BREZİLYA VE ŞİLİ, ABD’NİN KOLOMBİYA’DAKİ ARTAN ASKERİ VARLIĞINA KARŞI ORTAK TAVIR SERGİLEDİLER
Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva ve Şili Devlet Başkanı Michelle Bachelet, 30 Temmuz 2009 günü, uluslararası uyuşturucu kaçakçılığına karşı operasyonlar için olduğu iddia edilen Kolombiya’daki hava üslerine ABD’nin girişine ve yerleşmesine izin veren ABD-Kolombiya ortak planlarına karşı olduklarını açıkladılar.
Bachelet ile birlikte bu Perşembe günü Brezilya’da bir basın toplantısı düzenleyen Lula da Silva, “Kolombiya’daki ABD askeri üsleri fikrini olumlamıyorum,” dedi.
Brezilya devlet başkanı, “ancak onların Brezilya’nın iç meselelerine karışmalarını istemediğim gibi ben de Kolombiya’nin iç meselelerine karışmayacağım” şeklinde sözlerine devam etti.
Lula, Obama ile ABD’nin kıtada artan operasyonlarını konusunda en kısa zamanda görüşeceğini sözlerine ekledi.
Michelle Bachelet ise Brezilya’daki basına Lula ile tamamen aynı fikirde olduğunu ve Kolombiya’nın ABD’ye orada bulunan hava üslerini kullanma ve yerleşme izni vermesinin, kıtadaki tüm ülkeleri olumsuz bir şekilde etkilediğini ve kaygılandırdığını belirtti.
Kolombiya, ABD’nin uluslararası uyuşturucu kaçakçılığına karşı sözde operasyonlar adı altında ülkedeki gerilla kuvvetlerine ve halka yapılan saldırılar ile kıtadaki istikrarı bozma girişimlerine uzunca zamandan beri ev sahipliği ve işbirlikçilik etmekteydi. Bu ortaklık ve son dönemdeki özellikle komşu ülkeler Venezüella ve Ekvator’a yönelik komplolarla kıtada tansiyon iyice artmış durumdadır.
Ekvator’dan çıkarılan ABD askeri üssünün Kolombiya’ya yerleşmesiyle bu ülkede sayısı 7’ye çıkan ABD üslerine karşı net bir tepki de kıtanın büyük ülkelerinden Brezilya ve Şili’den gelmesi süreci ABD ve Kolombiya aleyhine çevirme potansiyelleri taşımaktadır.
Haber: Canan Ateş, 31 Temmuz 2009, Caracas.
31 Temmuz 2009 Cuma
ABD'ye karşı çıkanlar da var!
FARC’TAN CORREA’NİN FİNANSE EDİLDİGİNE DAİR SÖZDE VİDEO ÜZERİNE AÇIKLAMA: YANKEE ASKERİ İŞGALİ
Kolombiya topraklarında 5 yeni ABD askeri üssünün kurulması için Devlet Başkanlığı tarafından verilen izin, vatana büyük bir ihanet, yurtsever onura ve emeperyalist sömürgecilik boyunduruğuna karşı bağımsızlık yolunda savaşırken hayatını feda etmiş Bolivar’ın özgürlük ordusu şehitlerinin hatırasına büyük bir hakaret anlamına gelmektedir.
Plan Kolombiya’nın kesin bir şekilde başarısızlığa uğratılmasının ve Latin Amerika’yı saran anti-sömürgeci hissiyatın yükselişinin ardından, bu yeni yankee işgalinin, asıl olarak isyancı devrimci hareketimize ve aynı zamanda bağımsız bir gelişme ve Latin Amerika çapında bir bütünleşmeyi amaçlayan hükümet ve kardeş halklara karşı yürütülen savaşın yeni bir aşaması olduğuna yönelik herhangi bir şüphemiz yoktur.
Kolombiya’ya yönelik Kuzey Amerika işgalinin tırmandırılışına dair açıklamalar, tam da Narino Başkanlık Sarayındaki, ülkeyi dünyanın karşısında rezil durumlara düşüren, gelecek kuşakları nefret ve onursuzluğa sürükleyen kan emicilik, kin, açgözlülük ve küstahlıkla karakterize olan Uribist mafya tarafından yapılan yeni yolsuzluk skandallarının ortasında gerçekleşiyor.
Sis perdesinin ortasında, Ekvator Devlet Başkanı Rafael Correa’ya yönelik bir saldırı arayışı olarak, Washington ve Bogota hükümetleri FARC’ın bir videosunu kendi bütünlüğünü bozarak manipüle ettiler. Bu zamana kadar herhangi bir komşu ülkenin herhangi bir seçim kampanyasına herhangi bir para verdiğimize dair iddiaları kesin olarak reddediyoruz.
Demokratik bir barış ve Yeni Bir Kolombiya için savaşma kararlılığımız hiç olmadığı kadar yüksek bir seviyede bugün. Kolombiya, bütün Latin Amerika ve Karayipler halkı tarihimizin açık bir şekilde gösterdiği gibi, Kuzey emperyalizminin ve onun yerli uşaklarının bu yeni saldırıları karşısında nasıl cevap vereceğini bilmektedir.
Yurdumuza saygı gösterilecek! Yankeeler Kolombiya’dan defolacak!
FARC-EP Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası
Kolombiya Dağları, 25 Temmuz 2009.
(Kaynak: www.resistencia-colombia.org)
Kolombiya topraklarında 5 yeni ABD askeri üssünün kurulması için Devlet Başkanlığı tarafından verilen izin, vatana büyük bir ihanet, yurtsever onura ve emeperyalist sömürgecilik boyunduruğuna karşı bağımsızlık yolunda savaşırken hayatını feda etmiş Bolivar’ın özgürlük ordusu şehitlerinin hatırasına büyük bir hakaret anlamına gelmektedir.
Plan Kolombiya’nın kesin bir şekilde başarısızlığa uğratılmasının ve Latin Amerika’yı saran anti-sömürgeci hissiyatın yükselişinin ardından, bu yeni yankee işgalinin, asıl olarak isyancı devrimci hareketimize ve aynı zamanda bağımsız bir gelişme ve Latin Amerika çapında bir bütünleşmeyi amaçlayan hükümet ve kardeş halklara karşı yürütülen savaşın yeni bir aşaması olduğuna yönelik herhangi bir şüphemiz yoktur.
Kolombiya’ya yönelik Kuzey Amerika işgalinin tırmandırılışına dair açıklamalar, tam da Narino Başkanlık Sarayındaki, ülkeyi dünyanın karşısında rezil durumlara düşüren, gelecek kuşakları nefret ve onursuzluğa sürükleyen kan emicilik, kin, açgözlülük ve küstahlıkla karakterize olan Uribist mafya tarafından yapılan yeni yolsuzluk skandallarının ortasında gerçekleşiyor.
Sis perdesinin ortasında, Ekvator Devlet Başkanı Rafael Correa’ya yönelik bir saldırı arayışı olarak, Washington ve Bogota hükümetleri FARC’ın bir videosunu kendi bütünlüğünü bozarak manipüle ettiler. Bu zamana kadar herhangi bir komşu ülkenin herhangi bir seçim kampanyasına herhangi bir para verdiğimize dair iddiaları kesin olarak reddediyoruz.
Demokratik bir barış ve Yeni Bir Kolombiya için savaşma kararlılığımız hiç olmadığı kadar yüksek bir seviyede bugün. Kolombiya, bütün Latin Amerika ve Karayipler halkı tarihimizin açık bir şekilde gösterdiği gibi, Kuzey emperyalizminin ve onun yerli uşaklarının bu yeni saldırıları karşısında nasıl cevap vereceğini bilmektedir.
Yurdumuza saygı gösterilecek! Yankeeler Kolombiya’dan defolacak!
FARC-EP Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası
Kolombiya Dağları, 25 Temmuz 2009.
(Kaynak: www.resistencia-colombia.org)
28 Temmuz 2009 Salı
Kolombiya yönetimi, insanlığa saldırıyor!
İÇİŞLERİ BAKANI: KOLOMBİYALI YETKİLİNİN SUÇLAMALARI VENEZÜELLA’YA YÖNELİK BİR SALDIRIDIR
Venezüella İçişleri ve Adalet Bakanı Tareck El Aissami, Kolombiya Devlet Başkanı yardımcısı Francisco Santos’un “Bir Avrupa ülkesinin Venezüella’ya sattığı silahların bir kısmi şu an FARC’ın elinde bulunmakta” biçiminde yaptığı açıklamayı Venezüella Hükümetine ve onun kurumlarına yönelik yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.
“Anladığımız kadarıyla Raul Reyes’in “süper bilgisayarı”ndan yeni bir arşiv daha buldular! Bu halklarımıza, hükümetimize ve kurumlarımıza yönelik yapılan kapsamlı saldırının bir parçası olan ‘medyatik bir show’dan başka bir şey değildir,” diyen Bakan bu medyatik şovun ABD ve onun bölgedeki yardakçıları tarafından tezgahlandığını ve ne zaman uyuşturucu ile mücadelede Venezüella’nın başarılı sonuçları ortaya çıksa bunu hemen tersine çevirmek için yalan, ucuz ve kendilerini komik duruma düşüren bu tür gösterilerde bulunduklarını ve bunun yine ABD devleti ve bölge oligarşileri tarafından çekilmiş bir film olduğunu sözlerine ekledi.
Kolombiya Devleti on gün önce de Ekvator Devlet Başkanı Correa’nın 2006 Başkanlık seçimleri kampanyası sırasında FARC-EP’den maddi yardım aldığını iddia ettiği bir video yayınlamıştı. Arkasından yaptığı açıklamada Correa kimseden tek bir Cent almadığını bunun Ekvator’a yönelik ABD ve Kolombiya’nın ortaklaşa saldırılarından biri olduğunu söylemişti. Ekvator’dan kovulan ABD üslerinin Kolombiya’daki stratejik 5 bölgeye yerleşmeleri, başta Chávez olmak üzere bölge devlet Başkanları tarafından emperyal bir tehdit olarak değerlendirilmişti. Chávez üç gün önceden yaptığı açıklamada ilişkileri düzeltmek için bütün çabalara ve töleransa rağmen Kolombiya Devleti’nin ABD’nin bir kuklası ve bölgenin İsraili haline geldiğini ve bunun da Venezüella ve diğer ülke halk ve hükümetleri için açık saldırı anlamına geldiğini, bu noktadan sonra Kolombiya ile olan bütün ilişkileri gözden geçirmelerinin bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştı.
Honduras darbesinin ikinci günü Kolombiya Devlet Başkanı Uribe’nin Beyaz Saray’da Obama ile olan sürpriz toplantısında Ekvator ve Venezüella ile ilgili bu kampanyanın konuşulduğu son derece açık.
Bütün bu saldırıların, Honduras darbesi de dahil olmak üzere ABD emperyalizminin bölgedeki ilerici hükümetleri istikrarsızlaştırma planının bir parçası olduğunu ve Obama hükümeti tarafından düğmeye basıldığını söylemek yanlış olmaz.
Haber: Canan Ateş, Caracas, 27 Temmuz 2009
Venezüella İçişleri ve Adalet Bakanı Tareck El Aissami, Kolombiya Devlet Başkanı yardımcısı Francisco Santos’un “Bir Avrupa ülkesinin Venezüella’ya sattığı silahların bir kısmi şu an FARC’ın elinde bulunmakta” biçiminde yaptığı açıklamayı Venezüella Hükümetine ve onun kurumlarına yönelik yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdi.
“Anladığımız kadarıyla Raul Reyes’in “süper bilgisayarı”ndan yeni bir arşiv daha buldular! Bu halklarımıza, hükümetimize ve kurumlarımıza yönelik yapılan kapsamlı saldırının bir parçası olan ‘medyatik bir show’dan başka bir şey değildir,” diyen Bakan bu medyatik şovun ABD ve onun bölgedeki yardakçıları tarafından tezgahlandığını ve ne zaman uyuşturucu ile mücadelede Venezüella’nın başarılı sonuçları ortaya çıksa bunu hemen tersine çevirmek için yalan, ucuz ve kendilerini komik duruma düşüren bu tür gösterilerde bulunduklarını ve bunun yine ABD devleti ve bölge oligarşileri tarafından çekilmiş bir film olduğunu sözlerine ekledi.
Kolombiya Devleti on gün önce de Ekvator Devlet Başkanı Correa’nın 2006 Başkanlık seçimleri kampanyası sırasında FARC-EP’den maddi yardım aldığını iddia ettiği bir video yayınlamıştı. Arkasından yaptığı açıklamada Correa kimseden tek bir Cent almadığını bunun Ekvator’a yönelik ABD ve Kolombiya’nın ortaklaşa saldırılarından biri olduğunu söylemişti. Ekvator’dan kovulan ABD üslerinin Kolombiya’daki stratejik 5 bölgeye yerleşmeleri, başta Chávez olmak üzere bölge devlet Başkanları tarafından emperyal bir tehdit olarak değerlendirilmişti. Chávez üç gün önceden yaptığı açıklamada ilişkileri düzeltmek için bütün çabalara ve töleransa rağmen Kolombiya Devleti’nin ABD’nin bir kuklası ve bölgenin İsraili haline geldiğini ve bunun da Venezüella ve diğer ülke halk ve hükümetleri için açık saldırı anlamına geldiğini, bu noktadan sonra Kolombiya ile olan bütün ilişkileri gözden geçirmelerinin bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştı.
Honduras darbesinin ikinci günü Kolombiya Devlet Başkanı Uribe’nin Beyaz Saray’da Obama ile olan sürpriz toplantısında Ekvator ve Venezüella ile ilgili bu kampanyanın konuşulduğu son derece açık.
Bütün bu saldırıların, Honduras darbesi de dahil olmak üzere ABD emperyalizminin bölgedeki ilerici hükümetleri istikrarsızlaştırma planının bir parçası olduğunu ve Obama hükümeti tarafından düğmeye basıldığını söylemek yanlış olmaz.
Haber: Canan Ateş, Caracas, 27 Temmuz 2009
Ekvator, Kolombiya'dan asla çekinmiyor!
EKVATOR, KOLOMBİYA’NIN OLASI BAŞKA BİR SALDIRISINA ASKERİ OLARAK YANIT VERECEK
Ekvator Devlet Başkanı Rafael Correa, Pazar akşamı katıldığı televizyon programında kendisine sorulan bir soruyu “Eğer Kolombiya bize bir kez daha saldırırsa cevabımız askeri biçimde olacaktır ve 1 Mart 2008’de olduğu gibi ülke topraklarımıza girişe bir daha asla izin vermeyeceğim” diye cevapladı.
“Geçen sene bu saldırı gerçekleştikten sonra önce diplomatik yolları denemiştik ve Amerika Devletleri Örgütü (OAS) Kolombiya’yı suçlu olarak tanımlamış olmasına rağmen önleyici savaş doktrini savunucusu eski Savunma Bakanı Santos’un bu tavrı devam ettiriliyorsa bize de askeri cevap vermekten başka bir seçenek kalmamış oluyor olası bir tekrar durumunda,” dedi.
Santos’un gelecek seçimlerde Başkan seçilmesinin son derece tehlikeli bir durum yaratacağını ancak bunun kararını Kolombiya halkının vereceğini ve Ekvator’un en büyük günahının ve suçunun coğrafik olarak iç savaş yaşayan bir ülkeye komşu olmakta yattığını ancak bu durumu kendilerinin seçmediğini ve asıl çözümün Kolombiyalıların kendi ellerinde olduğunu sözlerine ekledi.
Haber: Canan Ateş, Caracas, 27 Temmuz 2009.
Ekvator Devlet Başkanı Rafael Correa, Pazar akşamı katıldığı televizyon programında kendisine sorulan bir soruyu “Eğer Kolombiya bize bir kez daha saldırırsa cevabımız askeri biçimde olacaktır ve 1 Mart 2008’de olduğu gibi ülke topraklarımıza girişe bir daha asla izin vermeyeceğim” diye cevapladı.
“Geçen sene bu saldırı gerçekleştikten sonra önce diplomatik yolları denemiştik ve Amerika Devletleri Örgütü (OAS) Kolombiya’yı suçlu olarak tanımlamış olmasına rağmen önleyici savaş doktrini savunucusu eski Savunma Bakanı Santos’un bu tavrı devam ettiriliyorsa bize de askeri cevap vermekten başka bir seçenek kalmamış oluyor olası bir tekrar durumunda,” dedi.
Santos’un gelecek seçimlerde Başkan seçilmesinin son derece tehlikeli bir durum yaratacağını ancak bunun kararını Kolombiya halkının vereceğini ve Ekvator’un en büyük günahının ve suçunun coğrafik olarak iç savaş yaşayan bir ülkeye komşu olmakta yattığını ancak bu durumu kendilerinin seçmediğini ve asıl çözümün Kolombiyalıların kendi ellerinde olduğunu sözlerine ekledi.
Haber: Canan Ateş, Caracas, 27 Temmuz 2009.
10 Temmuz 2009 Cuma
Mustafa Demirkanlı, Ertuğrul Timur, Ömer Kurhan, Murat Demirbaş, Hasan Anamur gibi linççileri desteklemeyen Temel Demirer'den aşk ve sanat üzerine ses
AŞK VE SANAT[*]
Temel Demirer
10 Temmuz 2009
“Aşk her şey.
Aşk bildiğim ne varsa.”[1]
“Aşk ve Sanat” üzerine söz etmek, kanımca, sonsuzluğa eşitlenmesi gereken bir çaba…
“Sonsuzluk” dedim; “Aşk ve Sanat” konusunu ben, “Sayıların sonu yoktur, sayılar sonsuzdur. Nasıl en son sayı yoksa, en son devrim de yoktur. Devrimler sonsuzdur,” diyen Yevgeni Zamyatin’in mantığıyla ele alırım…
Devrim(ler)in, aşk(lar)ın, sanat(lar)ın sonu yoktur; çünkü insan(lık)a mündemiç olan onlar sonsuzdur…
O hâlde devrim(ler)den, aşk(lar)dan, sanat(lar)dan söz etmek sonsuzluk ve insan(lık)dan söz etmektir…
***
Bilmeyen var mı? Olabilir mi? Zannetmiyorum…
Aşk insanı ustalaştırır, sanatkârlaştırır; çünkü aşkın mayasında sanat, sanatın varoluşunda da aşkın rolü büyüktür…
İnsan(lık)ın insanlaşma serüveninde sanat, üremek ve hayatta kalmak için gereklidir. Hatta “Sanat evrimsel uyumun bir uzantısı”dır.[2] Aşk da öyle…
Öte yandan “Aşk bir deliliktir,” der William Shakespeare… Sanat da öyle…
“Aşk’ın hiçbir sıfata ve tanımlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk.Ya tam ortasındadır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde,” der Elif Şafak… Sanat da öyle…
“Tutku her iklimde yetişen bir bitkidir,” der Walter Scott… Aşk ve sanat için de öyle…
Yani bir yanıyla “deli”, öteki yanıyla da hiçbir sıfata ve tanımlamaya muhtaç olmayan aşk, insan(lık)ın en -tutkulu- insan hâlidir; bu yanıyla da sanatı, sanat yapan dinamikleri betimleyendir…
Evet, aşk ve sanat başlı başına bir dünyadır; bu yanıyla da, “olağan” denilen sıradanlık ve sınırlanmışlık “algısı” için aşk ve sanat “olağanüstü”dür; “gerçeküstüdür”!
Etkileri, dipten süren ve başka eğilimlere bulanmış biçimde karşımıza çıkan gerçeküstücülüğün izini sürerken aşk ve sanatın başkaldıran izlerine de rastlarız…
Aşk ve sanat, son kertede insan(lık)ın “isyan” hareketidir; “olağan dünyayı yeniden biçimlendirmeye dönük yıkıcı bir girişim”dir…
İnsan(lık)ı insan olmaktan uzaklaştırıp, çelik bir kafese hapseden “olağan”ın kafesini parçalamanın en insani reflekslerinden olan aşk ve sanat yıkıcı/ yaratıcı bir dinamiktir.
Örneğin kendini “büyülü çekiç” olarak tanımlayan gerçeküstücülük akımı 1924’te Andre Breton tarafından yayımlanan ilk duyurusunda, “Sevgili imgelem gücü’ne vurgu yapılıyor ve deliliğe varan tutku aracılığıyla bu gücün hep canlı tutulmasıyla incelikli akılcı yöntemlerin dışına çıkmanın mümkün olabileceğine değiniliyordu.[3]
Hegel’in diyalektik mantığından yola çıkan, özgür iradenin temel gerçeklik olduğunu, ben ya da irade dışında her şeyin pasif ve ölü sayılacağını öne süren Fichte’nin görüşünün altını özenle çizen gerçeküstücülüğün kökeninde, devrime duyulan özlem zaten var olan bir şeyken; yine Breton, ‘Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin’ başlığını taşıyan duyuru metninde şu satırların altını çizer: “Sanat, kendisine ters gelecek hiçbir buyruğa boyun eğmez. Saldırgan kentsoylunun tepkisine karşı, savunma hakkı devrimci yönetimde vardır.”
Burada durup hatırlatıyorum: “Olağan” denilen sınıflı-sömürücü yabancılaşmanın kollarındaki insan(lık) için aşk ve sanat gerçeküstüdür…
Çünkü insan olmayı imkânsızlaştıran sürdürülemez kapitalizmin kollarında insan olmak ve kalmak, sınır tanımayan bir başkaldırının gerçeküstücülüğüdür…
Kolay mı? Mahatma Gandi’nin, “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun,” dediği koordinatlardan geçerken hâlâ Ferhat(’lar), Şirin(’ler) için dağları delebiliyor ve Mecnun(’lar), Leyla(’lar) uğruna çöllerle düşebiliyorsa, belki de tam bun(lar)dan aşk, olanaksızı olanaklı kılan en maharetli ve elbette başkaldıran, yaratan bir yoğunluktur; tıpkı sanat gibi…
***
“Sanat”; insan(lık)ın insani özgürleşme alanıdır…
Bunun için “Sanatlar, hürriyet tarafından emzirilince büyürler,” der Schiller…
Ayrıca Eugene Lunn’un özenle altını çizdiği gibi, “Marx’a göre insan emeğinin ayrı bir parçası olarak sanat, dışsal gerçeklik denen şeyin sadece bir ‘kopyası’ ya da ‘yansıması’ değil, bu gerçekliğe insani amaçların aşılanmasıdır.”
Bu bağlamda “Sanat, doğru ve düzenli bir toplum gerçekliğinin güvencesidir” diyen “Adorno’ya göre sanat, içinde doğmuş olduğu topluma yönelir ve yanlış gerçekliğe karşılık doğruluğu ifade eder. Ancak sanat toplumsal gerçekliği değiştiren bir eylem alanı değildir. Toplumsal gerçekliğin içinde, sınırlı bir bölgede, gerçek değerlere sahip ve tavrını gettolardan (emeğine yabancılaşan, burjuva toplumun dışladıkları) yana koyan bir örnek alandır.”[4]
Tam da bu noktada “Sanatta şundan daha iyi bir şey söylemek zor: Hiçbir şey,” diyen Wittgenstein’ın görüşünü paylaşmak, onaylamak mümkün değildir…
Çünkü ezilenler için sanat; yeni biçimler, yeni özlerle, gerçeklerin devindiği bir süreçler ırmağında birbirlerini besleyerek belirlenir. Bunun içinde sanat, dünyayı değiştirerek estetize eden insani-bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, aşkın, heyecanın, tutkunun sonucu ortaya çıkar, çıkabilir.
Bu(nlar) böyleyken, Attila İlhan’ın ifadesiyle de, “Sanat, toplumsal bir çabadır; toplumdan gelir, topluma döner. Fakat gelenle giden aynı şey değildir.”
Evet, Lenin’in şu özlü sözündeki gibi, “Sanat kitlelere yaklaştırılmalıdır, kitleler de sanata...”
İşte bunların böyle kılınmasıyla da “Gelecek siyaset çağı değil, estetik çağı olacaktır,” M. Gorki’nin ifadesiyle…
Ve nihayet Dyloch Koch’un, “Elleri, zihni ve kalbiyle çalışan insan sanatçıdır”; Bacon’un, “Sanat doğaya eklenmiş insandır,” diye tanımladığı sanatçıya gelince; o da, bir aşık, aşkın ve eylemci, devrimcidir…
“Sanatçının bir eylemci, kuramcı, oyuncu ve bir şaman olduğunu; var olmayana sadakati ile mevcuda ihaneti arsında her belirişinde zamanın ruhunun soluğunu kesen bir sabahyıldızı olduğunu, en sert çıplağında, adı Fluxus ile özdeş Beuys’un ‘Yaşamım Sanatımdır’ mottosundan görürüz. Ayrıca sanat ütopyadır ve gerçeğin kubbesini aşmakla anlamını üretir.
Dikkat ettiniz mi? “Aşka” dair ettiğimiz her söz “sanata”; sanata” dair ettiğimiz her söz de “aşka” hizalanmaktadır…
* * *
“Ancak” vurgusuyla burada bir parantez açmak “olmazsa olmaz”dır; şöyle ki…
Ali Artun’un, “Sanat, senet olup gitmesin,” haklı uyarısını dillendirdiği; veya “Burjuva sınıf[ın], ‘Bu sanat değil, bu politika’ dediği”[5] yabancılaşma kesitinde; insan olmak ve kalmakta ısrarlı herkesin bir kez daha “aşk” ve “sanat” üzerine kafa yorması kaçınılmaz bir gerekliliktir...
Korhan Gümüş’ün, “Günümüzde sanatsal olan artık sanatsal olmayandır,” uyarısına dikkat etmeliyiz. Çünkü sürdürülemez kapitalizmin “olağan” dediği; sanatı sanat; insanı insan; aşkı aşk olmaktan çıkardı…
Bunu yaparken de sanatın, insanın, aşkın; isyanla, devrimle, siyasetle bağını kopardı; yani sanatı, insanı, aşkı “hiçliğe” eşitledi!
Örneğin Erdağ Aksel’in, “Siyasi eylemin de yaratıcı olanı olur, olmayanı olur, sanatın da öyle. Öte yandan sanat da dünyanın en önemli meselesi değil. Her yaratıcı eyleme sanat demeyelim. Gelin hayatımızda bir sürü yaratıcı eylem olsun, bazısı sanat olsun bazısı olmasın…”
Veya Ali Artun’un, “Sanat insanlığın tarihsel ilerlemesindeki özel misyonundan ötürü özerktir; ne bilimin ne de siyasetin araçlarıyla yerine getirilemeyecek bir misyondur bu…”[6]
Ya da Halil Turhanlı’nın, “Sanatı ekonomi politiğin kavramlarıyla açıklamaya çalışan Marksist estetik proletaryanın kolektif bilincini yüceltirken öznel bilinci, tekilliği değersizleştirir. Bir romanın, şiirin ya da oyunun işçi sınıfı için yazılmış olması o esere devrimci nitelik kazandırmaya yetmez…” satırlarını kaleme alan zihniyetteki üzere!
Yeri geldi ifade edeyim: Aşkın ve sanatın politik gizilgücü kendi içindedir; devrimci ve aşkındır…
İşte tam da bunun için “Popüler kültür yaratıcılığı öldürür”ken;[7] ezilenlerin sanatı toplumsal değişimi önceden yansıtır, aşkla kurtuluş imgesini gösterir….
Ezilenlerin sanatı sürdürülemez küresel kapitalizmin yıkımı, savaşları, şiddeti, yalanları karşısında barışı, halkların kardeşliğini, insani doğrulara ilişkin düşünce, eylemleri üretmenin eylemiyle var olabilir…
Ezilenlerin sanatı, sanatın sürdürülemez kapitalizmin para-meta-para ilişkilerinin dar alanında -soysuzlaştırılarak- icra edilmesine, yabancılaştırılmasına “Evet” diyemez!
Hayır, dar bir alan hapsedilmesi mümkün olmayan sanat toplumun tüm katmanlarına açılarak mal edilmelidir…
Beral Marda’nın, “Alan dar, çünkü sanatçılar, sanat işlerini yürütenler ve aydınlar arasında düşünsel alış-veriş, tartışma ve söylem oluşturma isteği zayıf. Sanat kokteyllerine, partilerine koşarak gelenler düşünsel etkinliklerde görünmüyorlar,” diye betimlediği açmazı aşmanın tek yolu; sanatı aşkla toplumun tüm katmanlarına açarak mal etmektir…
Evet, evet sürdürülemez kapitalist yıkımın sanatı görselleşmiş bir ideoloji (ve propaganda) alanına -piyasa ve sınıf gereksinimi olarak- tahvil ettiği açmaza başkaldırmak bir zorunluluk, kaçınılmazlıktır…
Paul Virilio’nun bir “yalan sanatı” (art of the lie) hizmetinde “sahtelik sanatı” (art of the false) oluştuğundan söz ettiği koordinatlar bir başkaldırı zamanıdır…
Yani aşk da, insan da, sanat da kendini kapitalizme karşı devrimci (hadi gerçeküstü diyelim!) bir başkaldırıyla var edebilecektir…
Bunun dışında bir seçenek yoktur!
Tam da bu noktada soru(n); anlamak için direnmekte; direnişi isyana; isyanı da devrime dönüştüren bir aşkla hayata sarılmaktadır…
Erich Fromm’un, “Geçmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğinki ise robot olmak!”; Sophokles’in, “Bozulduğu zaman, insandan daha çok korkunç bir yaratık yoktur,” sözlerini bir kez daha anımsamak insan(lık) için bir “olmazsa olmaz”lıkdır…
Evet, şimdi aşk ve sanatın kıyam zamanıdır!
***
Bir kez daha tekrarlıyorum: Şimdi aşkla kıyam zamanı; aşk ve sanatla kıyam zamanıdır…
“Aşk”… O; “Kitap okurum:/ İçinde sen varsın,/ şarkı dinlerim:/ İçinde sen,/ Otururum ekmeğimi yerim:/ Karşımda sen oturursun,/ çalışırım:/ karşımda sen” diye haykıran Nâzım Hikmet’in ‘Tahir ile Zühre Meselesi’nde betimlediğidir:
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/ hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,/ bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte/ yani yürekte./ /
Seversin dünyayı doludizgin/ ama o bunun farkında değildir/ ayrılmak istemezsin dünyadan/ ama o senden ayrılacak/ yani sen elmayı seviyorsun diye/ elmanın da seni sevmesi şart mı?/
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık/ yahut hiç sevmeseydi/ Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”
“Aşk”; Gustave Thibon’un, “Sevgilim, kimsin söyle/ Kendime baktığım ayna mı?/ Kendimi kaybettiğim uçurum mu?”; ya da Edip Cansever’in, “İçinden doğru sevdim seni/ Bakışlarından doğru sevdim de/ Ağzındaki ıslaklığın buğusundan/ Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de/ Beni sevdiğin gibi sevdim seni” dizelerindeki “ben”dir…
Evet, aşk “ben”dir; aşk “benliğimiz”dir…
Çünkü insan(lık) yalnız kendisine aittir; bunun kanıtı da insani edimlerin doruk noktası olan “aşk” ile “sanat”tır…
İnsan yalnız kendine aitse kuvvetlidir, kapsadıklarıyla güzelleyebiliyorsa kendini ve ötesini…
Değil ise bu böyle, yani güzelleyemiyorsak hayatı hükmümüzü kaybetmişizdir kendimize…
Evet “aşk”la, “sanat”la ait olmak gereklidir!
Tam da bu bağlamda Eugene Guillevic’in dizelerindeki üzere “Elbette yalan/ Aşk faslının kapandığı/ Bizi mutsuz kıldığı/ Elbette yalan/ Elbette yalan/ Bizi ağlamaklı ettiği/ Yarınların eşiğinde/ İkimiz göz gözeyken/ Elbette yalan/ Tümünün baştan çıktığı/ Yokuşa tırmananları/ Tam iteleyeceğimiz kez de/ Bütün aşkların çürüdüğü/ Elbette yalan”dır…
Aşk ve aşkla üretilen sanat çürümez, çürütmez…
O hâlde “Aşk ve Sanat” konusundaki son sözü şimdi Nâzım Hikmet’in dizelerine bırakalım: “En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır/ en güzel çocuk henüz büyümedi/ en güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız/ ve sana söylemek istediğim en güzel söz/ henüz söylememiş olduğum sözdür…”
8 Haziran 2009 11:08:41, Ankara.
N O T L A R
[*] 13 Haziran 2009 tarihinde Yeni Kapı Tiyatro Topluluğu’nun İzmir’de düzenlediği “Aşk ve Sanat” başlıklı panelde yapılan konuşma… Esmer, No:53/7, Temmuz-Ağustos 2009…
[1] Theodore Roethke.
[2] “Darwinci Görüşe Göre Sanatın Evrimi”, Derleyen: Reyhan Oksay, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:22, No:1152, 17 Nisan 2009, s.6-7.
[3] Michael Löwy, Sabah Yıldızı-Gerçeküstücülük ve Marksizm, Çeviri: Aslıhan Aydın, U. Uraz Aydın, Versus Kitap, 2009.
[4] “Adorno’nun Sanat ve Estetiğe Bakışı”, Özgür Düşün, No:46, Mayıs 2009, s.38.
[5] Didem Yazıcı, “Bu Sanat Değil, Bu Politika!”, Radikal, 4 Nisan 2009, s.21.
[6] Sanat/Siyaset, Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika, Editör: Ali Artun, İletişim Yay., Sanat Hayat Dizisi -14, 2008, s.36.
[7] “Popüler Kültür Yaratıcılığı Öldürür”, Birgün, 14 Mayıs 2009, s.2.
***
OYUN'un notu: Yukarıdaki metni geldiği gibi yayınladık!
Ayrıca bakınız: Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
Temel Demirer
10 Temmuz 2009
“Aşk her şey.
Aşk bildiğim ne varsa.”[1]
“Aşk ve Sanat” üzerine söz etmek, kanımca, sonsuzluğa eşitlenmesi gereken bir çaba…
“Sonsuzluk” dedim; “Aşk ve Sanat” konusunu ben, “Sayıların sonu yoktur, sayılar sonsuzdur. Nasıl en son sayı yoksa, en son devrim de yoktur. Devrimler sonsuzdur,” diyen Yevgeni Zamyatin’in mantığıyla ele alırım…
Devrim(ler)in, aşk(lar)ın, sanat(lar)ın sonu yoktur; çünkü insan(lık)a mündemiç olan onlar sonsuzdur…
O hâlde devrim(ler)den, aşk(lar)dan, sanat(lar)dan söz etmek sonsuzluk ve insan(lık)dan söz etmektir…
***
Bilmeyen var mı? Olabilir mi? Zannetmiyorum…
Aşk insanı ustalaştırır, sanatkârlaştırır; çünkü aşkın mayasında sanat, sanatın varoluşunda da aşkın rolü büyüktür…
İnsan(lık)ın insanlaşma serüveninde sanat, üremek ve hayatta kalmak için gereklidir. Hatta “Sanat evrimsel uyumun bir uzantısı”dır.[2] Aşk da öyle…
Öte yandan “Aşk bir deliliktir,” der William Shakespeare… Sanat da öyle…
“Aşk’ın hiçbir sıfata ve tanımlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk.Ya tam ortasındadır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde,” der Elif Şafak… Sanat da öyle…
“Tutku her iklimde yetişen bir bitkidir,” der Walter Scott… Aşk ve sanat için de öyle…
Yani bir yanıyla “deli”, öteki yanıyla da hiçbir sıfata ve tanımlamaya muhtaç olmayan aşk, insan(lık)ın en -tutkulu- insan hâlidir; bu yanıyla da sanatı, sanat yapan dinamikleri betimleyendir…
Evet, aşk ve sanat başlı başına bir dünyadır; bu yanıyla da, “olağan” denilen sıradanlık ve sınırlanmışlık “algısı” için aşk ve sanat “olağanüstü”dür; “gerçeküstüdür”!
Etkileri, dipten süren ve başka eğilimlere bulanmış biçimde karşımıza çıkan gerçeküstücülüğün izini sürerken aşk ve sanatın başkaldıran izlerine de rastlarız…
Aşk ve sanat, son kertede insan(lık)ın “isyan” hareketidir; “olağan dünyayı yeniden biçimlendirmeye dönük yıkıcı bir girişim”dir…
İnsan(lık)ı insan olmaktan uzaklaştırıp, çelik bir kafese hapseden “olağan”ın kafesini parçalamanın en insani reflekslerinden olan aşk ve sanat yıkıcı/ yaratıcı bir dinamiktir.
Örneğin kendini “büyülü çekiç” olarak tanımlayan gerçeküstücülük akımı 1924’te Andre Breton tarafından yayımlanan ilk duyurusunda, “Sevgili imgelem gücü’ne vurgu yapılıyor ve deliliğe varan tutku aracılığıyla bu gücün hep canlı tutulmasıyla incelikli akılcı yöntemlerin dışına çıkmanın mümkün olabileceğine değiniliyordu.[3]
Hegel’in diyalektik mantığından yola çıkan, özgür iradenin temel gerçeklik olduğunu, ben ya da irade dışında her şeyin pasif ve ölü sayılacağını öne süren Fichte’nin görüşünün altını özenle çizen gerçeküstücülüğün kökeninde, devrime duyulan özlem zaten var olan bir şeyken; yine Breton, ‘Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin’ başlığını taşıyan duyuru metninde şu satırların altını çizer: “Sanat, kendisine ters gelecek hiçbir buyruğa boyun eğmez. Saldırgan kentsoylunun tepkisine karşı, savunma hakkı devrimci yönetimde vardır.”
Burada durup hatırlatıyorum: “Olağan” denilen sınıflı-sömürücü yabancılaşmanın kollarındaki insan(lık) için aşk ve sanat gerçeküstüdür…
Çünkü insan olmayı imkânsızlaştıran sürdürülemez kapitalizmin kollarında insan olmak ve kalmak, sınır tanımayan bir başkaldırının gerçeküstücülüğüdür…
Kolay mı? Mahatma Gandi’nin, “Dünyada görmek istediğiniz değişikliğin kendisi siz olun,” dediği koordinatlardan geçerken hâlâ Ferhat(’lar), Şirin(’ler) için dağları delebiliyor ve Mecnun(’lar), Leyla(’lar) uğruna çöllerle düşebiliyorsa, belki de tam bun(lar)dan aşk, olanaksızı olanaklı kılan en maharetli ve elbette başkaldıran, yaratan bir yoğunluktur; tıpkı sanat gibi…
***
“Sanat”; insan(lık)ın insani özgürleşme alanıdır…
Bunun için “Sanatlar, hürriyet tarafından emzirilince büyürler,” der Schiller…
Ayrıca Eugene Lunn’un özenle altını çizdiği gibi, “Marx’a göre insan emeğinin ayrı bir parçası olarak sanat, dışsal gerçeklik denen şeyin sadece bir ‘kopyası’ ya da ‘yansıması’ değil, bu gerçekliğe insani amaçların aşılanmasıdır.”
Bu bağlamda “Sanat, doğru ve düzenli bir toplum gerçekliğinin güvencesidir” diyen “Adorno’ya göre sanat, içinde doğmuş olduğu topluma yönelir ve yanlış gerçekliğe karşılık doğruluğu ifade eder. Ancak sanat toplumsal gerçekliği değiştiren bir eylem alanı değildir. Toplumsal gerçekliğin içinde, sınırlı bir bölgede, gerçek değerlere sahip ve tavrını gettolardan (emeğine yabancılaşan, burjuva toplumun dışladıkları) yana koyan bir örnek alandır.”[4]
Tam da bu noktada “Sanatta şundan daha iyi bir şey söylemek zor: Hiçbir şey,” diyen Wittgenstein’ın görüşünü paylaşmak, onaylamak mümkün değildir…
Çünkü ezilenler için sanat; yeni biçimler, yeni özlerle, gerçeklerin devindiği bir süreçler ırmağında birbirlerini besleyerek belirlenir. Bunun içinde sanat, dünyayı değiştirerek estetize eden insani-bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, aşkın, heyecanın, tutkunun sonucu ortaya çıkar, çıkabilir.
Bu(nlar) böyleyken, Attila İlhan’ın ifadesiyle de, “Sanat, toplumsal bir çabadır; toplumdan gelir, topluma döner. Fakat gelenle giden aynı şey değildir.”
Evet, Lenin’in şu özlü sözündeki gibi, “Sanat kitlelere yaklaştırılmalıdır, kitleler de sanata...”
İşte bunların böyle kılınmasıyla da “Gelecek siyaset çağı değil, estetik çağı olacaktır,” M. Gorki’nin ifadesiyle…
Ve nihayet Dyloch Koch’un, “Elleri, zihni ve kalbiyle çalışan insan sanatçıdır”; Bacon’un, “Sanat doğaya eklenmiş insandır,” diye tanımladığı sanatçıya gelince; o da, bir aşık, aşkın ve eylemci, devrimcidir…
“Sanatçının bir eylemci, kuramcı, oyuncu ve bir şaman olduğunu; var olmayana sadakati ile mevcuda ihaneti arsında her belirişinde zamanın ruhunun soluğunu kesen bir sabahyıldızı olduğunu, en sert çıplağında, adı Fluxus ile özdeş Beuys’un ‘Yaşamım Sanatımdır’ mottosundan görürüz. Ayrıca sanat ütopyadır ve gerçeğin kubbesini aşmakla anlamını üretir.
Dikkat ettiniz mi? “Aşka” dair ettiğimiz her söz “sanata”; sanata” dair ettiğimiz her söz de “aşka” hizalanmaktadır…
* * *
“Ancak” vurgusuyla burada bir parantez açmak “olmazsa olmaz”dır; şöyle ki…
Ali Artun’un, “Sanat, senet olup gitmesin,” haklı uyarısını dillendirdiği; veya “Burjuva sınıf[ın], ‘Bu sanat değil, bu politika’ dediği”[5] yabancılaşma kesitinde; insan olmak ve kalmakta ısrarlı herkesin bir kez daha “aşk” ve “sanat” üzerine kafa yorması kaçınılmaz bir gerekliliktir...
Korhan Gümüş’ün, “Günümüzde sanatsal olan artık sanatsal olmayandır,” uyarısına dikkat etmeliyiz. Çünkü sürdürülemez kapitalizmin “olağan” dediği; sanatı sanat; insanı insan; aşkı aşk olmaktan çıkardı…
Bunu yaparken de sanatın, insanın, aşkın; isyanla, devrimle, siyasetle bağını kopardı; yani sanatı, insanı, aşkı “hiçliğe” eşitledi!
Örneğin Erdağ Aksel’in, “Siyasi eylemin de yaratıcı olanı olur, olmayanı olur, sanatın da öyle. Öte yandan sanat da dünyanın en önemli meselesi değil. Her yaratıcı eyleme sanat demeyelim. Gelin hayatımızda bir sürü yaratıcı eylem olsun, bazısı sanat olsun bazısı olmasın…”
Veya Ali Artun’un, “Sanat insanlığın tarihsel ilerlemesindeki özel misyonundan ötürü özerktir; ne bilimin ne de siyasetin araçlarıyla yerine getirilemeyecek bir misyondur bu…”[6]
Ya da Halil Turhanlı’nın, “Sanatı ekonomi politiğin kavramlarıyla açıklamaya çalışan Marksist estetik proletaryanın kolektif bilincini yüceltirken öznel bilinci, tekilliği değersizleştirir. Bir romanın, şiirin ya da oyunun işçi sınıfı için yazılmış olması o esere devrimci nitelik kazandırmaya yetmez…” satırlarını kaleme alan zihniyetteki üzere!
Yeri geldi ifade edeyim: Aşkın ve sanatın politik gizilgücü kendi içindedir; devrimci ve aşkındır…
İşte tam da bunun için “Popüler kültür yaratıcılığı öldürür”ken;[7] ezilenlerin sanatı toplumsal değişimi önceden yansıtır, aşkla kurtuluş imgesini gösterir….
Ezilenlerin sanatı sürdürülemez küresel kapitalizmin yıkımı, savaşları, şiddeti, yalanları karşısında barışı, halkların kardeşliğini, insani doğrulara ilişkin düşünce, eylemleri üretmenin eylemiyle var olabilir…
Ezilenlerin sanatı, sanatın sürdürülemez kapitalizmin para-meta-para ilişkilerinin dar alanında -soysuzlaştırılarak- icra edilmesine, yabancılaştırılmasına “Evet” diyemez!
Hayır, dar bir alan hapsedilmesi mümkün olmayan sanat toplumun tüm katmanlarına açılarak mal edilmelidir…
Beral Marda’nın, “Alan dar, çünkü sanatçılar, sanat işlerini yürütenler ve aydınlar arasında düşünsel alış-veriş, tartışma ve söylem oluşturma isteği zayıf. Sanat kokteyllerine, partilerine koşarak gelenler düşünsel etkinliklerde görünmüyorlar,” diye betimlediği açmazı aşmanın tek yolu; sanatı aşkla toplumun tüm katmanlarına açarak mal etmektir…
Evet, evet sürdürülemez kapitalist yıkımın sanatı görselleşmiş bir ideoloji (ve propaganda) alanına -piyasa ve sınıf gereksinimi olarak- tahvil ettiği açmaza başkaldırmak bir zorunluluk, kaçınılmazlıktır…
Paul Virilio’nun bir “yalan sanatı” (art of the lie) hizmetinde “sahtelik sanatı” (art of the false) oluştuğundan söz ettiği koordinatlar bir başkaldırı zamanıdır…
Yani aşk da, insan da, sanat da kendini kapitalizme karşı devrimci (hadi gerçeküstü diyelim!) bir başkaldırıyla var edebilecektir…
Bunun dışında bir seçenek yoktur!
Tam da bu noktada soru(n); anlamak için direnmekte; direnişi isyana; isyanı da devrime dönüştüren bir aşkla hayata sarılmaktadır…
Erich Fromm’un, “Geçmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğinki ise robot olmak!”; Sophokles’in, “Bozulduğu zaman, insandan daha çok korkunç bir yaratık yoktur,” sözlerini bir kez daha anımsamak insan(lık) için bir “olmazsa olmaz”lıkdır…
Evet, şimdi aşk ve sanatın kıyam zamanıdır!
***
Bir kez daha tekrarlıyorum: Şimdi aşkla kıyam zamanı; aşk ve sanatla kıyam zamanıdır…
“Aşk”… O; “Kitap okurum:/ İçinde sen varsın,/ şarkı dinlerim:/ İçinde sen,/ Otururum ekmeğimi yerim:/ Karşımda sen oturursun,/ çalışırım:/ karşımda sen” diye haykıran Nâzım Hikmet’in ‘Tahir ile Zühre Meselesi’nde betimlediğidir:
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da/ hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,/ bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte/ yani yürekte./ /
Seversin dünyayı doludizgin/ ama o bunun farkında değildir/ ayrılmak istemezsin dünyadan/ ama o senden ayrılacak/ yani sen elmayı seviyorsun diye/ elmanın da seni sevmesi şart mı?/
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık/ yahut hiç sevmeseydi/ Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”
“Aşk”; Gustave Thibon’un, “Sevgilim, kimsin söyle/ Kendime baktığım ayna mı?/ Kendimi kaybettiğim uçurum mu?”; ya da Edip Cansever’in, “İçinden doğru sevdim seni/ Bakışlarından doğru sevdim de/ Ağzındaki ıslaklığın buğusundan/ Sesini yapan sözcüklerden sevdim bir de/ Beni sevdiğin gibi sevdim seni” dizelerindeki “ben”dir…
Evet, aşk “ben”dir; aşk “benliğimiz”dir…
Çünkü insan(lık) yalnız kendisine aittir; bunun kanıtı da insani edimlerin doruk noktası olan “aşk” ile “sanat”tır…
İnsan yalnız kendine aitse kuvvetlidir, kapsadıklarıyla güzelleyebiliyorsa kendini ve ötesini…
Değil ise bu böyle, yani güzelleyemiyorsak hayatı hükmümüzü kaybetmişizdir kendimize…
Evet “aşk”la, “sanat”la ait olmak gereklidir!
Tam da bu bağlamda Eugene Guillevic’in dizelerindeki üzere “Elbette yalan/ Aşk faslının kapandığı/ Bizi mutsuz kıldığı/ Elbette yalan/ Elbette yalan/ Bizi ağlamaklı ettiği/ Yarınların eşiğinde/ İkimiz göz gözeyken/ Elbette yalan/ Tümünün baştan çıktığı/ Yokuşa tırmananları/ Tam iteleyeceğimiz kez de/ Bütün aşkların çürüdüğü/ Elbette yalan”dır…
Aşk ve aşkla üretilen sanat çürümez, çürütmez…
O hâlde “Aşk ve Sanat” konusundaki son sözü şimdi Nâzım Hikmet’in dizelerine bırakalım: “En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır/ en güzel çocuk henüz büyümedi/ en güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız/ ve sana söylemek istediğim en güzel söz/ henüz söylememiş olduğum sözdür…”
8 Haziran 2009 11:08:41, Ankara.
N O T L A R
[*] 13 Haziran 2009 tarihinde Yeni Kapı Tiyatro Topluluğu’nun İzmir’de düzenlediği “Aşk ve Sanat” başlıklı panelde yapılan konuşma… Esmer, No:53/7, Temmuz-Ağustos 2009…
[1] Theodore Roethke.
[2] “Darwinci Görüşe Göre Sanatın Evrimi”, Derleyen: Reyhan Oksay, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, Yıl:22, No:1152, 17 Nisan 2009, s.6-7.
[3] Michael Löwy, Sabah Yıldızı-Gerçeküstücülük ve Marksizm, Çeviri: Aslıhan Aydın, U. Uraz Aydın, Versus Kitap, 2009.
[4] “Adorno’nun Sanat ve Estetiğe Bakışı”, Özgür Düşün, No:46, Mayıs 2009, s.38.
[5] Didem Yazıcı, “Bu Sanat Değil, Bu Politika!”, Radikal, 4 Nisan 2009, s.21.
[6] Sanat/Siyaset, Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika, Editör: Ali Artun, İletişim Yay., Sanat Hayat Dizisi -14, 2008, s.36.
[7] “Popüler Kültür Yaratıcılığı Öldürür”, Birgün, 14 Mayıs 2009, s.2.
***
OYUN'un notu: Yukarıdaki metni geldiği gibi yayınladık!
Ayrıca bakınız: Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
2 Temmuz 2009 Perşembe
Mustafa Demirkanlı, Ertuğrul Timur, Ömer Kurhan, Murat Demirbaş, Hasan Anamur, Yaşam Kaya gibi linççileri desteklemeyen Başkaya, reklamları irdeliyor!
Reklamlar İnsana ve Doğaya Karşı...
Fikret Başkaya
3 Temmuz 2009
Kapitalizm, mantığının ve temel işleyiş ‘yasalarının’ bir sonucu olarak, her seferinde daha çok üretmeden varolamıyor veya her ileri aşamada daha çok üretmeye mahkûm. Lâkin, her seferinde daha çok üretebilmesi, üretilenin tüketilmesiyle mümkün. İkincisi, kapitalist üretimde asıl amaç insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri üretmektir. İnsan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gereğiyse, kâr etmenin bir türevidir. Oysa medenî bir insan toplumunda, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere kullanım değeri üretilmesi gerekirdi. Şimdilerde insanlığın yüzyüze geldiği sayısız kötülükler ve saçmalıklar, araçlarla amaçların yer değiştirmesi ters-yüz olması, velhasıl öküzün arabanın arkasına koşulmasının sonucu... Bu kepazelik kendinden menkûl bir bilim ve sürekli kutsanan bir yeni, yenilik/yenilikçilik retoriğiyle tartışılır ve anlaşılır olmaktan çıkıyor. Sistem üretim ve tüketim çılgınlığı üzerine oturuyor ama bu dünyada üretimin de tüketimin de bir karşılığı var, olması gerekiyor. Zira dünyanın kaynakları sınırsız değil. Türkçenin henüz öztürkçeleştirilmediği dönemde, tüketim ve tüketici yerine, istihlâk ve müstehlik kelimeleri kullanılırdı. Bilindiği gibi, istihlâk helâk’tan türemedir. Helâk: mahvolma, ölme, harcanma... gibi anlamlara geliyor. Fransızca’da Latince cum-summa dan türeme kelimelerden biri olan consumer de bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek... gibi anlamlarla yüklü... O halde insanların yaptıklarının, ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok tüketmek daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok atık [çöp] demekse, şu tüketim çılgınlığının saçmalığı açık değil mi? Bu sefil durum bir önkabule dayanıyor: daha çok tüketmek daha büyük mutlulukla özdeş sayılıyor. Tükettiğin kadar mutlusun, tükettikçe mutlusun, ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlusun... Elbette çelişki ve saçmalık bununla sınırlı değil, öyle bir burjuva uygarlığı ki, birilerinin [azınlık] daha çok tüketebilmesi, başkalarının [çoğunluk] gerekli olanı tüketemez duruma gelmesiyle, yaşam için gerekli asgarî araçlardan yoksun bırakılmasıyla mümkün... Şimdilerde 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yılda silahlanmaya 1400 milyar dolar, reklamlara da 450 milyar dolar harcanıyor... Sadece bu rakamlar burjuva uygarlığının ne menem bir şey olduğunu, insanlığı ne duruma getirdiğini göstermeye yeterli değil mi? Maddi tüketimle insan mutluluğu arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu varsaymaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Sistem, çoğunluğu akıl almaz bir sefalete mahkûm ederken, çok tüketen azınlığı da insanlıktan çıkarıyor ama ne hikmetse ona da ‘mutlu azınlık’ diyorlar... Demek ki, herkes için aynı anlama gelen bir mutluluk tanımı yok... İşte onca övünülen, onca yüceltilen kapitalist uygarlığın marifeti... Ortalıkta medeniyet tanımına uygun bir şey var mı?
Adına yarışır, medenî bir insan toplumunun bazı değerlere dayanması gerekir, işte paylaşım, dostluk, kardeşlik, karşılıklı saygı ve sevgi, zayıfları kayırma, hoşgörü, eşitlik ve özgürlük bilinci, estetik duyarlılık, estetik-entelektüel etkinlik, v.b... Sadece ahlâk dışı değil, ahlâka da karşı olan kapitalizmin kitabında bunların hiçbirine yer yoktur. Orada söz konusu olan rekabet, para, güçlünün yasasıdır ve insanın ürettiği eşya [şeyler] onu üreten insandan daha ‘değerlidir’... Kapitalist sistemin devamı için daha çok üretme zorunluluğu var ama üretmekle iş bitiyor. Üretilenin mutlaka satılması [realizasyon] gerekiyor. Fakat sistemin kaçınılmaz olarak bir kutupta zenginlik biriktirmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmesine bağlı olduğu için, üretilenin satılması yani realizasyon ekseri sorun oluyor. Kapitalizm toplumsal eşitsizlik yaratmadan ve onu derinleştirmeden yol alamıyor. İşte reklamın ve reklamcının pis misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor ve söz konusu pürüzü aşmak üzere devreye giriyor. Reklam potansiyel müşterilerin [satın alabilir durumda olanlar] daha fazla satın almasını sağlamak üzere kelimeleri deforme ediyor, dili ve sembolleri manipüle ediyor, kelimelerin ve kavramların içini boşaltıyor. İnsanlarda satın alma istek ve arzusunu harekete geçirmek için göze pek görünmeyen bir strateji uyguluyor. Bütün bu reklam stratejisinin amacı insanları satın almaya ikna etmek ve o amaç için aldatmaktır. Reklam, kimi zaman gülünç, kimi zaman ‘sempatik’, kimi zaman da şaşırtıcı görüntü, imaj ve dille tehlikeli bir iş yapıyor, sürekli yenilenen bıktırıcı imajlar, sözler, görüntüler, sesler, vb. insanları alıklaştırıp- yaşamın anlamını yok ediyor. İnsanların düşünme yeteneğini köreltiyor, iyiyle- kötü, doğruyla-yanlış, güzelle-çirkin ayrımı yapmasını zorlaştırıyor. Bunları yazarken reklamcı taifesinin: "siz insanları akılsız, öyle kolay kandırılır yaratıklar olarak mı görüyorsunuz, bu onlara harekettir..." dediklerini duyar gibiyim ama dananın kuyruğu öyle değil. Zira yaptıkları söylediklerini yalanlıyor. Asıl amaçları insanları satın almaya ikna etmek üzere etkilemek değil mi? Oysa insanlar pekâlâ manipüle edilebiliyor ve etkilenebiliyor ve şartlandırılabiliyor... Elbette bıktırıcı tekrar da işlevsiz değil. Bu yüzden George Orwell haklı olarak: “64 bininci tekrarda herşey gerçek haline gelir” demişti... Gerçekten bir şey ne kadar çok tekrarlanırsa bilinçaltına yerleşme olasılığı da doğru orantılı olarak büyüyor... Bu konuda şartlı refleks denilenle ilgili bildiğinizi hatırlamanız yeterli... Fakat reklâmcı sadece mal satmanın hizmetinde değil, politika pazarında da etkili, zira politika da giderek metalaşmış bir faaliyete dönüştü. Seçilmenin yolu artık reklamdan ve reklamcıdan geçiyor. Bu politikanın iflası demektir. Şunun için ki, mâlûm “politika toplumsal yaşamı adalet içinde düzenlemek” anlamındadır... Oysa reklam ve reklamcının istediği yurttaş değil tüketicidir... Reklamcının başarısı insana insanlığını unutturmaktan geçiyor. Ünlü çokuluslu reklam şirketi DDB’nin patronu Bill Benbach : “Onları bön ve aptal hale getir [ Keep them simple and stupid]” derken, reklamla amaçlananın ne olduğunu pek de nâzik olmayan bir üslûpla ifade ediyordu... Reklamcı her türlü imkân ve aracı kullanarak potansiyel müşteriyi satın almaya ikna ediyor. Bu amaçla insanları ‘çocuklaştırması’ gerekiyor... Başka türlü söylersek reklamcının imâl etmek istediği insan ‘çocuk olarak kalmış, çocuklaşmış büyüklerdir’... ‘büyümüşte küçülmüş değil de, küçülmüş de büyümüş... Şu malı veya hizmeti satın alırsan mutlu olursun, almadığın zaman mutsuzsun. O halde reklamın önce insanda mutsuzluk duygusu, eksiklik duygusu yaratması gerekiyor ki, mutluluğa terfi etmek üzere önerilen ürünü satın alsın. Velhasıl mutsuzluk durumundan kurtulmanın yolu satın almaktan geçiyor... Elbette sadece satın almak değil, herkesin aynı şeyi satın alması, daha çok, daha çok ve daha çok satın alması... durmadan satın alması... Öyle bir insan ki, nedensiz ve amaçsız, dur durak bilmeden satın alıyor, satın almak için satın alıyor ve satın aldığı için ‘mutlu’ olduğunu sanıyor. Reklam sahip ol diyor, insan ol demesi mümkün değil. Metroda bir reklam gözüme batmıştı... batmaması mümkün mü... İştahla çikolatalı pastayı yiyen genç kızın resminin altında: “ mutlu et kendini” yazılmıştı. Reklamda sanki iki farklı kişilik resmediliyordu veya genç kızın kişiliği ikiye bölünmüştü: biri mutsuz olan ve pastayı yiyince mutlu olacak olan, diğeri de yeme fiilini gerçekleştirmek üzere pastayı satın alacak olan... Reklamların tahribatının nerelere vardığının sadece bir örneği... Asgari sağduyu ve düşünme yeteneğine sahip biri daha çok sahip olmak eşittir daha büyük mutluluk denklemine itibar eder mi? Ne kadar sembol ve değer varsa insanları tüketim düşkünü, tüketim bağımlısı [ alkol, uyuşturucu... bağımlısı gibi] yapmak üzere seferber ediliyor...
Bir şey üretmek demek doğadan bir şeyler almak, eksiltmek demek ve kullanılan doğal kaynaklar sınırsız değil. Kapitalist üretim ve onu meşrulaştıran kendinden menkûl “iktisat bilimi”, doğal kaynakların sınırsız olduğunu ilân etti. Böyle bir saçmalığa insanlar inandırıldı. Reklamlar her gün binlerce defa ‘daha çok tüket’ diyor lâkin üretilenin çoğu çöpe atılıyor. Çöpe atmak için üretimin kural haline geldiği bir dünyada milyonlarca insan açlıktan ölüyor ve hâlâ kapitalist üretim tarzının yegane rasyonel üretim tarzı olduğuna insanlar inandırılmak isteniyor. Üretim ve tüketim çılgınlığı ve atıklar doğa tahribatını derinleştirirken, insanı, toplumu ve doğayı kirletiyor. Aslında çöp dağlarına bakarak insanlığın içine sürüklendiği sefil manzaraya dair fikir edinmek mümkün... Reklamlar üretilenin eskimesine izin vermiyor. Yeni olan muteberdir düşüncesi sürekli yenilenip, tam bir saplantı haline getiriliyor ve tabii durmadan şeylerin yenileri üretiliyor ve yeniye sahip olmak mutlu olmak demek... Reklamlar ürün fiyatlarını yükseltiyor ve ‘kaliteyi ucuza’ aldığını sanan şanslı tüketiciye yükleniyor. Ödediğiniz fiyata reklam maliyeti de dahil...
Reklamlar basın özgürlüğünün de düşmanı. Şimdilerde yazılı basın, radyo ve televizyon reklamlarla ayakta kalabiliyor ve reklamı verenler de büyük çokuluslu şirketler. Şirketler reklamı kestiğinde televizyonun da fişi kesiliyor, gazeteler kapanıyor, radyolar susuyor. Böyle bir durumda gazetecilerin reklamı eleştirmesi mümkün mü? Reklamı yapılan malın kalitesine dair itirazda bulunabilir misiniz? Zaten reklam tek yönlüdür ve reklama maruz kalanın söz hakkı yoktur. Reklamlara dair eleştirel bir yazının, haberin yayınlanması mümkün mü? O zaman ancak reklamı sorun etmeyenler büyük medyada yer bulabilirler ve yalan ve tahrifat korosuna dahil olabilirler. Mesele okuduğunuz bu yazının veya benzerlerinin büyük gazetelerde yayınlanması, televizyonlarda yankı bulması mümkün mü? Böyle bir ortamda da başta yazılı basın olmak üzere medya denilenin bir tür reklam kataloguna dönüşmesi kaçınılmaz... Oysa basının [veya medyanın densin] adına lâyık olabilmesi, paranın ve devletin iktidarından bağımsız olmasıyla mümkündür.
Reklamlar israfın hizmetinde ve insanlara markalarla tuzak kuruluyor. Marka, malın kalitesini sorun etmeyi engelliyor ve değerinin çok üstünde satmanın da garantisi. Üstelik marka mal almak marifet sayılıyor. Ucuzluk kampanyaları ve promosyonlar israfı daha da büyütüyor. İnsanlar ucuza satın alma yanılsaması tuzağına düşürülüyor. İki alana üçüncüsü bedava türü kampanyalar insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak demek. Bir insanın ihtiyacı olmayan şeyleri ucuz olduğu için satın alması ne anlama geliyor? Ucuza satın alma da ekseri bir yanılsama olmak kaydıyla. Kaldı ki, gerçekten ucuzsa bile ucuza satın almak uzun vadede itibar edilebilir bir şey de olmamalıdır. Mallar emek harcanarak üretiliyor ve ucuza üretilmesinin koşullarından biri ve başlıcası da üreticinin, işçinin, esnafın, çiftçinin aşırı sömürülmesidir ki, bunun uzun vadede bumerang etkisi yaratması kaçınılmazdır. Reklamlar satın alma gücü olmayan insanları da ‘marka’ mallar satın almaya özendirip borçlandırarak düşük gelirli ailelerde gereksiz sıkıntılar, dramlar, huzursuzluklar yaratıyor, gençleri suça özendiriyor...
Tüketiciyi manipüle eden, gereksiz ihtiyaçlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, erkek egemenliğini ve önyargıları pekiştiren, ürün fiyatlarını yükselten, insanları bunaltan, çevreyi kirletip-çirkinleştiren, sürekli yalan söyleyen... reklamlara karşı çıkmak gerekli ve mümkün. Bu saldırıya başta örgütlenerek, örgütlerle karşı çıkmak mümkün ama bireysel planda da yapılabilecek şeyler var ve bu ikisi birbirini tamamlamak durumunda. Reklam karşıtı örgütler oluşturmak ve muhalif örgütlerin bu konuda duyarlı ve sorumlu davranmalarını sağlamak için çaba harcanabilir. Kaldı ki, kapitalizme karşı mücadele ettiğini söyleyen örgütlerin reklamın tahribatı karşısında tepkisiz kalmaları, onu ciddiye almamaları anlaşılır bir şey değildir... Her birimiz gönüllü yetingenlik tercihi yapabiliriz. Sade yaşamanın, azla yetinmenin insanlık demek olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak üzere pekâlâ işe kendimizden başlayabiliriz... Kapitalizmin ve reklamların dayattığını değil de ihtiyacımız olana sahip olmakla yetinebiliriz. İsraf ordusundan firar edebiliriz. Bir şeyi satın almadan önce ve mutlaka bu bana gerçekten gerekli mi? sorusunu sorabiliriz. Reklamların kölesi olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu kendi yaşamımızda gösterebiliriz. İnsan mutluluğuyla sahip olunan eşya arasında doğru yönde bir ilişki olduğuna dair genel-geçer yaygın ama saçma kabulün dışına çıkabiliriz. Asıl zenginliğin meta dünyasının dışında olabileceği düşüncesini yaygınlaştırabiliriz. Bunun için de işe sürüden ayrılarak başlayabiliriz... Bu vesileyle reklamı sanat sayanlarla, reklamlarda rol alan sanatçılara da bir çift sözüm var: Bir kere reklam kirletiyor ve kirletme eylemiyle sanatın bir ve aynı şey sayılması abestir. Bizzat reklamın varlık nedeni sanatın ve sanatçının inkârıdır; ikincisi, gerçek sanatçının reklamlarda rol alması, bir şekilde reklama bulaşması kabul edilebilir değildir. İnsanları aldatıp-alıklaştıran, kirli ve kirleten reklamlarda rol almayı, bu sefil oyunda kendini maskara etmeyi içine sindiren biri kendi varlık nedenine ve kendi etiğine ihanet etmiştir. Sanat güzelin ve daha güzelin, hayatı güzelleştirmenin, ona anlam katıp-zenginleştirmenin hizmetinde, reklam da yalanın, insanı ve toplumu kirletmenin, doğayı tahrip etmenin hizmetinde olduğuna göre...
***
SOSYALİST SANAT'ın notu: Ayrıca bakınız; Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
Fikret Başkaya
3 Temmuz 2009
Kapitalizm, mantığının ve temel işleyiş ‘yasalarının’ bir sonucu olarak, her seferinde daha çok üretmeden varolamıyor veya her ileri aşamada daha çok üretmeye mahkûm. Lâkin, her seferinde daha çok üretebilmesi, üretilenin tüketilmesiyle mümkün. İkincisi, kapitalist üretimde asıl amaç insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri üretmektir. İnsan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gereğiyse, kâr etmenin bir türevidir. Oysa medenî bir insan toplumunda, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere kullanım değeri üretilmesi gerekirdi. Şimdilerde insanlığın yüzyüze geldiği sayısız kötülükler ve saçmalıklar, araçlarla amaçların yer değiştirmesi ters-yüz olması, velhasıl öküzün arabanın arkasına koşulmasının sonucu... Bu kepazelik kendinden menkûl bir bilim ve sürekli kutsanan bir yeni, yenilik/yenilikçilik retoriğiyle tartışılır ve anlaşılır olmaktan çıkıyor. Sistem üretim ve tüketim çılgınlığı üzerine oturuyor ama bu dünyada üretimin de tüketimin de bir karşılığı var, olması gerekiyor. Zira dünyanın kaynakları sınırsız değil. Türkçenin henüz öztürkçeleştirilmediği dönemde, tüketim ve tüketici yerine, istihlâk ve müstehlik kelimeleri kullanılırdı. Bilindiği gibi, istihlâk helâk’tan türemedir. Helâk: mahvolma, ölme, harcanma... gibi anlamlara geliyor. Fransızca’da Latince cum-summa dan türeme kelimelerden biri olan consumer de bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek... gibi anlamlarla yüklü... O halde insanların yaptıklarının, ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok tüketmek daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok atık [çöp] demekse, şu tüketim çılgınlığının saçmalığı açık değil mi? Bu sefil durum bir önkabule dayanıyor: daha çok tüketmek daha büyük mutlulukla özdeş sayılıyor. Tükettiğin kadar mutlusun, tükettikçe mutlusun, ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlusun... Elbette çelişki ve saçmalık bununla sınırlı değil, öyle bir burjuva uygarlığı ki, birilerinin [azınlık] daha çok tüketebilmesi, başkalarının [çoğunluk] gerekli olanı tüketemez duruma gelmesiyle, yaşam için gerekli asgarî araçlardan yoksun bırakılmasıyla mümkün... Şimdilerde 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yılda silahlanmaya 1400 milyar dolar, reklamlara da 450 milyar dolar harcanıyor... Sadece bu rakamlar burjuva uygarlığının ne menem bir şey olduğunu, insanlığı ne duruma getirdiğini göstermeye yeterli değil mi? Maddi tüketimle insan mutluluğu arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu varsaymaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Sistem, çoğunluğu akıl almaz bir sefalete mahkûm ederken, çok tüketen azınlığı da insanlıktan çıkarıyor ama ne hikmetse ona da ‘mutlu azınlık’ diyorlar... Demek ki, herkes için aynı anlama gelen bir mutluluk tanımı yok... İşte onca övünülen, onca yüceltilen kapitalist uygarlığın marifeti... Ortalıkta medeniyet tanımına uygun bir şey var mı?
Adına yarışır, medenî bir insan toplumunun bazı değerlere dayanması gerekir, işte paylaşım, dostluk, kardeşlik, karşılıklı saygı ve sevgi, zayıfları kayırma, hoşgörü, eşitlik ve özgürlük bilinci, estetik duyarlılık, estetik-entelektüel etkinlik, v.b... Sadece ahlâk dışı değil, ahlâka da karşı olan kapitalizmin kitabında bunların hiçbirine yer yoktur. Orada söz konusu olan rekabet, para, güçlünün yasasıdır ve insanın ürettiği eşya [şeyler] onu üreten insandan daha ‘değerlidir’... Kapitalist sistemin devamı için daha çok üretme zorunluluğu var ama üretmekle iş bitiyor. Üretilenin mutlaka satılması [realizasyon] gerekiyor. Fakat sistemin kaçınılmaz olarak bir kutupta zenginlik biriktirmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmesine bağlı olduğu için, üretilenin satılması yani realizasyon ekseri sorun oluyor. Kapitalizm toplumsal eşitsizlik yaratmadan ve onu derinleştirmeden yol alamıyor. İşte reklamın ve reklamcının pis misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor ve söz konusu pürüzü aşmak üzere devreye giriyor. Reklam potansiyel müşterilerin [satın alabilir durumda olanlar] daha fazla satın almasını sağlamak üzere kelimeleri deforme ediyor, dili ve sembolleri manipüle ediyor, kelimelerin ve kavramların içini boşaltıyor. İnsanlarda satın alma istek ve arzusunu harekete geçirmek için göze pek görünmeyen bir strateji uyguluyor. Bütün bu reklam stratejisinin amacı insanları satın almaya ikna etmek ve o amaç için aldatmaktır. Reklam, kimi zaman gülünç, kimi zaman ‘sempatik’, kimi zaman da şaşırtıcı görüntü, imaj ve dille tehlikeli bir iş yapıyor, sürekli yenilenen bıktırıcı imajlar, sözler, görüntüler, sesler, vb. insanları alıklaştırıp- yaşamın anlamını yok ediyor. İnsanların düşünme yeteneğini köreltiyor, iyiyle- kötü, doğruyla-yanlış, güzelle-çirkin ayrımı yapmasını zorlaştırıyor. Bunları yazarken reklamcı taifesinin: "siz insanları akılsız, öyle kolay kandırılır yaratıklar olarak mı görüyorsunuz, bu onlara harekettir..." dediklerini duyar gibiyim ama dananın kuyruğu öyle değil. Zira yaptıkları söylediklerini yalanlıyor. Asıl amaçları insanları satın almaya ikna etmek üzere etkilemek değil mi? Oysa insanlar pekâlâ manipüle edilebiliyor ve etkilenebiliyor ve şartlandırılabiliyor... Elbette bıktırıcı tekrar da işlevsiz değil. Bu yüzden George Orwell haklı olarak: “64 bininci tekrarda herşey gerçek haline gelir” demişti... Gerçekten bir şey ne kadar çok tekrarlanırsa bilinçaltına yerleşme olasılığı da doğru orantılı olarak büyüyor... Bu konuda şartlı refleks denilenle ilgili bildiğinizi hatırlamanız yeterli... Fakat reklâmcı sadece mal satmanın hizmetinde değil, politika pazarında da etkili, zira politika da giderek metalaşmış bir faaliyete dönüştü. Seçilmenin yolu artık reklamdan ve reklamcıdan geçiyor. Bu politikanın iflası demektir. Şunun için ki, mâlûm “politika toplumsal yaşamı adalet içinde düzenlemek” anlamındadır... Oysa reklam ve reklamcının istediği yurttaş değil tüketicidir... Reklamcının başarısı insana insanlığını unutturmaktan geçiyor. Ünlü çokuluslu reklam şirketi DDB’nin patronu Bill Benbach : “Onları bön ve aptal hale getir [ Keep them simple and stupid]” derken, reklamla amaçlananın ne olduğunu pek de nâzik olmayan bir üslûpla ifade ediyordu... Reklamcı her türlü imkân ve aracı kullanarak potansiyel müşteriyi satın almaya ikna ediyor. Bu amaçla insanları ‘çocuklaştırması’ gerekiyor... Başka türlü söylersek reklamcının imâl etmek istediği insan ‘çocuk olarak kalmış, çocuklaşmış büyüklerdir’... ‘büyümüşte küçülmüş değil de, küçülmüş de büyümüş... Şu malı veya hizmeti satın alırsan mutlu olursun, almadığın zaman mutsuzsun. O halde reklamın önce insanda mutsuzluk duygusu, eksiklik duygusu yaratması gerekiyor ki, mutluluğa terfi etmek üzere önerilen ürünü satın alsın. Velhasıl mutsuzluk durumundan kurtulmanın yolu satın almaktan geçiyor... Elbette sadece satın almak değil, herkesin aynı şeyi satın alması, daha çok, daha çok ve daha çok satın alması... durmadan satın alması... Öyle bir insan ki, nedensiz ve amaçsız, dur durak bilmeden satın alıyor, satın almak için satın alıyor ve satın aldığı için ‘mutlu’ olduğunu sanıyor. Reklam sahip ol diyor, insan ol demesi mümkün değil. Metroda bir reklam gözüme batmıştı... batmaması mümkün mü... İştahla çikolatalı pastayı yiyen genç kızın resminin altında: “ mutlu et kendini” yazılmıştı. Reklamda sanki iki farklı kişilik resmediliyordu veya genç kızın kişiliği ikiye bölünmüştü: biri mutsuz olan ve pastayı yiyince mutlu olacak olan, diğeri de yeme fiilini gerçekleştirmek üzere pastayı satın alacak olan... Reklamların tahribatının nerelere vardığının sadece bir örneği... Asgari sağduyu ve düşünme yeteneğine sahip biri daha çok sahip olmak eşittir daha büyük mutluluk denklemine itibar eder mi? Ne kadar sembol ve değer varsa insanları tüketim düşkünü, tüketim bağımlısı [ alkol, uyuşturucu... bağımlısı gibi] yapmak üzere seferber ediliyor...
Bir şey üretmek demek doğadan bir şeyler almak, eksiltmek demek ve kullanılan doğal kaynaklar sınırsız değil. Kapitalist üretim ve onu meşrulaştıran kendinden menkûl “iktisat bilimi”, doğal kaynakların sınırsız olduğunu ilân etti. Böyle bir saçmalığa insanlar inandırıldı. Reklamlar her gün binlerce defa ‘daha çok tüket’ diyor lâkin üretilenin çoğu çöpe atılıyor. Çöpe atmak için üretimin kural haline geldiği bir dünyada milyonlarca insan açlıktan ölüyor ve hâlâ kapitalist üretim tarzının yegane rasyonel üretim tarzı olduğuna insanlar inandırılmak isteniyor. Üretim ve tüketim çılgınlığı ve atıklar doğa tahribatını derinleştirirken, insanı, toplumu ve doğayı kirletiyor. Aslında çöp dağlarına bakarak insanlığın içine sürüklendiği sefil manzaraya dair fikir edinmek mümkün... Reklamlar üretilenin eskimesine izin vermiyor. Yeni olan muteberdir düşüncesi sürekli yenilenip, tam bir saplantı haline getiriliyor ve tabii durmadan şeylerin yenileri üretiliyor ve yeniye sahip olmak mutlu olmak demek... Reklamlar ürün fiyatlarını yükseltiyor ve ‘kaliteyi ucuza’ aldığını sanan şanslı tüketiciye yükleniyor. Ödediğiniz fiyata reklam maliyeti de dahil...
Reklamlar basın özgürlüğünün de düşmanı. Şimdilerde yazılı basın, radyo ve televizyon reklamlarla ayakta kalabiliyor ve reklamı verenler de büyük çokuluslu şirketler. Şirketler reklamı kestiğinde televizyonun da fişi kesiliyor, gazeteler kapanıyor, radyolar susuyor. Böyle bir durumda gazetecilerin reklamı eleştirmesi mümkün mü? Reklamı yapılan malın kalitesine dair itirazda bulunabilir misiniz? Zaten reklam tek yönlüdür ve reklama maruz kalanın söz hakkı yoktur. Reklamlara dair eleştirel bir yazının, haberin yayınlanması mümkün mü? O zaman ancak reklamı sorun etmeyenler büyük medyada yer bulabilirler ve yalan ve tahrifat korosuna dahil olabilirler. Mesele okuduğunuz bu yazının veya benzerlerinin büyük gazetelerde yayınlanması, televizyonlarda yankı bulması mümkün mü? Böyle bir ortamda da başta yazılı basın olmak üzere medya denilenin bir tür reklam kataloguna dönüşmesi kaçınılmaz... Oysa basının [veya medyanın densin] adına lâyık olabilmesi, paranın ve devletin iktidarından bağımsız olmasıyla mümkündür.
Reklamlar israfın hizmetinde ve insanlara markalarla tuzak kuruluyor. Marka, malın kalitesini sorun etmeyi engelliyor ve değerinin çok üstünde satmanın da garantisi. Üstelik marka mal almak marifet sayılıyor. Ucuzluk kampanyaları ve promosyonlar israfı daha da büyütüyor. İnsanlar ucuza satın alma yanılsaması tuzağına düşürülüyor. İki alana üçüncüsü bedava türü kampanyalar insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak demek. Bir insanın ihtiyacı olmayan şeyleri ucuz olduğu için satın alması ne anlama geliyor? Ucuza satın alma da ekseri bir yanılsama olmak kaydıyla. Kaldı ki, gerçekten ucuzsa bile ucuza satın almak uzun vadede itibar edilebilir bir şey de olmamalıdır. Mallar emek harcanarak üretiliyor ve ucuza üretilmesinin koşullarından biri ve başlıcası da üreticinin, işçinin, esnafın, çiftçinin aşırı sömürülmesidir ki, bunun uzun vadede bumerang etkisi yaratması kaçınılmazdır. Reklamlar satın alma gücü olmayan insanları da ‘marka’ mallar satın almaya özendirip borçlandırarak düşük gelirli ailelerde gereksiz sıkıntılar, dramlar, huzursuzluklar yaratıyor, gençleri suça özendiriyor...
Tüketiciyi manipüle eden, gereksiz ihtiyaçlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, erkek egemenliğini ve önyargıları pekiştiren, ürün fiyatlarını yükselten, insanları bunaltan, çevreyi kirletip-çirkinleştiren, sürekli yalan söyleyen... reklamlara karşı çıkmak gerekli ve mümkün. Bu saldırıya başta örgütlenerek, örgütlerle karşı çıkmak mümkün ama bireysel planda da yapılabilecek şeyler var ve bu ikisi birbirini tamamlamak durumunda. Reklam karşıtı örgütler oluşturmak ve muhalif örgütlerin bu konuda duyarlı ve sorumlu davranmalarını sağlamak için çaba harcanabilir. Kaldı ki, kapitalizme karşı mücadele ettiğini söyleyen örgütlerin reklamın tahribatı karşısında tepkisiz kalmaları, onu ciddiye almamaları anlaşılır bir şey değildir... Her birimiz gönüllü yetingenlik tercihi yapabiliriz. Sade yaşamanın, azla yetinmenin insanlık demek olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak üzere pekâlâ işe kendimizden başlayabiliriz... Kapitalizmin ve reklamların dayattığını değil de ihtiyacımız olana sahip olmakla yetinebiliriz. İsraf ordusundan firar edebiliriz. Bir şeyi satın almadan önce ve mutlaka bu bana gerçekten gerekli mi? sorusunu sorabiliriz. Reklamların kölesi olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu kendi yaşamımızda gösterebiliriz. İnsan mutluluğuyla sahip olunan eşya arasında doğru yönde bir ilişki olduğuna dair genel-geçer yaygın ama saçma kabulün dışına çıkabiliriz. Asıl zenginliğin meta dünyasının dışında olabileceği düşüncesini yaygınlaştırabiliriz. Bunun için de işe sürüden ayrılarak başlayabiliriz... Bu vesileyle reklamı sanat sayanlarla, reklamlarda rol alan sanatçılara da bir çift sözüm var: Bir kere reklam kirletiyor ve kirletme eylemiyle sanatın bir ve aynı şey sayılması abestir. Bizzat reklamın varlık nedeni sanatın ve sanatçının inkârıdır; ikincisi, gerçek sanatçının reklamlarda rol alması, bir şekilde reklama bulaşması kabul edilebilir değildir. İnsanları aldatıp-alıklaştıran, kirli ve kirleten reklamlarda rol almayı, bu sefil oyunda kendini maskara etmeyi içine sindiren biri kendi varlık nedenine ve kendi etiğine ihanet etmiştir. Sanat güzelin ve daha güzelin, hayatı güzelleştirmenin, ona anlam katıp-zenginleştirmenin hizmetinde, reklam da yalanın, insanı ve toplumu kirletmenin, doğayı tahrip etmenin hizmetinde olduğuna göre...
***
SOSYALİST SANAT'ın notu: Ayrıca bakınız; Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!
1 Temmuz 2009 Çarşamba
içimizdeki ateş sivas
bize (de) bir auschwitz gerekti
biz de madımak'ı yaktık
yıl bin dokuz yüz doksan üç
aylardan temmuz
hava alabildiğine sıcak
havada acı
havada dehşet verici bir kalpsizlik
ve havada yoğun bir alçaklık vardı
sivas'ı yaktılar
insanların etinden kebap
terinden şarap yaptılar
sivas ateşten gömlek
sivas insansızlaştı
sivas boğuldu kendi sesiyle
ve geriye sıvası dökülmüş bir kent kaldı
tc
shp
dyp
harfler sessizlik içerisindeydi
harflerin önemi yoktu
ve hiçbir zaman olmadı
harfler mâsumdu
o harfleri birer tabanca kılıfı gibi kullananlar var
ve o kılıftan çıkan tabancayla vurdular pir sultan’ı
bir kez daha vurdular
hayâtlarında bir karıncayı bile incitmemiş
ve bir karınca gibi çalışkan olan insanlar
o kılıftan çıkan tabancayla vuruldular
oy madımak oylum oylum
geliyor selvi boylum
selvi boylum gelirse
şen olur benim gönlüm
ve polis
ve asker
ve cümbür cemâat devlet
kara kılıklı karanlık sakallı adamlara müdahale etmedi
kara kılıklı karanlık sakallı adamlar devlete benziyordu
seyirlik bir oyun
ve kurbanlık bir koyun gibi bakıldı madımak'a
allahuekber
oy madımak teke tüke sakalı
oy madımak evelik yemlik
oy madımak kuşkuşu yemlik
oy madımak
bir kara kılıklı karanlık sakallı çığlık attı
bütün kara kılıklı karanlık sakallılar çığlık atıp
ateş yaktılar
ve insan kanıyla beslenen yangında en ilkel dansları edip
salyalı ağızlarıyla haykırdılar
cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak
şeytan aziz şerefsiz vâli
aziz sivas sana mezâr olacak
kara kılıklı karanlık sakallı tek bir sesti
kara kılıklı karanlık sakallı tekbir getirdi
allahuekber
madımak pişer oldu
tencerem taşar oldu
günde yediğim şamarlar
bir iken beşer oldu
aushcwitz'deki gaz odalarına benziyordu madımak
gaz odaları insanların içini
madımak her yerini yakıyordu
ve pişiyordu insanlar büyük bir hızla
rütbeli bir subayın yanında iki çevik kuvvet vardı
madımak'a girdi rütbeli subay
yanındaki iki çevik kuvvetle
ve önce elektrikler
sonra umutlar kesildi
oy madımak teke tüke sakalı
oy madımak evelik yemlik
oy madımak kuşkuşu yemlik
oy madımak
biz buradan nasıl çıkacağız diye sordu yananlar
yangında ilk kurtarılacak rütbeli subaya
rütbeli subay döndü büyük bir hızla
ve hiç düşünmeden
çünkü düşünme alışkanlığı yoktu
gözlerinden ateş
topuklarından kıvılcım fışkırdı
subayın ağzından dökülen sözler birer mermiye benziyordu
nasıl girdiyseniz öyle çıkın orospu çocukları
ve subay geldiği gibi kaz adımlarıyla gitti
bitti bu iş burada ölüyoruz
bu iş burada bitti
madımak biçim de biçim
ölüyom senin de için
madımak toplar iken
başımdan düştü çitim
derken
on binin üzerinde kara kılıklı karanlık sakallı
madımak'ın etrafını sardı
kara kılıklı karanlık sakallılar iki arabayı ateşe verdiler
allahuekber
duman madımak'ı sardı en ince yerinden
burada yangın da çıkarırlar
kara kılıklı karanlık sakallılar yangın çıkardılar
önce perdeler tutuştu
sonra her şey
oy madımak teke tüke sakalı
oy madımak evelik yemlik
oy madımak kuşkuşu yemlik
oy madımak
yerleri halı kaplamışlardı
her yerde yatak yorgan
yangın bir alev topu gibi yukarı sıçradı
kara kılıklı karanlık sakallıların ağızlarında çığlıklar
allahuekber
kurtarın yanıyoruz
kimse bizi kurtarmadı
sesimiz havada donmuş bir kuş gibi
tavanda asılı kaldı
duman ateşe
cam kartona dönüştü
hilmi bulunmaz
iki temmuz iki bin dokuz
***
Not: Yukarıdaki şiirde bulunan yatık sözcükler bana ait değildir. Bir Sivas türküsü olan "Madımak Oylum Oylum"dan ve Derya Sazak'ın Milliyet gazetesindeki "İşte bizim Auschwitz’imiz" yazısından alınmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)