12 Ağustos 2010 Perşembe

Hiçbir "birey"in "AŞİL TOPUĞU" olmayı asla kabul etmeyen sosyalist sanatçı Hilmi Bulunmaz, sadece "İŞÇİ SINIFININ AŞİL TOPUĞU" olabileceğini yazıyor!

Sema Göktaş: "Hangi konuda 1100 tane imza toplandı?"

Coşkun Büktel: Bana karşı niye o insanlar o imzaları verdiler? Ve o imza attıkları bildiride ne yazıyordu? Benim Özdemir Nutku'ya iftira attığım yazıyordu. Yani diğer Hilmi Bulunmaz ile ilgili, benim de zaten karşı olduğum, ölülerin arkasından konuşmak gibi şeyler de vardı içinde… Ya da benim de karşı olduğum köpek resmi ve çanak yalatma şeyi. Bunları Hilmi'ye yapmamasını ben de söyledim. Ama “Çanak resmi koydu-lar!", "-lar!", özellikle "Bunlar!" diye vurgulayarak, "Ölülerin arkasından konuştu-lar!", "-lar!", "Ölüm halinde olan Lale Oraloğlu'na hakaret etti-ler!" gibi cümleler var o bildiride. Bütün bunlara ben karşıydım. Bu konularda Hilmi Bulunmaz'ı uyarmıştım, yazılı olarak da eleştirmiştim. Yazılı olarak eleştirilerim orada. Mustafa Demirkanlı, o linç kampanyasını kuran adamların başındaki adam da bunları okumuştu. Biliyordu. Bunu bile bile bu ifadeleri oraya koydu ve 1100 kişi de bunları kuzu kuzu imzaladı. Özdemir Nutku dahil! Bir kere Özdemir Nutku'nun o linç kampanyasını imzalaması onun kalitesini ele vermiyor mu sizce?... Benim bunlarla ilgili Hilmi'yi eleştiren yazılarım vardı. Ama onlar "böyle yaptı-lar, böyle etti-ler, bilmem ne" diyerek, hani manavlar yaparlar ya kese kağıdının altına çürükleri koyarlar ve üstüne de iki tane iyisini koyarlar, bu çürüklerle dolu bildiriye iki tane de Hilmi hakkında doğru olan, gerçekten gayri insani saydığım benim de, Hilmi'ye de söyledim, yazdım da bunları, "ben Lale Oraloğlu'nu severdim" filan dedim, niye dedim yani, "insanların arkasından konuşmak zaten gayri insani, bu yüzden bir kere karşıyım, bu senin aleyhine ve dolayısıyla benim aleyhime çok kullanılabilecek bir şey" dedim. "Lütfen benim Aşil topuğum olma", dedim. Evet, özetle bu şeyi aynen söylemiştim. "Lütfen benim Aşil topuğum olma", demiştim. Ama bundan öteye bir şey söyleyemem, elli beş yaşında adam, ne isterse onu söyler, ne isterse onu yazar. İsterse de Aşil topuğum olur. Ben topuğumu kendim kollamak zorundayım, o benim topuğumu kollamak zorunda değil. O istediğini söyledi, ben de eleştirilerimi yazdım Hilmi’yle ilgili. Ama buna rağmen öyle yaptı-lar böyle yaptı-lar bilmem ne yaptı-lar… Bu arada, araya da "Özdemir Nutku'ya iftira ettiler" diye de bir ifadeyi koydular ve 1100 tane imza topladılar. 1100 tane iftiracı dolaşıyor şu anda Türk tiyatrosunda. Ben "böyle bir ülkede tiyatrodan filan bahsedilemez" diyorum. "Benim oyunlarım oynansa ne olur, oynanmasa ne olur" diyorum, "böyle bir ülkede... Böyle bir tiyatro ortamında?…" Çok önemsemiyorum oyunlarımın oynanmasını.


***

Yukarıdaki yazı, Yeni Tiyatro Dergisi'nde yayınlanan "Coşkun Büktel'le 'Coşkun Büktel' Üzerine..." başlıklı röportajın içerisinde bir bölümdür. İçerisinde beş fotoğraf bulunan bu röportaj, bu fotoğrafları saymazsak, yaklaşık olarak on bir sayfalık bir alan kaplıyor. Fotoğraflarlarla birlikte on dört sayfalık bir boyuttaki bu röportajın, hiçbir "kesme biçme" işlemine tabi tutulmadan yayınlanmasını, baştan beri arzu ediyordum.

Bu röportajın yapılma niyeti oluştuğundan röportajın yayınlandığı an'a dek, bütün süreçleri çok yakından izledim. Bu süreçle ilgili olarak, herhangi bir söz söylemeyi, en azından şimdilik kaydıyla, pek işlevsel bulmuyorum.

Ancak, bu röportajı okur okumaz, hem Yeni Tiyatro Dergisi sorumlularına ve hem de Coşkun Büktel'e, bu röportajın Cuma Boynukara'ya "gereğinden çok" yer ayırmış olduğunu ve bu durumun pek hoşuma gitmediğini, anında belirttim. Röportaj yayınlandıktan sonra, bir de "okur gözüyle" baktığımda, gerçekten haklı olduğumu ve Cuma Boynukara'yla ilgili bölümün hem fazla olduğunu ve hem de "çözümlemeci" bir boyutu olmadığını (yeniden) gördüm.

Şimdilik kaydıyla, beni çok yakından ilgilendiren ve yukarıya aktarmış olduğum bölümü değerlendirmenin dışına çıkmamaya özen göstermeye çalışacağım...

***

Gelelim, yukarıdaki alıntının değerlendirilmesine...

"Sema Göktaş: 'Hangi konuda 1100 tane imza toplandı?'"

Yeni Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erbil Göktaş'ın eşi ve (bence) bu derginin "politikası ve poetikası" için önemli bir görevi buluman Sema Göktaş, Coşkun Büktel'le röportaj yapmadan önce, büyük bir ön hazırlık yapmadığı kanısındayım. Coşkun Büktel de, bu röportaj için, büyük bir ön hazırlık yapmamışa benziyor. Dolayısıyla, röportaj, tabiri caizse, "doğaçlama röportaj" olarak inşa edilmiş. Bunun kanıtı olarak, röportajın yüzde yirmi beşinin Cuma Boynukara üzerine olduğunu belirtmeliyim. Cuma Boynukara'nın adının bu denli yoğun bir biçimde kullanılmasına karşın, her iki taraf, Sema Göktaş ve Coşkun Büktel, Cuma Boynukara'nın oyunlarının içeriğine değgin, "somut oyun adı vererek" pek değinmemeyi yeğlemişler.

Neyse...

Daldan dala konan bir kuş misali yürüyen, çözümlemeci bir mantıkla kurgulanmamış bir röportaj olsa da, yukarıda da belirttiğim gibi, bu röportajın yayınlanması, "Coşkun Büktel hayaleti"nin görünür kılınması açısından son derecede önemli.

Yazının fazla uzamasını istememekle birlikte, Sema Göktaş'ın yukarıya aktardığımız sorusunu bir kez daha yinelemek istiyorum:

"Sema Göktaş: 'Hangi konuda 1100 tane imza toplandı?'"

Malumunuz, yaklaşık olarak bir buçuk yıl önce Coşkun Büktel'le benim sanatsal ifade olanaklarımızı imha etmek için, başta Mustafa Şükrü Demirkanlı, Ahmet Ertuğrul Timur, İsmail Can Törtop, Yaşam Kaya, Özdemir Nutku, Hülya Nutku, Hasan Anamur, Nurhan Tekerek, Hasan Erkek, Yusuf Eradam, T. Murat Demirbaş, Orhan Aydın, Cüneyt Yalaz olmak üzere, tam 1100 kişi, içerisinde bol miktarda iftira, yalan, karalama bulunan bir LİNÇ KAMPANYASI başlattılar. İşte Sema Göktaş, bu 1100 alçak tarafından imzalanan kampanyanın konusunu soruyor ve Coşkun Büktel yanıtlıyor...

Şimdi, Coşkun Büktel'in yanıtını değerlendirmeye başlayalım... Bu değerlendirmede, Coşkun Büktel'in sözleri yatık ve tırnak işareti içerisinde vereceğim.

"Bana karşı niye o insanlar o imzaları verdiler?"

Gerçi yazının bütününden ortaya çıkıyor; ama ben, sadece benimle ilgili olan ve sadece yarım sayfa boyutunda olan yukarıdaki alıntının değerlendirmesi yaptığım için, tümce tümce ilerlemek ve tümcelere teker teker açıklama getirmek istiyorum.

O insanlar, o imzaları, sadece Coşkun Büktel'e karşı vermediler. Bana karşı da verdiler...

"Ve o imza attıkları bildiride ne yazıyordu?"

O bildiride, Coşkun Büktel'le Hilmi Bulunmaz'ın sanatsal ifade olanaklarının imha edilmesi için bir cadı kazanı kaynatılıyor; bir iftira potpurisi yapılıyor, bir yalanı gerçek, gerçeği yalan gibi gösterme gözbağcılığı yapılıyordu.

"Benim Özdemir Nutku'ya iftira attığım yazıyordu."

Benim de Özdemir Nutku'ya iftira attığım yazıyordu.

"Yani diğer Hilmi Bulunmaz ile ilgili, benim de zaten karşı olduğum, ölülerin arkasından konuşmak gibi şeyler de vardı içinde…"

Coşkun Büktel, "ölülerin arkasından konuşmak" eylemini doğru bulmadığını söylüyor. Ancak, aynı röportajda, yıllar önce ölmüş Memet Baydur'un arkasından konuşuyor. Peki, ben, bu "arkadan konuşma" eylemine karşıyım. Hayır, asla değilim. Karşı olmama karşın, neden Büktel'in Memet Baydur'un arkasından konuşmasını gündeme getiriyorum. Sadece tutarlılığa davet etmek için...

Burada, Coşkun Büktel'in Memet Baydur'la ilgili olarak söylediklerinin, bizi ilgilendiren bölümünü aktaralım:

"Rahmetli Memet Baydur... Şimdi tanık öldüğüne göre bunu anlatmam etik olmayabilir diye düşünülebilir, ama değil. Çünkü bilinen bir şey olması lazım bu anlatacağım şeyin. Çünkü en azından Devlet Tiyatrosunda Repertuvar Kurulu’nun biliyor olması gereken bir şey diye düşünüyorum. Ankara'dan beni aramıştı ve “Aşk” diye bir oyun yazdığını ve bunun Devlet Tiyatrosu’ndan geçmediğini söylemişti. Grup seks mi ne varmış oyunda, sonradan bunu öğrendim. O söylememişti bana. Galiba öyle bir şey varmış. Ama ondan çok emin değilim, oyunu okumadım."

Yukarıdaki alıntıda, Coşkun Büktel ne yapıyor? Ölünün arkasından konuşuyor. Ben, Mehmet Akan öldüğü zaman ne yapıyorum? Ölünün arkasından konuşuyorum. Bu arada yineliyorum; ben, ölünün arkasından da, önünden de konuşulmasından yana biriyim. Şimdi, Adolf Hitler yada Karl Marks öldü diye, onların arkasından hiç konuşmayacak mıyım?

"Ya da benim de karşı olduğum köpek resmi ve çanak yalatma şeyi."

"Köpek resmi ve çanak yalatma şeyi"ne, baştan beri karşı olduğunu söylüyor Coşkun Büktel. Ancak, benim adım Coşkun Büktel değil; benim adım Hilmi Bulunmaz. Ben, kapitalizmi ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek için, günde beş vakit, kapitalist "tapınakların duvarına işeyen" insanlara, Coşkun Büktel gibi bakmak zorunda değilim. Ben, sosyalist bir insan olarak, bana, halkıma ve tüyü bitmemiş yetime hiçbir şey vermekdikleri gibi, benden, halkımdan ve tüyü bitmemiş yetimden alınan vergilerle gününü gün edenlere gününü gösteririm. Benim bu tavrıma hiçbir kimse karşı çıkamaz. Bu konuyu asla tartışmam.

"Bunları Hilmi'ye yapmamasını ben de söyledim."

Tabii ki dinlemedim... Mezardan babam çıksa, mezardan Karl Marks çıksa ve bana "bunları yapma"m dese kesinlikle ve asla dinlemem.

"Ama 'Çanak resmi koydu-lar!', '-lar!', özellikle 'Bunlar!' diye vurgulayarak, 'Ölülerin arkasından konuştu-lar!', '-lar!', 'Ölüm halinde olan Lale Oraloğlu'na hakaret etti-ler!' gibi cümleler var o bildiride."

Coşkun Büktel'in vurguladığı konuyu, bir de ben vurgulamış olayım: Evet, çanak fotoğrafını, biz koymadık, ben koydum. Evet, ölülerin arkasından biz konuşmadık, ben konuştum. Bu arada şunu hemen belirtmem gerekir: Ben, asla ve asla Lale Oraloğlu'na hakaret etmedim. Bu sözün, bir örnek olarak bile kullanılmasına karşıyım. O yazımı, buraya tekrar alıyorum:

"Kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" olan insanlardan biri, Lale Oraloğlu, yoğun bakımda. Seksen iki yaşında olan Lale Oraloğlu, doğal bir sürecin sonuna geldi; ölecek!…

Beyin kanaması geçiren Lale Oraloğlu, kendine gelir gibi olduğu anlarda neler düşünüyor acaba? Bunu çok merak ediyorum doğrusu!…

Lale Oraloğlu, şöyle bir soru sormuş olabilir mi:

"Politik ve ekonomik sosyeteye hizmet edeceğime, işçi sınıfına hizmet etmiş olsaydım, daha doğru bir iş yapmış olur muydum?"Lale Oraloğlu, bu ve buna benzer sorular soracak düşünce kırıntılarına sahip bir insan olabilir mi?"

Upuzun ömrüne "kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" olarak nokta konulmak üzere olan Lale Oraloğlu, geri dönebilecek durumda değil; çok doğal bir sürece girdi. Bu süreçten dönüş yok!"

Yukarıya aktarmış olduğum, Lale Oraloğlu'yla ilgili yazının neresinde hakaret var? Coşkun Büktel, farkından olmadan, benim hakkımda yanlış bir düşünce oluşmasına neden oluyor. Büktel, farkında olmadan "düşman ordusuna cephane taşıyor." Mustafa Şükrü Demirkanlı'nın yönlendirdiği insanlara "katkı" sağlıyor. Bunu asla kabul etmiyorum. Ben, sosyalist bir sanatçı olarak, Lale Oraloğlu figürünü ele alarak, sanatçıların burjuvaziye değil, işçi sınıfına hizmet etmeleri gerektiğini anımsatıyorum.

"Bütün bunlara ben karşıydım."

Senin karşı olduğunu biliyordum. Senin karşı olduğun bu görüşlerimi değiştirmeye hiç niyetlenmedim ve hiçbir zaman niyetlenmeyi düşünmüyorum. Ancak, ben, Lale Oraloğlu'na asla hakaret etmedim. Böyle bir duygunun gelişmesine, okurların beni yanlış tanımalarına asla izin veremem. Ben, ölümün de, tıpkı yaşam gibi doğal bir durum olduğunu belirtmekle birlikte, işçi sınıfının bir sanatçısı olarak, sosyalist bir sanatçı olarak, bilimsel düşünüşe sahip bir insan olarak, sınıfımın çıkarları için, çok kısa bir değerlendirme yaptım. Nasıl ki, sen, benim gibi düşünmek, benim gibi davranmak zorunda değilsen, ben de, senin gibi düşünmek, senin gibi davranmak zorunda değilim. Ben, yaşamımın çok büyük bir kısmını sosyalizme, işçi sınıfına hizmet etmek için "harcamış" bir aydın olarak, tabii ki, "Kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" olan kişilerden hesap soracağım. Hem yaşarken ve hem de öldükten sonra hesap sormayı sürdüreceğim. Benim göbeğim, "Kralın soytarısı, padişahın dalkavuğu, burjuvazinin tiyatrocusu" kişilerin göbeğiyle birlikte kesilmedi. Benim göbeğim, işçi sınıfının iktidara gelmesi için siyasal ve ideolojik mücadele veren kişilerle birlikte kesildi. Ha, işçi sınıfı, bu durumdan habersiz olabilir yada ben kendimi "fasulye gibi nimetten" sayabilirim. Ancak ben, işçi sınıfının sanatsal, siyasal, ideolojik mücadelesini verirken, hiç kimseden izin almam, hiç kimseye tabi olmam. Bu kişi, çok sevdiğim biri ve Türkiye tiyatrosunun dramatik yazarlığının "Everest"i Theope'yi yazmış bile olsa, benim için hiçbir şey değişmez. Çünkü, ben öldükten sonra, eğer yazılarım kalırsa, yazılarım üzerinden değerlendirileceğim. "Ahbap-çavuş ilişkilerim" bağlamında değerlendirilmeyeceğim.

"Bu konularda Hilmi Bulunmaz'ı uyarmıştım, yazılı olarak da eleştirmiştim."

Evet, doğru, uyarmıştın ve ben de asla oralı olmamış, kulak arkası etmiş ve bu konuyla hiç ilgilenmemiştim bile. Çünkü, ben dünya görüşü gereği, bütünlüklü yaşayan biriyim. Ben, sadece işçi sınıfına hesap veririm. Yalnız, lütfen, çok dikkatli okuyunuz. Sarı, pembe yada bir başka renkteki sendika ağalarına değil, işçi sınıfının kendisine hesap veririm. İşçi sınıfı adını kullanarak şaklabanlık yapan, daha bir bildiri bile yazmasını beceremeyen, henüz "da"ları, "de"leri bile ayrı yazmaktan yoksun geri zekâlı "işçi sınıfı kıçı yalayan tiyatro esnafı"na değil, işçi sınıfının kendisine hesap veririm. 1100 alçağı biraraya getiren insanlık dışı, solu kendi çıkarları için kullanan şerefsizlere hesap değil, sadece işçi sınıfına hesap veririm.

"Yazılı olarak eleştirilerim orada."

Nerede? Tabii ki, ben nerede olduğuni biliyorum da, okurlar bilmiyor. Okurlara, bu eleştirelir nerede olduğunu çok net biçimde anlatmak gerekir-di!

"Mustafa Demirkanlı, o linç kampanyasını kuran adamların başındaki adam da bunları okumuştu."

Vallahi, yapılan bu röportaj, tüm yayınlanmasını arzu etmelerime karşın, çok genellemeci, çok düzeysiz bir biçime bürünmüş. Burada da durum kendisini dayatıyor. Mustafa Demirkanlı'nın kimliğinin ve eşkâlinin tam ortaya konulması gerekir-di! Yirmi yılı aşkındır Türkiye tiyatrosunun ensesine bir Kırım Kongo Kenesi gibi nüfuz etmiş ve sürekli olarak, hem tiyatro sanatçılarının ve hem de Kültür Bakanlığı üzerinden halkın kanını emek bu kişi, enine boyuna, sağdan sola, soldan sağa, çok iyi betimlenmeli-ydi. Ha, o zaman, şu söylenebilir; o zaman, bu röportaj uzardı yada "bir Mustafa Demirkanlı röportajı" olabilirdi. Doğru, öyle olabilirdi. Ancak, bu röportaj, birkaç sayıya yayılabilir yada şu andaki boyutun iki katına çıkabilirdi. Ne yani, bu dergide yayınlanan diğer yazıların önemi, bu röportajın öneminden çok mu fazla? Coşkun Büktel'le konuşmak, diğer yazıların değerinden çok mu daha aşağıda? Hem "bu bir Mustafa Demirkanlı röportajı" damgası yemeyen bu röportaj, şu anda "bu bir Cuma Boynukara röportajı" damgasını yemiş bile. En azından benim için bu durum böyle...

"Biliyordu."

Mustafa Şükrü Demirkanlı, o kadar çok şey biliyor ve o kadar çok gerçeği yalana dönüştürüyor ki, adam tam bir Ortaçağ kimyacısı, adam tam bir simyacı. Adamın eline hangi "gerçek" geçse, hemen, anında "yalan" dönüşüyor.

"Bunu bile bile bu ifadeleri oraya koydu ve 1100 kişi de bunları kuzu kuzu imzaladı."

Coşkun ağabeyciğim, kapitalizm böyle bir şeydir. Kapitalizm, yalanlar silsilesinin oluşturuduğu bir yanılsamayla ayakta durur. Bu yanılsamanın oluşması için, "meta estetiği" oluşturan reklâmcılara, yalancılara gereksinim duyulur. Mustafa Şükrü Demirkanlı da, Türkiye tiyatrosunun hızla, hem de şimşek hızıyla çürüyüp, kapitalizme hizmet etmesi için "kiralanmış" biridir. Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'nden aldığı reklâm adlı sadakayla çorbasını kaynatan ve bu çorbanın içerisine sarkıttığı bıyıklarıyla, bu çorbanın içerisindeki benim, halkımın ve tüyü bitmemiş yetimin veridiği vergiler, yani alın terlerini şapır şapır içen bu adam, kapitalizmin ilelebet muhafaza ve müdafaa edilmesi için "kiralanmış" bir "asker"dir. Nasıl ki, Anzak askerleri dünyanın öbür ucundan gelip Çanakkale'de öldüler, öldürdülerse, bu "kiralık asker" de, düzenin, tam da AKP'li Ertuğrul Günay'giller familyasının istekleri doğrulutusunda rotadan asla çıkmamısı için, aldığı reklâmın, aldığı sadakanın, aldığı "kiranın" karşılığını ya seve seve, yada söke söke ödemek zorunda. Yani, Mustafa Şükrü Demirkanlı, ya kapitalizmi sevecek yada terk edecek! Durum bu kadar basit!

1100 alçağın bu LİNÇ KAMPANYASI için imza vermesine gelince... O 1100 kişi de, kapitalizmin önlerine koyduğu çanağın içerisindeki iğrenç kırıntıları sıyırmak için, "kiralık asker" Mustafa Demirkanlı'nın emrettiğini yapmak zorundaydılar. Komutanları Demirkanlı "Hazır Ol!" çekti, onlar "Hazır Ol!"dular. Komutanları "Tüfek omza!" dedi; onlar "Tüfek omza!" yaptılar. Komutanları "İmza veeer!" diye emretti; onlar imza verdiler. Durum bu kadar basit. Çünkü, kapitalizmin iç örgütlenmesinde, böyle bir efendi-köle, emreden-emir alan ilişkisi vardır. Bazen Özdemir Nutku emreder, Mustafa Demirkanlı yapar; bazen de Mustafa Demirkanlı emreder, Özdemir Nutku yapar. Konjonktür neyi gerektirirse ona göre davranış geliştirirler.

"Özdemir Nutku dahil!"

Özdemir Nutku, taaa başından beri, zâten kapitalizmi hizmet etme aşkıyla tutuşan bir nefer olduğu için, buna de pek şaşmamak gerekir. Durum gözümüzde tam olarak canlansın diye, şöyle bir benzetme yapabiliriz; kapitalist tiyatro esnafı bir kırkayaksa (yada binyüzayaksa), Mustafa Şükrü Demirkanlı ve Prof. Dr. Özdemir Nutku da bu "ayak"lardan biridir. Biri olmadan, diğeri asla yaşayamaz. Bir kırkayak yürürken, kırk ayak birden gayet uyumlu bir hareket içerisinde bulunurlar. Kırkayak yürürken, ayaklardan biri, diğer otuzdokuzayak'a uymamazlık edebilir mi? Yada bir başka benzetme yapabiliriz; bir ahtapotu düşünelim. Bilindiği gibi ahtapotun birçok kolu vardır. Ahtapotun, herhangi bir kolu; "Hayır, ben diğer kollarla birlikte yaşamak istemiyorum. Ben bağımsız olarak yüzüp başka denizlere açılacağım!" diyebilir mi? Dese bile ne kadar gerçekçi olur! Coşkun ağabeyciğim, benim için durum çok net. Kapitalizm, yalanlar silsilesiyle yanılsama oluşturmak için, tiyatro sanatını da kullanır ve bu alandaki profesörler bile bu yalanlar silsilesiyle oluşan yanılsama zincirinin birer halkası olmaya mahkûmdurlar. Onlar bile, kırkayaktaki bir "ayak"tır. Ahtapottaki bir "kol"dur. Onların bir "ayak"tan, bir "kol"dan hiçbir farkları yoktur.

"Bir kere Özdemir Nutku'nun o linç kampanyasını imzalaması onun kalitesini ele vermiyor mu sizce?..."

Tabii ki ele veriyor. Böylelikle, Prof. Dr. Özdemir Nuktu'nun da bir "ayak"tan, bir "kol"dan öte hiçbir işlevi olmadığını bir kez daha test etmiş oluyoruz. Zâten bu tür kampanyaların düzenlenmesine, onlar da, örnekse Prof. Dr. Özdemir Nutku da razı değildir. Fakat, durum kaçınılmaz hâle gelirse, yani kapitalizmin yalanlar silsilesinin oluşturduğu yanılsama zincirinin halkaları zayıflamaya başlayınca, yapacakları başka bir şey gelmez ellerinden. Bir yandan "gerçekçi" Coşkun Büktel ve diğer yandan "sosyalist sanatçı" Hilmi Bulunmaz, gerçeklerin ve sosyalizmin Türkiye tiyatrosuna nüfuz etmesi için mücadele verirken, onlara, bir tek eylemlilik alanı kalıyor; yalanı kanların son damlasına dek savunmak, yalanlar silsilesinden oluşan yanılsama zincirinin halkalarını sonuna dek korumak. Onların yapabilecekleri hiçbir şey yok. Sen, gerçekleri asla bırakmayacaksın ve ben, sosyalizmin oluşumuna katkıda bulunarak işçi sınıfının kültürel gelişimine katkı sunmayı asla bırakmayacağım. Onlar da yalanlarıyla başbaşa kalmayı sürdürecekler.


***


Ayrıca bakınız:

Olay ve olgulara, metafizik idealizm mantığıyla yaklaşmak yerine, diyalektik materyalizm mantığıyla yaklaşan H. Bulunmaz'ın dört yıl önceki yazısı!

LİNÇÇİ Ertuğrul Timur, öznesiz tümce kuruyor!

Yalan makinesi ve küfürbaz Mustafa Demirkanlı'nın sözde küfre karşı kampanyasına alet olanların imzaladıkları metni ve alet olanları teşhir ediyoruz!

Linç imzacıları listesi