg'daki "Deutsches Schauspielhaus" tiyatrosunu ve 1992-1994 arasında Berliner Ensemble tiyatrosunu yönetti.
Film yönetmenliği de yapan ve birkaç yıldır rahatsız olan Zadek, geçen yıl Avusturya'nın en önemli tiyatro ödülü olan Nestroy'u almıştı.
Haber Giriş Tarihi: 01 Agustos 2009
(Kaynak: tiyatrodergisi.com.tr)
Dünyanın en tanınmış tiyatro yönetmenlerinden Alman Peter Zadek, geçen gün sabaha karşı 83 yaşında hayatını kaybetti....
Zadek'in Almanya'nın Hamburg kentinde ağır hastalığına yenik düştüğü belirtildi.
Berlin'de 1926 yılında doğan Yahudi asıllı Peter Zadek, 1933 yıl ında Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesinin ardından ailesiyle birlikte İngiltere'nin Oxford kentine göç etti. Oxford'da sahne eğitimi alan Zadek, 50'li yıllarda kendine özgü sahnelemeleriyle Alman tiyatrosuna damgasını vurdu.
1958 yılında Almanya'ya dönen Zadek, 1985'den 1989'a kadar Hamburg'daki "Deutsches Schauspielhaus" tiyatrosunu ve 1992-1994 arasında Berliner Ensemble tiyatrosunu yönetti.
Film yönetmenliği de yapan ve birkaç yıldır rahatsız olan Zadek, geçen yıl Avusturya'nın en önemli tiyatro ödülü olan Nestroy'u almıştı.
Haber Giriş Tarihi: 01 Agustos 2009
(Kaynak: tiyatrodergisi.com.tr)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)