10 Temmuz 2009 Cuma

Mustafa Demirkanlı, Ertuğrul Timur, Ömer Kurhan, Murat Demirbaş, Hasan Anamur gibi linççileri desteklemeyen Temel Demirer'den aşk ve sanat üzerine ses

AŞK VE SANAT[*]


Temel Demirer
10 Temmuz 2009


“Aşk her şey.
Aşk bildiğim ne varsa.”[1]

“Aşk ve Sanat” üzerine söz etmek, kanımca, sonsuzluğa eşitlenmesi gereken bir çaba…
“Sonsuzluk” dedim; “Aşk ve Sanat” konusunu ben, “Sayıların sonu yoktur, sayılar sonsuzdur. Nasıl en son sayı yoksa, en son devrim de yoktur. Devrimler sonsuzdur,” diyen Yevgeni Zamyatin’in mantığıyla ele alırım…

Devrim(ler)in, aşk(lar)ın, sanat(lar)ın sonu yoktur; çünkü insan(lık)a mündemiç olan onlar sonsuzdur…

O hâlde devrim(ler)den, aşk(lar)dan, sanat(lar)dan söz etmek sonsuzluk ve insan(lık)dan söz etmektir…

***

Bilmeyen var mı? Olabilir mi? Zannetmiyorum…

Aşk insanı ustalaştırır, sanatkârlaştırır; çünkü aşkın mayasında sanat, sanatın varoluşunda da aşkın rolü büyüktür…

İnsan(lık)ın insanlaşma serüveninde sanat, üremek ve hayatta kalmak için gereklidir. Hatta “Sanat evrimsel uyumun bir uzantısı”dır.[2] Aşk da öyle…

Öte yandan “Aşk bir deliliktir,” der William Shakespeare… Sanat da öyle…

“Aşk’ın hiçbir sıfata ve tanımlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk.Ya tam ortasındadır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde,” der Elif Şafak… Sanat da öyle…
“Tutku her iklimde yetişen bir bitkidir,” der Walter Scott… Aşk ve sanat için de öyle…
Yani bir yanıyla “deli”, öteki yanıyla da hiçbir sıfata ve tanımlamaya muhtaç olmayan aşk, insan(lık)ın en -tutkulu- insan hâlidir; bu yanıyla da sanatı, sanat yapan dinamikleri betimleyendir…
Evet, aşk ve sanat başlı başına bir dünyadır; bu yanıyla da, “olağan” denilen sıradanlık ve sınırlanmışlık “algısı” için aşk ve sanat “olağanüstü”dür; “gerçeküstüdür”!

Etkileri, dipten süren ve başka eğilimlere bulanmış biçimde karşımıza çıkan gerçeküstücülüğün izini sürerken aşk ve sanatın başkaldıran izlerine de rastlarız…

Aşk ve sanat, son kertede insan(lık)ın “isyan” hareketidir; “olağan dünyayı yeniden biçimlendirmeye dönük yıkıcı bir girişim”dir…

İnsan(lık)ı insan olmaktan uzaklaştırıp, çelik bir kafese hapseden “olağan”ın kafesini parçalamanın en insani reflekslerinden olan aşk ve sanat yıkıcı/ yaratıcı bir dinamiktir.
Örneğin kendini “büyülü çekiç” olarak tanımlayan gerçeküstücülük akımı 1924’te Andre Breton tarafından yayımlanan ilk duyurusunda, “Sevgili imgelem gücü’ne vurgu yapılıyor ve deliliğe varan tutku aracılığıyla bu gücün hep canlı tutulmasıyla incelikli akılcı yöntemlerin dışına çıkmanın mümkün olabileceğine değiniliyordu.[3]

Hegel’in diyalektik mantığından yola çıkan, özgür iradenin temel gerçeklik olduğunu, ben ya da irade dışında her şeyin pasif ve ölü sayılacağını öne süren Fichte’nin görüşünün altını özenle çizen gerçeküstücülüğün kökeninde, devrime duyulan özlem zaten var olan bir şeyken; yine Breton, ‘Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin’ başlığını taşıyan duyuru metninde şu satırların altını çizer: “Sanat, kendisine ters gelecek hiçbir buyruğa boyun eğmez. Saldırgan kentsoylunun tepkisine karşı, savunma hakkı devrimci yönetimde vardır.”

Burada durup hatırlatıyorum: “Olağan” denilen sınıflı-sömürücü yabancılaşmanın kollarındaki insan(lık) için aşk ve sanat gerçeküstüdür…

Çünkü insan olmayı imkânsızlaştıran sürdürülemez kapitalizmin kollarında insan olmak ve kalmak, sınır tanımayan bir başkaldırının gerçeküstücülüğüdür…

Kolay mı? Mahatma Gandi’nin, “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun,” dediği koordinatlardan geçerken hâlâ Ferhat(’lar), Şirin(’ler) için dağları delebiliyor ve Mecnun(’lar), Leyla(’lar) uğruna çöllerle düşebiliyorsa, belki de tam bun(lar)dan aşk, olanaksızı olanaklı kılan en maharetli ve elbette başkaldıran, yaratan bir yoğunluktur; tıpkı sanat gibi…

***

“Sanat”; insan(lık)ın insani özgürleşme alanıdır…

Bunun için “Sanatlar, hürriyet tarafından emzirilince büyürler,” der Schiller…

Ayrıca Eugene Lunn’un özenle altını çizdiği gibi, “Marx’a göre insan emeğinin ayrı bir parçası olarak sanat, dışsal gerçeklik denen şeyin sadece bir ‘kopyası’ ya da ‘yansıması’ değil, bu gerçekliğe insani amaçların aşılanmasıdır.”

Bu bağlamda “Sanat, doğru ve düzenli bir toplum gerçekliğinin güvencesidir” diyen “Adorno’ya göre sanat, içinde doğmuş olduğu topluma yönelir ve yanlış gerçekliğe karşılık doğruluğu ifade eder. Ancak sanat toplumsal gerçekliği değiştiren bir eylem alanı değildir. Toplumsal gerçekliğin içinde, sınırlı bir bölgede, gerçek değerlere sahip ve tavrını gettolardan (emeğine yabancılaşan, burjuva toplumun dışladıkları) yana koyan bir örnek alandır.”[4]

Tam da bu noktada “Sanatta şundan daha iyi bir şey söylemek zor: Hiçbir şey,” diyen Wittgenstein’ın görüşünü paylaşmak, onaylamak mümkün değildir…

Çünkü ezilenler için sanat; yeni biçimler, yeni özlerle, gerçeklerin devindiği bir süreçler ırmağında birbirlerini besleyerek belirlenir. Bunun içinde sanat, dünyayı değiştirerek estetize eden insani-bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, aşkın, heyecanın, tutkunun sonucu ortaya çıkar, çıkabilir.

Bu(nlar) böyleyken, Attila İlhan’ın ifadesiyle de, “Sanat, toplumsal bir çabadır; toplumdan gelir, topluma döner. Fakat gelenle giden aynı şey değildir.”

Evet, Lenin’in şu özlü sözündeki gibi, “Sanat kitlelere yaklaştırılmalıdır, kitleler de sanata...”
İşte bunların böyle kılınmasıyla da “Gelecek siyaset çağı değil, estetik çağı olacaktır,” M. Gorki’nin ifadesiyle…

Ve nihayet Dyloch Koch’un, “Elleri, zihni ve kalbiyle çalışan insan sanatçıdır”; Bacon’un, “Sanat doğaya eklenmiş insandır,” diye tanımladığı sanatçıya gelince; o da, bir aşık, aşkın ve eylemci, devrimcidir…

“Sanatçının bir eylemci, kuramcı, oyuncu ve bir şaman olduğunu; var olmayana sadakati ile mevcuda ihaneti arsında her belirişinde zamanın ruhunun soluğunu kesen bir sabahyıldızı olduğunu, en sert çıplağında, adı Fluxus ile özdeş Beuys’un ‘Yaşamım Sanatımdır’ mottosundan görürüz. Ayrıca sanat ütopyadır ve gerçeğin kubbesini aşmakla anlamını üretir.
Dikkat ettiniz mi? “Aşka” dair ettiğimiz her söz “sanata”; sanata” dair ettiğimiz her söz de “aşka” hizalanmaktadır…

* * *

“Ancak” vurgusuyla burada bir parantez açmak “olmazsa olmaz”dır; şöyle ki…

Ali Artun’un, “Sanat, senet olup gitmesin,” haklı uyarısını dillendirdiği; veya “Burjuva sınıf[ın], ‘Bu sanat değil, bu politika’ dediği”[5] yabancılaşma kesitinde; insan olmak ve kalmakta ısrarlı herkesin bir kez daha “aşk” ve “sanat” üzerine kafa yorması kaçınılmaz bir gerekliliktir...
Korhan Gümüş’ün, “Günümüzde sanatsal olan artık sanatsal olmayandır,” uyarısına dikkat etmeliyiz. Çünkü sürdürülemez kapitalizmin “olağan” dediği; sanatı sanat; insanı insan; aşkı aşk olmaktan çıkardı…

Bunu yaparken de sanatın, insanın, aşkın; isyanla, devrimle, siyasetle bağını kopardı; yani sanatı, insanı, aşkı “hiçliğe” eşitledi!

Örneğin Erdağ Aksel’in, “Siyasi eylemin de yaratıcı olanı olur, olmayanı olur, sanatın da öyle. Öte yandan sanat da dünyanın en önemli meselesi değil. Her yaratıcı eyleme sanat demeyelim. Gelin hayatımızda bir sürü yaratıcı eylem olsun, bazısı sanat olsun bazısı olmasın…”

Veya Ali Artun’un, “Sanat insanlığın tarihsel ilerlemesindeki özel misyonundan ötürü özerktir; ne bilimin ne de siyasetin araçlarıyla yerine getirilemeyecek bir misyondur bu…”[6]

Ya da Halil Turhanlı’nın, “Sanatı ekonomi politiğin kavramlarıyla açıklamaya çalışan Marksist estetik proletaryanın kolektif bilincini yüceltirken öznel bilinci, tekilliği değersizleştirir. Bir romanın, şiirin ya da oyunun işçi sınıfı için yazılmış olması o esere devrimci nitelik kazandırmaya yetmez…” satırlarını kaleme alan zihniyetteki üzere!

Yeri geldi ifade edeyim: Aşkın ve sanatın politik gizilgücü kendi içindedir; devrimci ve aşkındır…
İşte tam da bunun için “Popüler kültür yaratıcılığı öldürür”ken;[7] ezilenlerin sanatı toplumsal değişimi önceden yansıtır, aşkla kurtuluş imgesini gösterir….

Ezilenlerin sanatı sürdürülemez küresel kapitalizmin yıkımı, savaşları, şiddeti, yalanları karşısında barışı, halkların kardeşliğini, insani doğrulara ilişkin düşünce, eylemleri üretmenin eylemiyle var olabilir…

Ezilenlerin sanatı, sanatın sürdürülemez kapitalizmin para-meta-para ilişkilerinin dar alanında -soysuzlaştırılarak- icra edilmesine, yabancılaştırılmasına “Evet” diyemez!

Hayır, dar bir alan hapsedilmesi mümkün olmayan sanat toplumun tüm katmanlarına açılarak mal edilmelidir…

Beral Marda’nın, “Alan dar, çünkü sanatçılar, sanat işlerini yürütenler ve aydınlar arasında düşünsel alış-veriş, tartışma ve söylem oluşturma isteği zayıf. Sanat kokteyllerine, partilerine koşarak gelenler düşünsel etkinliklerde görünmüyorlar,” diye betimlediği açmazı aşmanın tek yolu; sanatı aşkla toplumun tüm katmanlarına açarak mal etmektir…

Evet, evet sürdürülemez kapitalist yıkımın sanatı görselleşmiş bir ideoloji (ve propaganda) alanına -piyasa ve sınıf gereksinimi olarak- tahvil ettiği açmaza başkaldırmak bir zorunluluk, kaçınılmazlıktır…

Paul Virilio’nun bir “yalan sanatı” (art of the lie) hizmetinde “sahtelik sanatı” (art of the false) oluştuğundan söz ettiği koordinatlar bir başkaldırı zamanıdır…

Yani aşk da, insan da, sanat da kendini kapitalizme karşı devrimci (hadi gerçeküstü diyelim!) bir başkaldırıyla var edebilecektir…

Bunun dışında bir seçenek yoktur!

Tam da bu noktada soru(n); anlamak için direnmekte; direnişi isyana; isyanı da devrime dönüştüren bir aşkla hayata sarılmaktadır…

Erich Fromm’un, “Geçmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğinki ise robot olmak!”; Sophokles’in, “Bozulduğu zaman, insandan daha çok korkunç bir yaratık yoktur,” sözlerini bir kez daha anımsamak insan(lık) için bir “olmazsa olmaz”lıkdır…

Evet, şimdi aşk ve sanatın kıyam zamanıdır!

***

Bir kez daha tekrarlıyorum: Şimdi aşkla kıyam zamanı; aşk ve sanatla kıyam zamanıdır…
“Aşk”… O; “Kitap okurum:/ İçinde sen varsın,/ şarkı dinlerim:/ İçinde sen,/ Otururum ekmeğimi yerim:/ Karşımda sen oturursun,/ çalışırım:/ karşımda sen” diye haykıran Nâzım Hikmet’in ‘Tahir ile Zühre Meselesi’nde betimlediğidir:
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/ hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,/ bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte/ yani yürekte./ /
Seversin dünyayı doludizgin/ ama o bunun farkında değildir/ ayrılmak istemezsin dünyadan/ ama o senden ayrılacak/ yani sen elmayı seviyorsun diye/ elmanın da seni sevmesi şart mı?/
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık/ yahut hiç sevmeseydi/ Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”
“Aşk”; Gustave Thibon’un, “Sevgilim, kimsin söyle/ Kendime baktığım ayna mı?/ Kendimi kaybettiğim uçurum mu?”; ya da Edip Cansever’in, “İçinden doğru sevdim seni/ Bakışlarından doğru sevdim de/ Ağzındaki ıslaklığın buğusundan/ Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de/ Beni sevdiğin gibi sevdim seni” dizelerindeki “ben”dir…
Evet, aşk “ben”dir; aşk “benliğimiz”dir…
Çünkü insan(lık) yalnız kendisine aittir; bunun kanıtı da insani edimlerin doruk noktası olan “aşk” ile “sanat”tır…
İnsan yalnız kendine aitse kuvvetlidir, kapsadıklarıyla güzelleyebiliyorsa kendini ve ötesini…
Değil ise bu böyle, yani güzelleyemiyorsak hayatı hükmümüzü kaybetmişizdir kendimize…
Evet “aşk”la, “sanat”la ait olmak gereklidir!
Tam da bu bağlamda Eugene Guillevic’in dizelerindeki üzere “Elbette yalan/ Aşk faslının kapandığı/ Bizi mutsuz kıldığı/ Elbette yalan/ Elbette yalan/ Bizi ağlamaklı ettiği/ Yarınların eşiğinde/ İkimiz göz gözeyken/ Elbette yalan/ Tümünün baştan çıktığı/ Yokuşa tırmananları/ Tam iteleyeceğimiz kez de/ Bütün aşkların çürüdüğü/ Elbette yalan”dır…
Aşk ve aşkla üretilen sanat çürümez, çürütmez…
O hâlde “Aşk ve Sanat” konusundaki son sözü şimdi Nâzım Hikmet’in dizelerine bırakalım: “En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır/ en güzel çocuk henüz büyümedi/ en güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız/ ve sana söylemek istediğim en güzel söz/ henüz söylememiş olduğum sözdür…”

8 Haziran 2009 11:08:41, Ankara.

N O T L A R
[*] 13 Haziran 2009 tarihinde Yeni Kapı Tiyatro Topluluğu’nun İzmir’de düzenlediği “Aşk ve Sanat” başlıklı panelde yapılan konuşma… Esmer, No:53/7, Temmuz-Ağustos 2009…
[1] Theodore Roethke.
[2] “Darwinci Görüşe Göre Sanatın Evrimi”, Derleyen: Reyhan Oksay, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:22, No:1152, 17 Nisan 2009, s.6-7.
[3] Michael Löwy, Sabah Yıldızı-Gerçeküstücülük ve Marksizm, Çeviri: Aslıhan Aydın, U. Uraz Aydın, Versus Kitap, 2009.
[4] “Adorno’nun Sanat ve Estetiğe Bakışı”, Özgür Düşün, No:46, Mayıs 2009, s.38.
[5] Didem Yazıcı, “Bu Sanat Değil, Bu Politika!”, Radikal, 4 Nisan 2009, s.21.
[6] Sanat/Siyaset, Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika, Editör: Ali Artun, İletişim Yay., Sanat Hayat Dizisi -14, 2008, s.36.
[7] “Popüler Kültür Yaratıcılığı Öldürür”, Birgün, 14 Mayıs 2009, s.2.

***

OYUN'un notu: Yukarıdaki metni geldiği gibi yayınladık!

Ayrıca bakınız: Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder