Hilmi Bulunmaz
25 Mayıs 2010
Ben, zaman zaman gazete, dergi ve kitap yayınlama hastalığına tutulan biriyim. Bu hastalığa tutulup, şimdiye dek yayınladığım dergilerden bazıları, ilk aklıma geliş sırasına göre şöyle: MuM Kültür-Sanat Dergisi, Sevi Şiir Dergisi, Günebakan Sanat Dergisi, Burun Karikatür ve Mizah Dergisi, Katırtırnağı Şiir Dergisi, Görsel İzdüşüm Sinema ve Tiyatro Dergisi, Oyun Tiyatro Dergisi, Kuyumcu Dünyası... Adlarını sıralamayı unuttuğum dergilerden özür dilemeyi sözlerime eklemeliyim!
Ben, dergi yayınlama hastalığına, beni bu konuda "gaza getirenler" olursa tutulurum. Bir yıla yakındır, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'da çalışan Sercan Koca, Sabri Can Locva, Oğuzcan Önver ve Uğur Özkan, beni düşünsel olarak "gaza getirmeye" başladıkları için, yine dergi yayınlama hastalığına tutuldum. Daha önce, yayını iki kez kesintiye uğramış ve ancak dokuz sayı yayınlanabilen Oyun dergisini, bu kez, biçimsel olarak küçücük, minnacık bir boyutta yayınlama kararı aldık. Oyun dergisini, yeni dönemde minnacık bir boyutta yayınlama kararımızın başat nedeni, dergi yayınlama işinden para kazanma isteği içerisinde olmamamızdır.
***
Altıncı sayıdan başlayarak, Oyun dergisinin başına "yönetici" olarak getirdiğim Toprak Karaoğlu ve onun yardımcısı Ozan Akgül, sudan bahaneler, anlamsız gerekçelerle benim yazılarımı ve benim siyasal önderim olan Lenin'in sözlerini sansürlemeleri nedeniyle, yeni dönemde de dergiye "yönetici" atamaktan vazgeçtim. Bundan böyle, yasal sorumluluk nedeniyle olması gereken "yönetici" kişilerden başkasına yönetsel görevler vermeyi asla düşünmüyorum.
Ancak...
"Yönetici" sözcüğünü kullanmasak da, dergiciliğin zorunlu kıldığı kolektif üretimin dayatması sonucu, Oyun dergisine omuz veren herkes, bu derginin yöneticisi gibi bir ruh hâline sahip olacak. Buna eminim!...
Peki, somutlarsak kim olacak bu "yöneticiler"?...
Yukarıda adlarını sıraladığım, henüz yaş ortalaması on altı olan gençler; Sercan Koca, Sabri Can Locva, Oğuzcan Önver ve Uğur Özkan. Bunların yanı sıra, derginin mutfağına katılabilecek yeni kişilerin de birer "yönetici" olabileceğini düşünüyorum.
***
Neden bir tiyatro dergisi ve neden Oyun?...
Çünkü, Türkiye'de yayınlanan hiçbir tiyatro dergisinin yeterli ve güvenilir bir devrimci yayın politikasına sahip olduğunu düşünmüyoruz. Hiçbir tiyatro dergisini, yeteri denli muhalif bulmuyoruz. Hiçbir tiyatro dergisinin siyasal ve tiyatral olarak kapitalizme karşı, karşın, karşıt yayın yaptığını sanmıyoruz.
İstisnasız bütün tiyatro dergileri, Kültür Bakanlığı çanağı yalamak, Devlet Tiyatroları ve diğer ödenekli tiyatrolardan reklâm alabilmek için yayınlanıyorlar. Bu dergiler, içinde bulundukları çaresizlik nedeniyle, halkın çıkarlarını değil, halkın çıkarlarıyla çelişen kurum ve kuruluşların çıkarlarını savunmak zorundalar. Bu dergiler, kapitalizmi ilelebet muhafaza ve müdafaa ederken, sosyalizme karşıt, Lenin'in sözlerini sansürleyen ve/ya bu sansüre aldırmayan bir mantıkla hareket etmek zorundalar.
"Hayır biz, kapitalizme karşı, karşın, karşıt yayın yapıyoruz. Biz, Oyun dergisinin her sayısında mutlaka yayınlanan ve Cemal Bulunmaz'ın çevirisini yaptığı Lenin'e ait sözlerin sansürlenmesine karşıyız. Biz, gerçekçi yazar Coşkun Büktel'le sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarını imha etmek için düzenlenmiş LİNÇ KAMPANYASI iğrençliğine karşıyız!" diyebilme niyeti, isteği, gücü olan tiyatro dergileri varsa, onların hakkını yemiş olacağımız için, daha şimdiden onlardan binlerce kez özür dileriz. Ne var ki, bu yürekliliği gösterebilecek tiyatro dergisi yöneticilerinin çıkabileceğini pek sanmıyoruz. Şu anda, LİNÇ KAMPANYASI alçaklığının üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, bu kampanya tazeliğini ve korkunçluğunu yitirmiş, yani Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın sert ve sersemletici muhalefeti bu LİNÇ KAMPANYASI alçaklığını iyice geriletmişken görüş belirtmek çok daha rahat ve çok daha kolaydır. Ancak, alçakça bir niyetle düzenlenmiş bu iğrenç kampanya, henüz taze ve korkunçken, yani kudurmuş köpek sürüsü gibi, Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın üzerine gelindiğinde, sonucun ne olacağı tam netleşmediği bir dönemde, Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş'ın gösterdiği tavrın dışında, hiçbir tiyatro dergisi yöneticisi, gerçeklerden ve sosyalizmden yana tavır takınmadı; tam tersine, bütün tiyatro dergisi yöneticileri gerçeklere ve sosyalizme aykırı tavır takındı ve böylece bizzat LİNÇ KAMPANYASI düzenleyicileri oldular.
Bu arada Oyun dergisinin "atanmış yöneticileri" Toprak Karaoğlu'yla Ozan Akgül de, kendilerini "yönetici olarak atayan" Oyun dergisinin kurucusu ve sahibi Hilmi Bulunmaz'ın sosyalist sanatçı olmasını bilmelerine ve Hilmi Bulunmaz'ın LİNÇ KAMPANYASI ile düşünsel olarak imha edilmek istenmesine karşın, onlar da bu konuda "Kuzuların Sessizliği Korosu"na katılıp sustular ve bu suskunluklarıyla, LİNÇ KAMPANYASI düzenleyen alçaklara cesaret vermiş oldular.
Dergimiz minnacık olduğu için, sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Özetle, tiyatro dünyasında gerçeklerin ve sosyalizmin yaşayabilmesi için tiyatro dergisi yayınlıyoruz!
25 Mayıs 2010 Salı
8 Mayıs 2010 Cumartesi
Oyuncu Sercan Koca*, şiir de yazıyor!
DENİZ................HÜSEYİN................YUSUF
Dumanlı gecelerin sessizliğinde
Emin adımlarla yürüdü özgürlüğe
Ne var ki kendisinden
İstediler bir tek kelime; "pişmanım"
Zalimce katlettiler onu istediklerini vermeyince
Hayatının ilkbaharındaydı daha
Ümidini yitirenler unutulmaya ittiler onu
Solmaz bir çiçek olduğunu unuttular oysa
Elinde sımsıkı tuttuğu özgürlüğü çalmak
Yurt sevgisini silmek
İnancını örselemek
Namussuzluklarına katık etmek istediler onu
Yüzündeki ay ışığından
Uzandığı sonsuzluktan
Sonsuzluğundaki ışıktan korktular
Unutturmak istediler
Fakat bilemediler asla unutulmaz o
* Sercan Koca, Bulunmaz Tiyatro sanatçılarındandır!
Dumanlı gecelerin sessizliğinde
Emin adımlarla yürüdü özgürlüğe
Ne var ki kendisinden
İstediler bir tek kelime; "pişmanım"
Zalimce katlettiler onu istediklerini vermeyince
Hayatının ilkbaharındaydı daha
Ümidini yitirenler unutulmaya ittiler onu
Solmaz bir çiçek olduğunu unuttular oysa
Elinde sımsıkı tuttuğu özgürlüğü çalmak
Yurt sevgisini silmek
İnancını örselemek
Namussuzluklarına katık etmek istediler onu
Yüzündeki ay ışığından
Uzandığı sonsuzluktan
Sonsuzluğundaki ışıktan korktular
Unutturmak istediler
Fakat bilemediler asla unutulmaz o
* Sercan Koca, Bulunmaz Tiyatro sanatçılarındandır!
5 Mayıs 2010 Çarşamba
her gün altı mayıs
dün altı mayıstı
deniz'i astılar sabaha karşı
zaman mayıs zamanı
tan yerindeyiz artık
zaman bir su gibi kokusuz
ve bir fidan gibi delikanlı
damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan
bugün altı mayıs
hüseyin ihtiyar bir ağacın kollarında yalnız
zaman paslı hayatlara gebe
büyük umutlara
zaman yalın bir kavga
belki bugün belki yarın
damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan
yarın altı mayıs
yusuf küçük bir derenin içinde büyük bir okyanus
güneşin doğmak üzere olduğu an
zaman doğuracak
ufukta küçük bir açelya açacak
gül
ve
kıpkızıl üç karanfil açacak
güvercinler gülleri güneşe taşıyacak
ve ölümü yenen gözleriyle
önce deniz
sonra hüseyin
ve sonra yusuf
ağız dolusu gülecek
damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan
fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
altı mayıs iki bin on perşembe
deniz'i astılar sabaha karşı
zaman mayıs zamanı
tan yerindeyiz artık
zaman bir su gibi kokusuz
ve bir fidan gibi delikanlı
damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan
bugün altı mayıs
hüseyin ihtiyar bir ağacın kollarında yalnız
zaman paslı hayatlara gebe
büyük umutlara
zaman yalın bir kavga
belki bugün belki yarın
damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan
yarın altı mayıs
yusuf küçük bir derenin içinde büyük bir okyanus
güneşin doğmak üzere olduğu an
zaman doğuracak
ufukta küçük bir açelya açacak
gül
ve
kıpkızıl üç karanfil açacak
güvercinler gülleri güneşe taşıyacak
ve ölümü yenen gözleriyle
önce deniz
sonra hüseyin
ve sonra yusuf
ağız dolusu gülecek
damla damla akıyor su
ağır ağır büyüyor fidan
fotoğraf ve şiir: hilmi bulunmaz
altı mayıs iki bin on perşembe
2 Mayıs 2010 Pazar
Tiyatroyu tiyatro yapan içerisindeki kuramdır; tiyatro, eğer uğrunda kafa yoran varsa sanattır!
Hilmi Bulunmaz
3 Mayıs 2010
Yeni Tiyatro dergisi okurları için geçen ay kaleme aldığım "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım, acaba okurların herhangi bir tiyatral işine yaradı mı ve bu yazımı okuyanlar, bu yazım üzerinde biraz olsun kafa yorup herhangi bir tiyatral düşünce geliştirebildiler mi? Yani, tiyatro denizine kattığım bir damla su, denizin büyümesine neden oldu mu? Yeni Tiyatro dergisi okurları, "kuramsal bilgi birikimi" izleğini işlediğim "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım hakkında, olumlu ve/ya olumsuz herhangi bir tepki vermedikleri için, yukarıda sorduğum soru, doğal olarak havada kalıyor. Ben de, şimdilik, sadece bir soru olmanın ötesine geçemeyen bu konuda, bir damla su kadar bile bir düşünce geliştiremiyorum.
Ancak, yukarıda sorduğum sorunun, hiç olmazsa şimdilik, bir düşünce balonu gibi havada asılı kalmasına, platonik bir aşkın karşılık bulamayan "ide"si dönüşmesine karşın, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'nun "ücretsiz oyunculuk çalışmaları"na uzun zamandır katılan Oğuzcan Önver'le Uğur Özkan, yazımı çok rahat bir biçimde, hiç zorlanmadan okuduklarını ve okur okumaz, şu atasözünü anımsadıklarını dile getirdiler: "Adam olacak çocuk bokundan belli olur." (Bakınız: Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.)
Bulunmaz Tiyatro'daki oyunculuk çalışmalarına katılan "çalışkan öğrencilerim" Oğuzcan'la Uğur, sadece "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlığının çağrıştırdığı atasözünü değil, bu başlığı taşıyan yazının içeriğini de doğru anladıklarını dile getirdiler. Zâten, terminoloji girdabında boğulmayan, karmaşık formüllerle "süslenmemiş", bu nedenle okunurken bir sınav havası vermeyen bir yazı olduğundan, okurun anlaması için büyük bir çaba harcanarak yazılmış bir yazının anlaşılamamasının ve/ya yanlış anlaşılmasının olanaksız olduğunu; hattâ, bu yazının ışığında düşündüklerinde, tiyatro sanatını anlamak için, çetrefilli yollara sapmak yerine, kuramsal çalışmalara önem vermek gerektiğinin altını çizdiler. Henüz on altı yaşında, lise iki öğrencisi olan Oğuzcan'la Uğur'un, "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazımı, hemen her gün okudukları lisedeki derslerden bile daha rahat anlayabildiklerini ve bu yazıdan çıkarsadıklarını, yalın bir dille bana anlatabildiklerini görünce, bu yazının, Yeni Tiyatro dergisi okurlarını bilmem ama, hiç olmazsa benim "öğrencilerim" için bir işe yaradığını kavradım. Bu durum, beni son derecede mutlu etti.
***
Benim isim babalığını yapıp slogan hâline getirdiğim ve Yeni Tiyatro dergisinin Kadıköy Sanat Tiyatrosu'nda düzenlediği "'Yeni Bir Dünya İçin' Yeni Tiyatro Toplantıları"nın ikincisini yaptığımız 25 Nisan 2010 günü, Sema Göktaş, üçüncü toplantı başlığının ne olması gerektiğini sorunca, ben, kafamda sürekli olarak taşıdığım için, hiç düşünmeden, 30 Mayıs 2010'daki toplantı konusunun "tiyatro kuramı" olması gerektiği önerisinde bulundum. Üzerinde pek durup düşünülmeyen yakıcı bir sorun olduğunu bildiğimizden, sürekli olarak tartışılması gereken bir konu olduğunda mutabık kaldığımız "tiyatro kuramı" konusu, benim dikkat çekip öneri hâline getirmemle birlikte, zâten ivedi ve yaşamsal bir gereksinim olduğundan, içinde bulunduğumuz zikr-i mahalde (Kadıköy Sanat Tiyatrosu), daha o anda hemen kabul gördü.
***
Bir tiyatro kuramcısının, tiyatro dünyasında evrensel nitelikte herhangi bir devrimci, yenilikçi, dönüştürücü, yani gerçek anlamda ve işlevsel boyutta bir kuram oluşturabilmesi için, tiyatro sanatıyla sadece kuramsal olarak ilgilenmesi asla yeterli değildir. Tiyatro kuramcısı, tiyatro sanatına kuramsal ilgi göstermesinin, bu alanda kültürel, siyasal, sanatsal, bilimsel ve "akademik" uğraş vermesinin yanı sıra, aynı zamanda, bu sanat dalıyla kılgısal olarak da ilgilenip "teori - pratik dengesini" oluşturabilmeli, tiyatro terazisinin her iki kefesini de aynı düzeyde tutabilmelidir. Bir tiyatro kuramcısı, sadece kuramcı olarak kalıp kılgısal anlamda tiyatral sürece hiçbir zaman dahil olmazsa; tiyatral mekânlarda iş yaparak terlemek yerine, kendisini bir ev kedisi gibi hissedebileceği koruganlara tutsak ederse, ister istemez, niyetten bağımsız olarak, istenç dışı, "başka" kuramların, "başka" kuramcıların taklitçisi, öykünmecisi olur. Böyle bir dezestetik karaktere sahip olan, yani taşıma suyla değirmen döndürmeye çabalayan zavallılara öykünen düşünce cücesi kuramcılar, olsa olsa, kendilerinden önceki gerçek kuramcıların basit birer "temrincisi", papağanı ve/ya kılgısal tiyatro sürecinde tiyatro sanatını iliklerine dek yaşayarak kuram oluşturmuş çağdaş kuramcıların kötü birer fotokopisi olurlar. Sentetik ve konservatör kuramcılar, yani "kuram için kuram" yapanlar, "başka" kuramcılardan ezberledikleri kuramsal kırıntıları, birer suflör gibi davranarak, soluklarının yettiği oranda tiyatro emekçilerinin kulaklarına fısıldayarak, "dön baba dönelim hacılara gidelim" deyimi kadar bile ağırlığı olmayan, "kulağa hoş gelen, ama laf kalabalığı yapan kelimeler topluluğu"na benzer sözler etmeye çalışırlar.
Bu arada, hiçbir silginin asla silemeyeceği nitelikte bir tükenmez kalemle şu gerçeğin altını kalın çizgilerle ağır ağır ve ellerimiz titremeden çizmeliyiz:
Kuramsal bir donanım kazanmak, siyasal bir bilinç geliştirmek, kültürel bir düzlem tutturmak gibi dertleri bulunmayan; kuramsal, siyasal ve kültürel bir birikime sahip olmadıkları gibi, aslında böyle bir birikimden bîhaber olmaları nedeniyle, halkı sınıfsal bilinçten uzaklaştırıp, emekçileri kapitalizmin vahşiliğine tutsak etmek için kötü televizyon dizilerinde oynayarak, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi adına bedenini siper edinme alışkanlığındaki tiyatrocular; içinde bulundukları tinsel yoksulluk, düşünsel yoksunluk ve eylemsel düşkünlük nedenleriyle, bu nakliyatçı, bu sentetik, bu dezestetik, bu yaşam ve sanat dersi almaya hiçbir zaman niyetlenmemiş, bu kavga kaçkını kuramcıların atraksiyon numaralarına kanabilirler. Ancak, sadece sahneye çıkıp gövde gösterme becerisinin dışında ve ötesinde, büyük bir derdi bulunan, topluma sadece birer bürokrat, birer teknokrat, birer akrobat olarak değil, aynı zamanda birer demokrat olarak da seslenme gibi büyük dertlere sahip olan tiyatro sanatçıları, bu atraksiyonlara asla kanmazlar.
Topluma bir demokrat aydın olarak seslenmek, toplumu bir koyun sürüsü olarak görmek yerine, onu ikna edilecek büyük bir canlı olarak algılamak isteyen tiyatro sanatçıları, hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar, hem kendilerini ve hem de toplumu "kendi ideolojilerinin gerektirdiği yere" taşıyabilirler. Tiyatro tarihine şöyle göz ucuyla bile bir baktığımızda, toplumu ikna etmek isteyen aydınların sayısız örnekleriyle karşılaşabiliriz. Henüz elli dört yıl önce, genç denilebilecek bir yaşta, hayata gözlerini kapayan Bertolt Brecht, bu "sayısız örneklerden" sadece biridir.
Elli sekiz yıllık kısa denilebilecek ömründe, iki tane "dünya paylaşım savaşı" görme "şansına" erişen Bertolt Brecht, hem bu savaşların insanı erken olgunlaştıran etkisiyle ve hem de entelektüel bir donanıma sahip olması nedeniyle, zâten bir kuram geliştirebilecek düzeyde bir insandı. Ne var ki, Bertolt Brecht'in, büyük bir tiyatro okyanusunda yüzmesi, onu gerçek bir kuramcı hâline getirdi; tabirî caizse, okyanusta yüzebilme cesaretine sahip olduğu için, siyasal ve tiyatral düzeyi son derecede gelişti.
Bütün sanatlarda olduğu gibi, tiyatro sanatında da "şiirin özü imge" çok önemli, olmazsa olmaz, başat bir etmendir. "Epik ve Diyalektik Tiyatro" gibi çok önemsenen ve devrimci kavramları dünya tiyatrosuna armağan etmiş Bertolt Brecht'in, aynı zamanda bir şair olması, hiç de rastlantı değildir. Zâten imgeye, şiire uzak duran biri, hiçbir sanat alanında, hiçbir zaman asla "başarılı" olamaz. Şiirden uzak duran, şiirle hiç mi hiç ilgilenmeyen kişiler, ancak "çevrenin" desteğiyle ayakta durabilirler. Bu "çevre", fabrikatör bir baba olabileceği gibi, Kültür Bakanlığı çanağı da olabilir. Kültür Bakanlığı çanağı yalayanların "sanatsal künyesi" okunduğunda, hemen hemen hiçbirinin şiir sanatıyla (aslında hiçbir sanatla, tiyatroyla bile) arasının pek iyi olmadığı görülebilir. Bir fabrikatör baba ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı sayesinde tiyatro yapanların birer gözü, halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, yorgan iğnesiyle sıkı sıkıya dikilmiş gibi, sürekli olarak kapalı dururken, diğer gözleri de faltaşı gibi açılıp televizyon dizilerindeki "pasta fırınlarının" nöbetini tutarlar.
Evet, ortada bir ikilem var: Halkın sorunlarını görmekle birlikte, bu sorunları yakıcı bir biçimde anlatabilecek imgeye sahip olunursa, kapitalizme hizmet etmek söz konusu olamaz. Kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için bir köle gibi çalışıldığında, yani bir gözün halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, sürekli olarak kapalı durmasına razı olunursa, o gözün sahibi sanatçıyı, çok büyük toplumsal ve tinsel sıkıntılar bekliyor demektir. Bir fabrikatör babanın kıyağıyla tiyatro yapmak ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı yalama seansına katılmak, bizi maddî anlamda ihya edebilir. Ancak böyle bir sırt dayamacılık, kendi ve halkının gücüne güvenmek yerine, egemenlere güvenmek, manevi olarak bizi âdeta bir paspasa dönüştürüp ayaklar altında ezilmemize ve paspas rolünden bir daha asla çıkamamamıza neden olabilir!
William Shakespeare ışık içinde yatsın: Teslim olmak yada teslim olmamak; işte bütün mesele bu!
***
Ayrıca bakınız:
Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!
3 Mayıs 2010
Yeni Tiyatro dergisi okurları için geçen ay kaleme aldığım "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım, acaba okurların herhangi bir tiyatral işine yaradı mı ve bu yazımı okuyanlar, bu yazım üzerinde biraz olsun kafa yorup herhangi bir tiyatral düşünce geliştirebildiler mi? Yani, tiyatro denizine kattığım bir damla su, denizin büyümesine neden oldu mu? Yeni Tiyatro dergisi okurları, "kuramsal bilgi birikimi" izleğini işlediğim "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazım hakkında, olumlu ve/ya olumsuz herhangi bir tepki vermedikleri için, yukarıda sorduğum soru, doğal olarak havada kalıyor. Ben de, şimdilik, sadece bir soru olmanın ötesine geçemeyen bu konuda, bir damla su kadar bile bir düşünce geliştiremiyorum.
Ancak, yukarıda sorduğum sorunun, hiç olmazsa şimdilik, bir düşünce balonu gibi havada asılı kalmasına, platonik bir aşkın karşılık bulamayan "ide"si dönüşmesine karşın, kurucusu ve yöneticisi olduğum Bulunmaz Tiyatro'nun "ücretsiz oyunculuk çalışmaları"na uzun zamandır katılan Oğuzcan Önver'le Uğur Özkan, yazımı çok rahat bir biçimde, hiç zorlanmadan okuduklarını ve okur okumaz, şu atasözünü anımsadıklarını dile getirdiler: "Adam olacak çocuk bokundan belli olur." (Bakınız: Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.)
Bulunmaz Tiyatro'daki oyunculuk çalışmalarına katılan "çalışkan öğrencilerim" Oğuzcan'la Uğur, sadece "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlığının çağrıştırdığı atasözünü değil, bu başlığı taşıyan yazının içeriğini de doğru anladıklarını dile getirdiler. Zâten, terminoloji girdabında boğulmayan, karmaşık formüllerle "süslenmemiş", bu nedenle okunurken bir sınav havası vermeyen bir yazı olduğundan, okurun anlaması için büyük bir çaba harcanarak yazılmış bir yazının anlaşılamamasının ve/ya yanlış anlaşılmasının olanaksız olduğunu; hattâ, bu yazının ışığında düşündüklerinde, tiyatro sanatını anlamak için, çetrefilli yollara sapmak yerine, kuramsal çalışmalara önem vermek gerektiğinin altını çizdiler. Henüz on altı yaşında, lise iki öğrencisi olan Oğuzcan'la Uğur'un, "Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!" başlıklı yazımı, hemen her gün okudukları lisedeki derslerden bile daha rahat anlayabildiklerini ve bu yazıdan çıkarsadıklarını, yalın bir dille bana anlatabildiklerini görünce, bu yazının, Yeni Tiyatro dergisi okurlarını bilmem ama, hiç olmazsa benim "öğrencilerim" için bir işe yaradığını kavradım. Bu durum, beni son derecede mutlu etti.
***
Benim isim babalığını yapıp slogan hâline getirdiğim ve Yeni Tiyatro dergisinin Kadıköy Sanat Tiyatrosu'nda düzenlediği "'Yeni Bir Dünya İçin' Yeni Tiyatro Toplantıları"nın ikincisini yaptığımız 25 Nisan 2010 günü, Sema Göktaş, üçüncü toplantı başlığının ne olması gerektiğini sorunca, ben, kafamda sürekli olarak taşıdığım için, hiç düşünmeden, 30 Mayıs 2010'daki toplantı konusunun "tiyatro kuramı" olması gerektiği önerisinde bulundum. Üzerinde pek durup düşünülmeyen yakıcı bir sorun olduğunu bildiğimizden, sürekli olarak tartışılması gereken bir konu olduğunda mutabık kaldığımız "tiyatro kuramı" konusu, benim dikkat çekip öneri hâline getirmemle birlikte, zâten ivedi ve yaşamsal bir gereksinim olduğundan, içinde bulunduğumuz zikr-i mahalde (Kadıköy Sanat Tiyatrosu), daha o anda hemen kabul gördü.
***
Bir tiyatro kuramcısının, tiyatro dünyasında evrensel nitelikte herhangi bir devrimci, yenilikçi, dönüştürücü, yani gerçek anlamda ve işlevsel boyutta bir kuram oluşturabilmesi için, tiyatro sanatıyla sadece kuramsal olarak ilgilenmesi asla yeterli değildir. Tiyatro kuramcısı, tiyatro sanatına kuramsal ilgi göstermesinin, bu alanda kültürel, siyasal, sanatsal, bilimsel ve "akademik" uğraş vermesinin yanı sıra, aynı zamanda, bu sanat dalıyla kılgısal olarak da ilgilenip "teori - pratik dengesini" oluşturabilmeli, tiyatro terazisinin her iki kefesini de aynı düzeyde tutabilmelidir. Bir tiyatro kuramcısı, sadece kuramcı olarak kalıp kılgısal anlamda tiyatral sürece hiçbir zaman dahil olmazsa; tiyatral mekânlarda iş yaparak terlemek yerine, kendisini bir ev kedisi gibi hissedebileceği koruganlara tutsak ederse, ister istemez, niyetten bağımsız olarak, istenç dışı, "başka" kuramların, "başka" kuramcıların taklitçisi, öykünmecisi olur. Böyle bir dezestetik karaktere sahip olan, yani taşıma suyla değirmen döndürmeye çabalayan zavallılara öykünen düşünce cücesi kuramcılar, olsa olsa, kendilerinden önceki gerçek kuramcıların basit birer "temrincisi", papağanı ve/ya kılgısal tiyatro sürecinde tiyatro sanatını iliklerine dek yaşayarak kuram oluşturmuş çağdaş kuramcıların kötü birer fotokopisi olurlar. Sentetik ve konservatör kuramcılar, yani "kuram için kuram" yapanlar, "başka" kuramcılardan ezberledikleri kuramsal kırıntıları, birer suflör gibi davranarak, soluklarının yettiği oranda tiyatro emekçilerinin kulaklarına fısıldayarak, "dön baba dönelim hacılara gidelim" deyimi kadar bile ağırlığı olmayan, "kulağa hoş gelen, ama laf kalabalığı yapan kelimeler topluluğu"na benzer sözler etmeye çalışırlar.
Bu arada, hiçbir silginin asla silemeyeceği nitelikte bir tükenmez kalemle şu gerçeğin altını kalın çizgilerle ağır ağır ve ellerimiz titremeden çizmeliyiz:
Kuramsal bir donanım kazanmak, siyasal bir bilinç geliştirmek, kültürel bir düzlem tutturmak gibi dertleri bulunmayan; kuramsal, siyasal ve kültürel bir birikime sahip olmadıkları gibi, aslında böyle bir birikimden bîhaber olmaları nedeniyle, halkı sınıfsal bilinçten uzaklaştırıp, emekçileri kapitalizmin vahşiliğine tutsak etmek için kötü televizyon dizilerinde oynayarak, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi adına bedenini siper edinme alışkanlığındaki tiyatrocular; içinde bulundukları tinsel yoksulluk, düşünsel yoksunluk ve eylemsel düşkünlük nedenleriyle, bu nakliyatçı, bu sentetik, bu dezestetik, bu yaşam ve sanat dersi almaya hiçbir zaman niyetlenmemiş, bu kavga kaçkını kuramcıların atraksiyon numaralarına kanabilirler. Ancak, sadece sahneye çıkıp gövde gösterme becerisinin dışında ve ötesinde, büyük bir derdi bulunan, topluma sadece birer bürokrat, birer teknokrat, birer akrobat olarak değil, aynı zamanda birer demokrat olarak da seslenme gibi büyük dertlere sahip olan tiyatro sanatçıları, bu atraksiyonlara asla kanmazlar.
Topluma bir demokrat aydın olarak seslenmek, toplumu bir koyun sürüsü olarak görmek yerine, onu ikna edilecek büyük bir canlı olarak algılamak isteyen tiyatro sanatçıları, hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar, hem kendilerini ve hem de toplumu "kendi ideolojilerinin gerektirdiği yere" taşıyabilirler. Tiyatro tarihine şöyle göz ucuyla bile bir baktığımızda, toplumu ikna etmek isteyen aydınların sayısız örnekleriyle karşılaşabiliriz. Henüz elli dört yıl önce, genç denilebilecek bir yaşta, hayata gözlerini kapayan Bertolt Brecht, bu "sayısız örneklerden" sadece biridir.
Elli sekiz yıllık kısa denilebilecek ömründe, iki tane "dünya paylaşım savaşı" görme "şansına" erişen Bertolt Brecht, hem bu savaşların insanı erken olgunlaştıran etkisiyle ve hem de entelektüel bir donanıma sahip olması nedeniyle, zâten bir kuram geliştirebilecek düzeyde bir insandı. Ne var ki, Bertolt Brecht'in, büyük bir tiyatro okyanusunda yüzmesi, onu gerçek bir kuramcı hâline getirdi; tabirî caizse, okyanusta yüzebilme cesaretine sahip olduğu için, siyasal ve tiyatral düzeyi son derecede gelişti.
Bütün sanatlarda olduğu gibi, tiyatro sanatında da "şiirin özü imge" çok önemli, olmazsa olmaz, başat bir etmendir. "Epik ve Diyalektik Tiyatro" gibi çok önemsenen ve devrimci kavramları dünya tiyatrosuna armağan etmiş Bertolt Brecht'in, aynı zamanda bir şair olması, hiç de rastlantı değildir. Zâten imgeye, şiire uzak duran biri, hiçbir sanat alanında, hiçbir zaman asla "başarılı" olamaz. Şiirden uzak duran, şiirle hiç mi hiç ilgilenmeyen kişiler, ancak "çevrenin" desteğiyle ayakta durabilirler. Bu "çevre", fabrikatör bir baba olabileceği gibi, Kültür Bakanlığı çanağı da olabilir. Kültür Bakanlığı çanağı yalayanların "sanatsal künyesi" okunduğunda, hemen hemen hiçbirinin şiir sanatıyla (aslında hiçbir sanatla, tiyatroyla bile) arasının pek iyi olmadığı görülebilir. Bir fabrikatör baba ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı sayesinde tiyatro yapanların birer gözü, halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, yorgan iğnesiyle sıkı sıkıya dikilmiş gibi, sürekli olarak kapalı dururken, diğer gözleri de faltaşı gibi açılıp televizyon dizilerindeki "pasta fırınlarının" nöbetini tutarlar.
Evet, ortada bir ikilem var: Halkın sorunlarını görmekle birlikte, bu sorunları yakıcı bir biçimde anlatabilecek imgeye sahip olunursa, kapitalizme hizmet etmek söz konusu olamaz. Kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için bir köle gibi çalışıldığında, yani bir gözün halkın çektiği sıkıntıları görmemek, bu sıkıntılara tanık olmamak için, sürekli olarak kapalı durmasına razı olunursa, o gözün sahibi sanatçıyı, çok büyük toplumsal ve tinsel sıkıntılar bekliyor demektir. Bir fabrikatör babanın kıyağıyla tiyatro yapmak ve/ya Kültür Bakanlığı çanağı yalama seansına katılmak, bizi maddî anlamda ihya edebilir. Ancak böyle bir sırt dayamacılık, kendi ve halkının gücüne güvenmek yerine, egemenlere güvenmek, manevi olarak bizi âdeta bir paspasa dönüştürüp ayaklar altında ezilmemize ve paspas rolünden bir daha asla çıkamamamıza neden olabilir!
William Shakespeare ışık içinde yatsın: Teslim olmak yada teslim olmamak; işte bütün mesele bu!
***
Ayrıca bakınız:
Sanat olacak tiyatro, dergisinden belli olur!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)